Avrupa’nın düşman kardeşleri: Popülizm ve Milliyetçilik

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AFP

Dünyada ve özellikle de Avrupa’da popülizm, göçmen karşıtlığı ve İslam düşmanlığı yükseliyor – doğru. Fakat söz konusu yükselişi tahlil etmeye çalışırken ciddi bir kavram karmaşasına düşüldüğü de yadsınamaz bir gerçek. Medya nispeten yeni ve çağdaş bir olgu olan popülizmi tarif etmeye çalışırken çoğunlukla geçmiş yüzyılın mana ve algı kalıplarıyla hareket ediyor. Ana akım mecralarda popülistler genelde “aşırı sağ”, “aşırı milliyetçi”, “neo-faşist” ve/veya “neo-Nazi” gibi etiketlerle lanse ediliyorlar. Başka bir deyişle “yeni” olan “eski” üzerinden açıklanmaya ve anlaşılmaya çalışılıyor. Oysa zaman içinde liberal demokrasilerin korkulu rüyası hâline gelen popülist akımın şifreleri anakronik bir kuramsal alet edevat çantasıyla çözülemez. 

Popülizmi en doğru, en evrensel ve en kesin biçimde tanımlamaya çalışmak bu makalenin amacı değil. Buradaki ana gaye, popülizmin – tıpkı çoğu uluslararası gazetecinin iddia ettiği gibi – gerçekten de “eski” tarz bir milliyetçiliğin (burada entelektüel doğruluk ve tarafsızlık ilkeleri gereğince muhatapların kendilerini tanımlama şekilleri esas alınmıştır) “yeni” ve “modern” bir sürümü olup olmadığı sorusunu tartışmaya açmaktır. Bu anlamda popülizmi ve popülistleri, Avrupa’daki milliyetçi addedilen partilerin önde gelen temsilcileriyle Independent Türkçe için konuştum. Böylelikle okuyucu, popülizmi söz konusu akımın en güçlü olduğu üç Batı Avrupa ülkesinin (Fransa, İtalya ve Almanya) milliyetçilerinin görüşleri üzerinden özgün bir içerik ve tersten bir bakış açısıyla keşfedebilecektir. 

Avrupa milliyetçileri popülistlere nasıl bakıyorlar? Kimi analistlerin öne sürdükleri gibi popülistler milliyetçilerin ikiz kardeşleri mi? Popülizm ve milliyetçilik arasındaki sınırlar kalktı veya silindi mi? İslâm’a ve göçmenlere yaklaşımdaki farklılıkları neler? Fransız Ulusal Cephe (“Front National”) kurucu lideri ve eski Genel Başkanı Jean-Marie Le Pen’in başdanışmanı Elie Hatem, Alman Ulusal Demokrat Partisi (“Nationaldemokratische Partei Deutschlands” - NPD) eski lideri Udo Voigt ve İtalyan Yeni Güç (“Forza Nuova”) lideri Roberto Fiore kendi ülkelerindeki popülizmi ve popülistleri milliyetçi bir perspektiften ele aldılar.

Fransa: Marine Le Pen’in popülizme doğru yolculuğu 

Ulusal Cephe’nin kurucu lideri Jean-Marie Le Pen’in kızı olan Marine Le Pen partinin başına 2011 yılında düzenlenen Tours Kongresi’nde geldi. Jean-Marie Le Pen’e ise partinin “Onursal Genel Başkanlığı” pozisyonu münasip görüldü. 2012 yılında düzenlenen Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ilk defa katılan Marine Le Pen, birinci turda %17,9’luk bir oy oranıyla babası Jean-Marie Le Pen’in 2002 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turunda ulaştığı tarihi oy oranını (%17) birinci seferden geçmiş oldu. 2014 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde olağanüstü bir başarı yakalayan ve %24,9’luk bir skorla ulusal planda birinci parti konumuna yükselen Ulusal Cephe’de artık Marine Le Pen’in liderliği de tartışma konusu olmaktan çıkmıştı. Zamanla parti aygıtı üzerindeki hâkimiyetini güçlendiren ve perçinleyen Marine Le Pen, uzunca bir süredir beklenen “Freudyen” çıkışı nihayet 2015 yılının Nisan ayında yaptı. Her ne kadar elde ettiği oy oranlarıyla “baba” figürünü maddî planda aşmış gibi görünse de, Marine medya tarafından hâlâ babasının manevî etkisi altında olarak takdim ediliyordu.

2 Nisan 2015 tarihinde Jean-Marie Le Pen’in İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili sarf ettiği “gaz odaları savaşın yalnızca ufak bir ayrıntısıdır” sözleri Marine için aniden altın tepside sunulmuş bir fırsat mahiyeti kazandı. Marine babasını sembol yüklü bir hareketle, Jean-Marie Le Pen’in “Onursal Genel Başkanlık” sıfatının geri çekilmesiyle mecazen öldürdü. Babasına yakınlığıyla tanınan parti kadrolarını baştan aşağıya yenileyen Marine, “yeni Ulusal Cephe’yle daha uyumlu çalışacak” kadrolara ağırlık vermek istediğini ifade etmişti. Jean-Marie Le Pen’in başdanışmanı Elie Hatem o günlerde yaşanan hadiseleri şu sözlerle aktarıyor:
 

“Marine Le Pen’in temel stratejisi partiyi düzenle barıştırmaktı. Düzen güçlerinin egosunu okşamak, böylelikle de parti üzerindeki şeytanlaştırma operasyonlarının önüne geçmek istiyordu. Biz demokratik düzende gerçek gücü ellerinde bulunduranların medyayı yönetenler olduğunu düşünüyoruz. Marine bu anlamda babasını süpürerek medyaya şirin gözükmek istedi ve başarılı da oldu.”


2017 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine enerjisinin önemli bir kısmını partisinin çehresini (elbette çizgisiyle birlikte) değiştirmeye çalışmakla harcayan Marine Le Pen, seçim kampanyası esnasında da pek çok farklı skandallar boğuşmak zorunda kaldı. Rusya’nın partiye sağladığı iddia edilen finansman, Avrupa Parlamentosu bünyesindeki yolsuzluk iddiaları ve “hayalî danışmanlar” meselesine dair yöneltilen suçlamalar, Marine Le Pen’e oldukça fazla oy kaybettirdi ve Marine seçimlerde Macron’un ardından ikinci sırada geldi. Her ne kadar ilk turdaki oy oranı (%21,6) şimdiye değin kazanılmış en büyük zafer şeklinde gibi algılanmışsa da, bu oranın ikinci turda yalnızca %33 bandında kalmış olması Marine için büyük bir hayal kırıklığı yarattı. Partiyi “marjinalleşmeden kurtarmak ve kitleselleştirmek” isteyen Marine’in çok hırslı davrandığını ifade eden Elie Hatem, Marine’in parti çizgisiyle ilgili örgütlediği değişimi “Jean-Marie Le Pen’in ne pahasına olursa olsun iktidara gelmek gibi bir derdi yoktu. Oysa Marine’in tek derdi iktidar” şeklinde özetliyor ve ekliyor:
 

“Marine’in iktidar hırsı ona ciddi hatalar yaptırtıyor. İktidar fikri Jean-Marie Le Pen’in umurunda bile değildi. Oysa Marine iktidara gelmek için karar verici merkezlerle ittifaklar kuruyor. Örneğin Marine AIPAC’ın Fransa muadili olan CRIF’le iyi ilişkiler tesis etti. Parti artık Avrupa Birliği’ne artık muhalefet etmiyor, onu içeriden değiştirmek ve dönüştürmek amacını güdüyor. Keza NATO başlığıyla ilgili de aynı dönüşüm cereyan ediyor. Biz AB’ne de NATO’ya da karşıyız, Marine değil. Bütün bu değişimler yalnızca birkaç senede oldu.”


Partinin “milliyetçi” ilkelerden hızla uzaklaştığını belirten Hatem, “Bu adımlar onu iktidara taşıyacaksa ve iktidara geldiğinde de Fransa’yı kurtaracak olan esas kararların alınmasına aracı olacaksa ne âlâ. Fakat bu çok riskli bir taannüt ve başarıya ulaşacağından şüpheliyim” diyor. 

Gerçekten de ileride Almanya ve İtalya örneklerinden de görüleceği üzere, milliyetçilerin popülistlere nispetle geliştirdikleri en büyük hazımsızlık popülistlerin Amerika Birleşik Devletleri, İsrail (ve Yahudiler) ve Avrupa Birliği temaları hakkındaki tutumlarından mülhem. Nitekim Hatem’in “karar verici merkezler” ifadesiyle aslında klasik Avrupa milliyetçiliğinin zihin haritasındaki hangi noktaya işaret ettiği fevkalade aşikârdır. 

Popülizmin milliyetçilikle eşitlenemeyeceğini vurgulayan Jean-Marie Le Pen’in başdanışmanı, ikisinin farklı akımlar olduğunu ve bu anlamda paylaşılan birtakım ortak özelliklerin doğrudan “aynılaşmaya” sebebiyet vermeyeceğini söylüyor:
 

“Popülistlerle milliyetçiler aynı kişiler değil. Milliyetçiler her ülkede kendi ulusal hususiyetlerini muhafaza etmenin peşindedirler. Milliyetçiler ulus-devletlerin yıkılmasına karşıdırlar ve bu anlamda bağımsız-egemen devletlerini ayakta tutmak isterler. Popülistler ise ‘ortak fayda’ hedefiyle hareket ediyorlar. Benim nezdimde ‘ortak fayda’ kavramı komünist bir kavramdır. Popülistler için halkların ‘ortak faydası’ – ki burada Avrupa halklarından bahsediliyor – ulusların ve devletlerin menfaatlerinden daha önemli ve belirleyicidir. Bu anlamda onlar devletin âli menfaatlerini değil halkın günlük taleplerini dikkate alıyorlar. Böylelikle popülistler için sınır tanımaksızın bir araya gelmek, birleşmek ve tek çatı altında birlikte hareket etmek kolaylaşıyor. Milliyetçiler, evet, bir araya gelebilirler ama asla tek çatı altında buluşamazlar.”


Avrupa’nın milliyetçi genlerinde otoriter gelenek baskındır. Başka bir ifadeyle devlet otoritesi kutsanır ve yüceltilir. Aynı anlayışa göre topluluğun bireyden önce geldiği ve yine devletin de topluluktan önce geldiği bir gerçektir. Popülistlerde ise daha ziyade halkın sağduyusu, feraseti öne çıkarılır. Popülizm için halk – Katolik inanışında Papalık makamına atfedildiği gibi – yanılmazdır. Nitekim tarihsel Avrupa milliyetçiliği yönetimde hiyerarşik bir karar alma mekanizmasını düşünüp uygularken, günümüz popülistlerinde ise doğrudan demokrasi, referandum ve halk inisiyatifleri tercih edilir. Hatem’in yukarıda serdedilen düşünceleri de bu anlamda son derece anlaşılırdır. Öte yandan Elie Hatem’in milliyetçi/popülist ayrımı bu farkla sınırlı kalmıyor. Hatem, “milliyetçiler sorunlarımızın kök sebeplerine itiraz ediyorlar, popülistler ise sorunlara yoğunlaşıyorlar” diyor. “Nasıl?” diye sorduğumda ise bana şu cevabı veriyor:
 

“Son on yıllar içinde Avrupa’da müthiş bir demografik yeniden yapılanma tecrübe edildi. Avrupa kültürünü benimsemeyen halkların sayısında bir artış oldu ve bu halkların varlığı Avrupa’da çoğaldı. Popülistler bu durumu yalnızca göçmenler üzerinden okuyorlar ve göçmenlere karşı çıkıyorlar. İyi de bu göçmenleri ülkelerimize kimler nasıl ve neden soktular? Popülistler bu soruyu sormuyorlar. Biz milliyetçiler olarak bu sebepleri, en baştaki etkenleri sorguluyoruz. Tam da bu sebeple milliyetçiler olarak biz lobilerden, finans dünyasından ve büyük medya kuruluşlarından hesap soracağımızı belirtiyoruz. Örneğin göç sorunu yaşanmasın diye Güney ülkelerle nasıl bir anlaşma çerçevesi bulabiliriz? Ortadoğu’da savaşları nasıl önleyebiliriz? Bu soruları sormazsanız göç sorununu ve göçmen sorununu çözemezsiniz. Popülistlerin bu soruları sormaya ve sorunların çözüme kavuşmasına katkıda bulunmak istediklerini göremiyorum.”


Elie Hatem’in anlattıkları aslında çoğu Avrupa milliyetçisinin aklından geçenleri yansıtıyor. Aynı veya benzer saptamaları ve tahlilleri Almanya’da faaliyet gösteren Almanya’nın Ulusal Demokrat Parti’sinin (NPD) eski lideri ve Avrupa Parlamentosu üyesi Udo Voigt da yapıyor.

Almanya: Popülist AfD’ye milliyetçi NPD muhalefeti

Almanya için Alternatif Partisi (AfD) günümüzde en hızlı büyüyen popülist partilerden sayılıyor. Önümüzdeki Avrupa Parlamentosu seçimleri kapsamında anketlerde şimdiden %13 bandında seyreden oluşum Almanya’da hem Hristiyan Demokratlara hem de milliyetçilere zor dönemler yaşatıyor. 2013 yılının Nisan ayında kurulan ve 2014 yılındaki PEGİDA (“Batı’nın İslâmlaşmasına karşı Avrupa Vatanseverleri”) eylemleriyle birlikte ivme kazanan parti, kısa zamanda Alman siyasal hayatına yön veren etkenlerden oluverdi.

Liberal, sol, merkez ve muhafazakâr-demokrat kesimler tarafından en ağır şekilde çeşitli etiketlerle eleştirilen AfD, bir yandan da milliyetçi NPD’nin eleştirilerine muhatap oluyor. Gerçekten de AfD, kurulduktan kısa bir süre sonra, 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Almanya’nın genelinde oy rekorları kıran ve Parlamento’ya bir milletvekili (Udo Voigt) gönderen NPD’nin potansiyeline hızlıca gölge düşürdü. NPD’ye göre daha merkezde konumlandığı ifade edilen AfD’nin Hristiyan Demokratların yumuşaklığından ama NPD’nin de sertliğinden rahatsız olan ve fakat aynı zamanda özellikle göç ve göçmenler gibi başlıklarda ses çıkarmak isteyen fevkalade heterojen bir kitle üzerinde hâkimiyet kurduğu söylenebilir.

AfD’nin Alman devletinin bir “projesi” olabileceğini ima eden Voigt, AfD ile aralarındaki temel farkları izah ederken Elie Hatem’inkilere benzer bazı tespitler de yapıyor. Ulus/halk ayrımının altını çizen Voigt, AfD için şu ifadeleri kullanıyor:
 

“AfD, Alman ulus-devletini muhafaza etmek derdinde olan bir oluşum değildir. Bundan birkaç sene evvel bazı AfD üyeleri partiyi Hristiyan Demokratların biraz daha muhafazakâr bir versiyonu olarak değerlendirdiklerini paylaşmışlardı. AfD’nin kendi içindeki vatanseverlere dahi tahammülü yok. Bence egemen sınıflar kendi muhalefet partilerini kurdular. Ulusal muhalefetin bayrağı daima NPD’nin elinde olmuştur. Sözde “ulusal” bir muhalefet yaratarak ‘muhalefet’ müessesini de sistem sınırları dâhilinde tuttular.”    

 
NPD’nin eski lideri popülistleri eleştirirken Elie Hatem’den çok daha keskin hücumlar yapıyor. Nesnel bir planda irdelendiğinde, gerçekten de AfD’nin ilişkileri Marine Le Pen’inkilere kıyasla çok daha girift ve gizemli. İsrail’li aktif ve eski yöneticilerin, hatta eski Bakanların (burada Rafi Eitan) sosyal medyada, haber sitelerinde ve basın toplantılarından açıktan AfD’ye destek mesajları vermeleri, bunların yayınlanması bazı kafaları karıştırıyor. Bu minvalde AfD’ye yüklenen Voigt, “AfD İsrail taraftarıdır, biz değiliz” diyor ve ilave ediyor:
 

“AfD Atlantik sistemini ve NATO’yu destekliyor. Bu anlamda aslında AfD’nin savaş sonrası Batı Almanya’nın zihinsel değerleriyle örtüştüğünü söyleyebiliriz. Biz bu savaş sonrası düzenin aşılmasını ve ABD emperyalizminin tahakkümünden kurtulmayı istiyoruz. Biz Almanya’nın egemenliğini istiyoruz. Egemenlik olmazsa nasıl kendi evimizin efendileri olabiliriz? İşte bu yüzden NPD Almanya’nın hem NATO’dan hem de AB’nden çıkışını talep ediyor.”


Popülistlerle milliyetçilerin arasındaki ayrımın çoğunlukla popülistler tarafından örüldüğünün altını çizen Voigt, NPD’nin bir “ulusal cephe” siyasetine hoş bakabileceğini ancak AfD’nin mevcut tavrının buna imkân tanımadığını ifade ediyor.

Çoğu popülist liderin aksine (örneğin Hollandalı Geert Wilders vb.) – ki bunlara AfD’nin üst-düzey kadroları da dâhil – Udo Voigt “bugün Almanya’da yaşanılan sorunların sorumlusu İslâm dini değil” diyor. Gerçekten de klasik Avrupa milliyetçiliği özde seküler olduğu için din üzerinden yapılan siyaseti çokça tasvip etmez ve onaylamaz. Tıpkı Hatem gibi, Voigt da sorunun “derin köklerine” inilmesini, sorunun ardında yatan sebeplerin sorgulanmasını daha doğru buluyor:
 

“Popülist parti liderlerinin temsilcilerinin İslâm’ı bir din olarak küçümsemelerini utanç verici buluyorum. İslâm düşünürleri farklı dönemlerde dünyayı hem bilimsel hem de kültürel anlamda çok zenginleştirdiler. Avrupa’nın bugün karşı karşıya olduğu sorun din değildir. Avrupa’nın sorunu kitle hâlinde ve dünyanın en fakir ülkelerinden beraberlerinde kriminal bir geçmişle gelen göçmenlerdir. Tarihte 30 yıl süren dinî savaşlardan dolayı Alman halkının yarısını kaybetmiştik – bunun tekrarını asla istemiyoruz. Bugün sorun İslâm’da değil, ülkemizin yabancı insanlar tarafından işgal ediliyor oluşundadır.”


Sorunun İslâm’da olduğunu her fırsatta dile getiren popülistlerin aksine Voigt’un yaklaşımı birtakım ezberleri bozacak cinsten gibi duruyor. Aynı şekilde NPD’nin Türkiye’ye ve Türklere dair görüşleri de sıklıkla merak edildiğinden, bu istikamette bir soru sormak da adeta bir zorunluluk hâlini alıyordu. Geçtiğimiz günlerde AfD’nin önde gelen bir yöneticisi tarafından Türklere karşı yapılan ırkçı bir “şaka”nın akabinde, Udo Voigt’un Türkiye ve Türklere dair partinin resmî bakışını öğrenmek bir gereklilikti:
 

“Biz NPD’de Türklere büyük bir saygı duyuyoruz. Birinci Dünya Savaşı esnasında Osmanlı İmparatorluğu ittifakına son ana kadar sadık kaldı. Bizim için bu çok değerlidir. Fakat bu durum dostlarımızı eleştiremeyeceğimiz anlamını taşımıyor. NPD’nin Türklere karşıymış gibi sunulması bizim göç dalgalarıyla olan sorunumuzdan kaynaklanıyor. Almanya’da en yoğun yaşayan göçmen grup Türkler olduğu için bizi Türk düşmanıymışız gibi gösteriyorlar. Bu doğru değil. Hatta biraz daha ileri gidip, ‘Almanya’da yaşayan ve milliyetçi eğilimlere sahip Türkler bizi desteklemeliler’ diyorum. Biz Türkiye’nin içişlerine karışılmasına, Türkiye’ye ders verilmesine karşıyız. Türkler de bunu istiyorlar.”


Udo Voigt’un Türkiye ve Türkler üzerine sarf ettiği sözler ne kadar etki eder bilinmez ancak popülistlerin söylemleriyle mukayese edildiğinde bambaşka bir tablo çizdiği kesin.

Özetlemek gerekirse, Udo Voigt da tıpkı Elie Hatem gibi popülistlerin bir şekilde birtakım “merkezlerce” tele-kumanda edildiklerini, bir anlamda “ruhlarını sattıklarını” ve “ulus-devleti yıkmakla mükellef” olduklarını ima eden yaklaşımlar sergiliyor. Son olarak İtalya örneği de diğer iki örnekten farklı bir karakterde değil.

İtalya: Matteo Salvini, Roberto Fiore ve “popülizme karşı devrim”

Avrupa popülistlerinin en büyük çıkışını şüphesiz ki LEGA (“Kuzey Ligi”) lideri ve hâlihazırdaki İtalya İçişleri Bakanı Matteo Salvini yaptı. Düzenin yerleşik kalıplarını açıktan hiçe sayan, sosyal medya hesaplarından yediği yemeklerin fotoğraflarını paylaşan ve bu anlamda “modern” bir profil canlandıran Salvini, mevcut anketlerdeki birinci parti konumuna (%36) rağmen İtalyan siyasetinde toplumsal mutabakatı sağlayabilmekten hâlâ çok uzak.

Göçmenlere karşı takındığı radikal tavır ve gayrı-insanî nitelikteki bazı uygulamaları İtalya siyasetinin eleştiri oklarını üzerine çekse de, Salvini popüler bir lider. Ne var ki Almanya örneğinde olduğu gibi, İtalya’da da Salvini’nin popülist çizgisine karşı duran ve söz konusu çizgiyi acımasızca eleştiren bir de milliyetçi muhalefet var. Her ne kadar sayıları son dönemde epeyce artmışsa da (Bkz: CasaPound, Fratelli d’Italia vb.) milliyetçi partilerin oy oranları hiçbir zaman (1970’li ve 1980’li yıllar hariç) belli bir eşiğin üstüne çıkmamıştır.

2009 yılındaki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde başarıya ulaşan ve üye seçilen Forza Nuova lideri Roberto Fiore ise bu anlamda bir istisna teşkil ediyor. Önümüzdeki Avrupa Parlamentosu seçimleri için yeniden adaylığını koyan Fiore, Salvini’yi “tipik bir popülist” olarak niteliyor ve devam ediyor:
 

“Salvini’nin temsilcisi olduğu popülizm bir nevî pragmatizme dayanır. Söz konusu pragmatizm insanların sizden yapmanızı istediklerini yapmanızla ifade edilebilir. Fakat bu durum çoğunlukla değişime yol açmaz ve sonuç vermez. Benim inanışlarım değişimin radikal olması gerektiğiyle ilgilidir. Bu yüzden son olarak bir kampanya başlattım ve adını ‘Popülizmden devrime’ olarak tayin ettim.”


Fransa ve Almanya örneklerindeki gibi Fiore de tarihsel Avrupa milliyetçiliğinin bilinçaltı izlerini taşıyor ve bunları açıkça dışa vuruyor. Salvini’nin 2018 yılının Aralık ayında yaptığı İsrail ziyaretini eleştiren Fiore, şahsi sosyal medya hesabından da Filistin’i savunan paylaşımlar yapmıştı. Roberto Fiore, Salvini’nin İsrail ziyaretinin geleneksel İtalyan dış politikasıyla ters düştüğünü ve çeliştiğini vurguluyor, ardından da ekliyor:
 

“Salvini’nin İsrail ziyareti bizim ulusal çıkarlarımızla bütünüyle zıtlaşıyor. Bu Bannon-tipi bir popülizmin tezahürüdür.

 
Roberto Fiore’nin yaptığı Steve Bannon atfı bile aslında popülistlerle milliyetçilerin niçin anlaşmadıklarını ve muhtemelen niçin anlaşamayacaklarını ortaya koyması bakımından önemlidir. Avrupa milliyetçiliği Bannon’u kaçınılması ve uzaklaşılması gereken bir Amerikan figürü şeklinde telakki ediyor. Elbette bunda Trump’ın eski başdanışmanının dinî yönelimi ve İsrail dostluğu da büyük bir rol oynuyordur. Fakat esas can alıcı nokta bana kalırsa milliyetçilerin popülistleri Bannon imgesi etrafında (yahut yörüngesinde) dönen uydular şeklinde değerlendirmeleridir. Nitekim makale boyunca belirtilen devlet/halk çelişkisi böylelikle daha büyük bir anlam kazanmış oluyor. Bunlara rağmen, Roberto Fiore popülistlerin faydalı bir işlev gördüğünü de söylüyor:
 

“Popülistler liberal düzenin ve derin devletin altını oyuyorlar. Bu iyi bir şey zira bir hazırlık aşamasını ifade ediyor. İşi biz bir devrimle bitirmeyi düşünüyoruz.”


“Nasıl?” sorusuna ise Fiore şu cevabı veriyor:
 

“Kendi para birimimiz olacak ve kapitalist hırsızlığı yasaklayacağız. Kürtajı yasaklayacağız. Göçmenlerin ülkeye girişini bütünüyle askıya alacağız ve ailenin önemini vurgulayacağız. Bu program İtalya’nın demografik ve ahlâkî bir felakete doğru ilerlemesini engelleyecektir.”


Kardeşliğin sınırlarında

Hiçbir tereddüde yer vermeksizin söylemeliyim ki, Fiore’nin devrimci eğilimleri aslında Avrupa milliyetçiliği galaksisinde sahiplenilen ve benimsenen eğilimlerdir. Fiore’nin bu anlamdaki farkı sözlerini sakınmadan, “dobra” bir üslupla konuşuyor olmasından dolayıdır. Burada seçimlere katılmakla birlikte seçimlerde alınacak olan muhtemel sonuçlara göre şekillenen bir yapı yok. 

Avrupa milliyetçiliğinde alttan alta kaynayan sosyolojiye “ulusal devrimci” fikirlerin enjekte edilmesi – ki aslında Fransa’da hâlihazırda süren Sarı Yelekliler olgusunu da bu pencereden yorumlayabiliriz – ve legal yahut illegal yollarda iktidarın devralınması fikri söz konusudur. 

Popülistler ise milliyetçiliğin aksine sandığı yegâne meşruiyet kaynağı addediyorlar ve kendi meşruiyetlerini de “sürekli seçim” anlayışıyla çeşitli referandum ve inisiyatifler kanalıyla inşa etmeye bakıyorlar. İşin içine bir de “emperyalizm”, “Siyonizm”, “Atlantikçilik”, “NATO”, “Rusya” ve “AB” gibi kavramlar da girince çıkmaz daha çok büyüyor ve bize “ikiz kardeşler” şeklinde tanıtılan popülizm-milliyetçilik ikilisinin aslında “düşman kardeşler” olduğunu anlıyoruz.

Bahsi geçen ikili arasında her ne kadar şimdilik sınırlar net bir şekilde çizilmiş gibi gözükse de, geleceğin neler getireceği her zaman kocaman bir “meçhul” olarak kalacaktır. 
 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU