Otoritenin içselleştirilmesi

Nurettin Akçay Independent Türkçe için yazdı

'Panoptikon' adlı filmin afişinden bir kare 

1- Kimlik, kredi kartı, bilet taşıma dönemi sona eriyor. Şırınga ile deri altına enjekte edilen pirinç tanesi büyüklüğündeki çipler hayatımızı her geçen gün daha da kolaylaştıracak.

Deri altına taktığınız çipler sayesinde kapılarınızı anahtarsız açabilecek, biletlerinizi satın alabileceksiniz.

Çipler daha akıllı hale gelince daha da ilginç olacak. Sadece kapıları açmakla kalmayacaklar, vücudu da gözlemleyebilecekler.

Vücut ısınız, kan şekeriniz, tansiyonunuz ve sağlığınız hakkında sizi bilgilendirecekler. Böylece her an sağlık durumunuzu kontrol edebileceksiniz. 

2- Salgın sonrası oluşturulan mobil uygulamalar sayesinde virüsün yoğun olduğu alanları görebilecek, virüslü kişileri canlı bir şekilde takip edebileceksiniz.

Tek yapmanız gereken konumunuzu ve kişisel bilgilerinizi uygulamaya girmek. 

3- Güvenlik kameraları ve gözetleme sistemleri suçluların tespitinde hayati öneme sahipti.

Salgınla birlikte, enfekte kişilerin temaslarının belirlenmesi konusunda gözetleme sistemlerinin önemi bir kez daha ortaya çıktı. 

4- Çin’de ateşi olan ve virüslü olma olasılığı yüksek kişileri tanımlamak için SenseTime’ın yüz tanıma ve sıcaklık algılama teknolojisi kullanılıyor.

Böylece tanımlı ve riskli kişilerin en kısa zamanda kontrolleri sağlanıyor ve salgının önüne geçilmesi hedefleniyor.

5- Yapay zeka teknolojilerinden faydalanarak bulaşıcı hastalıkların risk takibini yapan Kanadalı şirket BlueDot, Dünya Sağlık Örgütü’nden önce koronavirüs hakkında dünyayı uyardı. 

Salgınla birlikte teknoloji kullanımını özendiren ve yayılımın önlenmesinde teknolojinin ne kadar önemli olduğunu anlatan çok sayıda haberle karşılaştık.

Yukarıda alıntıladıklarım bunlardan sadece birkaçı.

Özellikle de gözetleme, takip sistemleri, yapay zeka ve big data’nın halk sağlığı açısından gerekliliğini vurgulayan haberler neredeyse her gün ajanslara düştü.

Ben de dahil birçok kişi gözetimi meşrulaştıran onlarca veri paylaşıp, çok sayıda yazı yazdık.

Sürecin zorlamayla geliştiğini ve masum amaçlarla yapıldığını düşündük. Fakat olay bu kadar basit değildi. 

Erol Göka Hoca, 13 Haziran tarihinde Twitter’da şöyle bir paylaşım yapıyordu:

Soru doğru sorulursa, cevabı bulmak kolay. Küresel salgın ile mücadelenin geldiğimiz aşamasında doğru soru şu olabilir mi? 'Otoritenin içselleşmesi', 'oto-kontrol', toplumu incitmeden ve korkutmadan nasıl sağlanacak?


Erol Hoca'nın sorduğu soruya uzun zamandır cevap aranıyor ve bu soruyla ilgili onlarca makale yazılıp, sayısız görüş ortaya atıldı.

Mesela oto-kontrol için bireyde sürekli izleniyor hissi yaratarak, olası suçların önüne geçmek için oluşturulan Panoptikon örneği hala günümüz devletleri için önemli bir referans kaynağıdır. 
 

Panoptikon The Guardian.jpeg
İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham'ın 1785 yılında tasarlamış olduğu hapishane inşa modeli olan Panoptikon, tasarımın konsepti ile gözetlemeye izin verir / Fotoğraf: The Guardian


Öte yandan otoriteye meşruiyet kazandırmanın en bilindik yöntemi ise korku ve tehdit yaratmak, daha da önemlisi tehditleri büyüterek halka sunmaktı.

Devlet korkunun esiri olan bizlerin güvenliğini sağlayacak, bunun karşılığında ise bazı kişisel özgürlüklerimizden taviz vermemizi isteyip bizi yönetecekti. 

Bilişim çağıyla birlikte dünya gözetim toplumuna doğru evrilirken, taviz verdiğimiz alan da özgürlüklerden kişisel mahremiyet konularına kaymıştır.

Fakat sorun yine aynıdır:

Otorite nasıl daha fazla içselleştirilebilir? Gözetim toplumu bireylerin rızasıyla nasıl oluşturulabilir?

Teknoloji sayesinde birey üzerindeki kontrol daha da artırılıp yeni bir toplum dizayn edilirken, sürecin hızlandırılmasının önündeki en büyük engel ise demokratik söylemler.

Ancak bu söylemler de sağlık, güvenlik gibi gerekçelerle bastırılmak isteniyor.

Üstelik böyle bir toplum sadece otokratik yönetimler tarafından değil, neredeyse tüm demokratik rejimler tarafından da arzu ediliyor.

Edward Snowden’ın deşifre ettiği ABD’nin korkunç gözetleme faaliyetleri hala zihinlerimizde canlılığını korurken, bu konuda rejim ayrımı yapmak çok da mantıklı durmuyor.

Tabi Çin bu işin zirvesini yaşarken; Ortadoğu, Avrupa, Amerika ve Afrika’daki birçok yönetim de Çin’deki sistemleri kullanabilmenin hayalini kuruyor.

Zaten otoritenin içselleşmesi konusu da Çin’den çok demokratik devletlerin cevap aradığı bir konu.


11 Eylül saldırılarıyla dünya, küresel terör kavramıyla yüzleşmiş, yaratılan korkular ve bu korkuların büyütülmesi sonucunda dünyadaki neredeyse her ülke olağanüstü tedbirler almıştı.

Böylelikle oluşturulan abartılı güvenlik tehdidi, insanlarda “alınan önlemler gereklidir” algısını oluşturmuştu.

Havaalanlarında güvenlik önlemleri arttırılmış, kameralar çoğalmış, birçok ülke terörü bahane ederek vatandaşlarının her anını kontrol etmeye başlamıştı.

En radikal özgürlük savunucularının bile sesi kesilmişti. Çünkü alınan önlemler gerekliydi.

Tüm dünyaya devasa gökdelenlerin uçaklar tarafından yerle bir edilmesi canlı canlı izletilmişti.

New Yorkluların gözlerindeki korkuyu hepimiz görmüştük. Ve hepimiz güvenliğimiz için mahremiyetimizden taviz vermeye ikna edilmiştik. 

Ama süreç tamamlanmamıştı. Bu kez 2020’de küresel salgınla karşılaştık. Çin’den yayılan salgın hızlı bir şekilde dünyayı etkilemiş, yüz binlerce insan hayatını kaybetmişti.

Hala da kaybetmeye devam ediyor. Salgınla mücadelede başarının en önemli 4 unsuru olarak da teşhis, takip, tecrit ve tedavi gösteriliyordu.

Takip kısmı çok önemliydi. Zira enfekte kişilerin temas kurduğu kişiler ancak bu yolla belirlenip izole edilebiliyorlardı. Takip için en önemli araç ise teknolojiydi. 

Böylelikle güvenlikten sonra sağlık da otoritenin içselleştirilmesinde ve her anı kontrol edilebilen bir toplumun oluşturulmasında önemli bir araç haline geliyordu.

Muhtemelen önümüzdeki yıllar yapay zekanın, büyük verinin, gözetleme ve takip sistemlerinin sağlık gerekçesiyle daha da yaygınlaştırılacağı yıllar olacaktır.

Çünkü insanlar büyük olasılıkla oluşturulan güvenlik iklimine alışacak ve kullanılan birçok teknoloji kalıcı olacaktır. Tıpkı 11 Eylül’den sonra olduğu gibi. 


Ve tüm bu sebeplerden dolayı asla yapmam dediğimiz her şeyi yapacak, asla izin vermem dediğimiz her şeye izin vereceğiz.

Zira kendini güvensiz hisseden toplumlar, zorunlu da olsa kuralların gerekli olduğunu düşünür ve güvenin tesisi için atılan bütün aşırı önlemlere izin verirler.

Mahremiyetin ihlali ise artık sorgulanamaz hale gelir.

Çevremizdeki tüm kameralar, tüm bilgisayar programları, telefonumuzdaki tüm uygulamalar aslında kontrol edilen bireyler yaratmak için değildir.

Bunların tek görevi bizim sağlığımız ve güvenliğimizdir diye düşünmeye başlar insan. 

Örneğin salgından sonra İtalya’da yapılan bir anket, halkın yüzde 63’ünün gözetim teknolojilerini desteklediğini göstermiştir.

7 Nisan tarihli Open Democracy raporu ise, bireylerin gözetim teknolojilerinin kullanılmasına yönelik isteğin yükselişte olduğunu ortaya koymuştur.

Ne demek istediğimi Türkiye’den küçük bir örnekle anlatayım.

27 Haziran tarihinde yayımlanan “Güvenli Turizm Programı Türkiye” başlıklı reklamda 6-7 yaşlarındaki bir çocuk tatile gidişini şöyle anlatıyordu:

Bir gün babam bize eğlence dolu bir yolculuğa kimler gönüllü diye sordu. Ben ve ekibim tabi hazırdık. Uçak bizi bambaşka bir dünyaya götürdü.

Öyle şeyler gördüm ki içimizdeki tüm renkleri gösteren kameralar, robot adamlar. Ama şimdiden hayatımızın en fantastik yolculuğu olmuştu bile. Mavi ve yeşil gezegene doğru bir yolculuk. Babam dedi ki hepsi sağlığımız içinmiş.


Aslında tam olarak söylemek istediklerimi bu reklam filmi özetliyordu.

Her an data toplayan kameralar, fantastik bir hikayenin içeriğiymiş gibi anlatılırken, Büyük Veri tarafından kontrol edilecek bir toplumun otoriteyi içselleştirmesi de tam olarak bu yöntemlerle yapılıyordu.

Kısacası güvenlik ve sağlık talepleriyle rızanın yaratılması sürecini yaşıyoruz şu an.

Şöyle bir soru sorulabilir:

Zaten büyük bir gözetim toplumunun içinde yaşamıyor muyuz?

Telefonlar, bilgisayarlar ve internet aracılığıyla her anımız kontrol edilmiyor mu?

Doğru fakat istenilen seviyenin yakalandığını düşünmüyorum ben. Burada konu olan şey yapay zekaya sahip kameraların hayatımızın her anına girmesi.

Her sokakta ve her apartmanda, sokağa adımımızı attığımız her anda gözetlenmemiz.

24 saat şehirlerin üzerinde uçan ve güvenliğimizi sağlayan drone’ların kullanılması! 

Panoptikon tasarımının altında yatan mantık, her anı gözetlenemeyen mahkumların kendilerini sürekli gözetim altında hissetmesiydi.

Yani, verinin sürekli izlenememesi ve işlenememesi problemi Panoptikon’u doğuran sebepti.

Fakat teknoloji sayesinde verinin izlenme ve işlenme problemi ortadan kalkarken, artık tek ihtiyaç olan şey rızanın ve verinin yaratılmasıydı. 

Sonuç olarak rızanın yaratılması ve otoritenin içselleştirilmesi en başından beri yönetim sınıfının büyük bir problemi olmuşken, tarihin her döneminde bu sorun bazı yöntemlerle çözülmeye çalışılmıştır.

Çoğu zaman terör ve düşman gibi korkuların yaratılması ve bunların büyütülmesiyle rıza yaratılırken, günümüzde de süreç klasik yöntemlerle yapılıyor.

Fakat bu kez amaç insanları tamamen pasifize edecek distopik bir gelecek inşa etmek gibi görünüyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU