Bölgesel gerilimlerin gölgesinde Türkiye: İran-İsrail çatışmasının Kürt meselesine etkisi

Mesut Değer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Ortadoğu çok uzun süreden beri uluslararası konjonktürün kırılgan dengeleri üzerinde durmaya çalışan bir coğrafyadır.

Son günlerde yaşanan İran ve İsrail arasındaki gerilimin bu iki ülke ile sınırlı kalmaması dahilinde kendilerine komşu olan tüm ülkeleri ve özellikle de Türkiye’yi ciddi ölçüde etkileyebilecek bir güce sahiptir.

Türkiye’nin İran ile komşu olması, İsrail’in bölgesel açıdan yaşanan bu çatışma çerçevesinde Kürt meselesi gibi önemli ve kritik eşikten geçilen bu dönemde konu üzerinde yaşanan durumun daha da karmaşık hale gelmesini sağlayabilir.

Bu nedenle de konuyu çok boyutlu şekilde ele almak gerekir.

Öncelikle sınır güvenliği açısından bu durumun Doğu ve Güneydoğu’ya nasıl bir etki edeceğine baktığımızda: Van, Hakkâri, Iğdır ve Ağrı gibi illerimizin İran’la doğrudan bağlantısı olduğunu görüyoruz.

Yani, Türkiye’nin doğu sınırı tamamen bu bölgede yer alır.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

İran-İsrail çatışmasında daha da artan bir gerilimin olması halinde İran’daki siyasi ve askeri istikrarsızlık, Türkiye’nin bu bölgelerinde güvenlik riskini artırabilir.

Bu trajik durum ise İran’ın batı bölgelerinde yer alan Kürt nüfusun muhalif yapılarla olan ilişkileri ve muhtemelen gerçekleşecek olan mülteci akınları, özelikle sınır şehirlerde askerî açıdan ve idari anlamda yoğunlaşmaya yol açabilir.

Bu durum, bölge halkının gündelik yaşamını da sekteye uğratan güçleştiren da sekteye faaliyetleri azaltan bir netice doğurur.

En çok korkulan da bu konunun bölgesel gerilimden çıkıp topyekûn bir savaşa evrilirken aynı zamanda Kürt Meselesi ve yaşanan barış sürecini sekteye uğratması olur.

Çünkü bu ülkeler arası gerilim halinde güvenlikçi politikaların geri dönüşü söz konusu olacaktır ki bu da İran-İsrail geriliminin Türkiye’de yaratacağı tehdit algısı, Ankara’nın Kürt meselesine yönelik politikasında daha "güvenlik merkezli" bir tutum sergilemesi neticesini doğuracaktır.

Özellikle İran’da olan PJAK’ın gelişmeler karşısında hareketlenmesi, Türkiye'nin hem İran hem de Irak sınırında eşzamanlı güvenlik operasyonlarını yoğunlaştırmasını gerekli kılacaktır.

Bu da sivil halk ve tüm sivil oluşumlar ile siyasi yapılar üzerinde baskı yaratacak ve barışçıl çözümler ve öneriler rafa kalkacaktır.

Bu trajik durum aynı zamanda da siyasi alamı da daraltmış olacaktır.

Bugüne dek Kürt hareketinin siyasi alanı Türkiye açısından güvenlik arttırıcı ve baskılayıcı bir politika ile genişletilerek yürümüştür.

İran’da yaşanacak çatışmalar ve Kürt nüfusun hareketlenmesi de Türkiye’deki iktidarın Kürt siyasetine yönelik daha baskıcı önlemler almasına gerekçe olarak sunulabilir kanaatindeyim.

Bu sürecin devlet politikası açısından bu şekilde ilerlemesi de DEM Parti gibi siyasi yapıların da  siyasal alanını daraltabilir ve Kürt seçmenle devlet arasındaki ilişkiyi daha da kırılgan hale getirebilir.

Kaldı ki uzun yıllardır yaşanan gerilimler yapısal açıdan da baktığımız zaman olumsuz sonuçlar doğurmuştur.

Yapısal şiddet, doğrudan fiziksel şiddetle sınırlı olmayan; kurumlar, yasalar ve sosyo ekonomik düzenlemeler yoluyla belirli grupların marjinalleştirilmesini sağlayan sistematik baskı biçimidir (Galtung, 1969).

Kürt meselesine bu açıdan bakıldığında, barışın önündeki en önemli engellerden birinin sadece silahlı çatışma değil, bu çatışmanın yeniden üretildiği ve yapısal ilişkiler olduğu görülür.

  • Ana dilde eğitim yasağı,
  • Yerel yönetimlerin yetki kısıtlamaları,
  • Kültürel temsiliyet eksikliği,

Güvenlik merkezli devlet politikaları gibi birçok unsur, Kürt vatandaşların siyasete, ekonomiye ve kültürel yaşama tam katılımını engeller.

Bu yapısal dışlanma hali, çatışma döngüsünü besleyerek barışçıl çözüm girişimlerini zayıflatır.

Bu nedenle Kürt meselesinde sürdürülebilir barış için sadece silahların susması değil, yapısal eşitsizliklerin ortadan kaldırılması gereklidir.

Bunu da daha önceki köşe yazılarımda ayrıntılı şekilde belirtmiştim.

Kürt meselesi ekonomik kalkınma politikalarıyla yakından ilişkilidir.

1980'lerden itibaren süren çatışmalar, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki yatırımları ve altyapı gelişimini engellemiştir.

Bölgesel eşitsizlikler derinleşmiş, kişi başına düşen gelir batı bölgelerine göre ciddi biçimde geride kalmıştır.

Barış ortamının sağlanması ile:

  • Bölgeye yatırım çekilmesi,
  • Tarım ve hayvancılığın canlanması,
  • Sanayileşmenin hız kazanmasını mümkün kılacaktır.

Bununla birlikte barışın ekonomik getirilerinin adil ve kapsayıcı bir biçimde planlanmaması halinde, ekonomik büyüme yeni eşitsizlikler yaratabilir.

Bu nedenle barış sürecinin ekonomik ayağı, sosyal adalet perspektifiyle yürütülmeli; kooperatifçilik, yerel istihdam, bölgeye özel kalkınma planları gibi kapsayıcı politikalarla desteklenmelidir.

Kürt meselesi, Türkiye’nin modernleşme ve uluslaşma süreciyle iç içe geçmiş, tarihsel derinliği ve çok katmanlı yapısıyla uzun yıllardır ülke gündeminin merkezinde yer almıştır.

Mesele çoğunlukla güvenlik paradigması çerçevesinde, silahlı çatışmalar ve terör kavramları ekseninde ele alınırken, barış sürecine dair tartışmalar ise büyük oranda silahların susmasına indirgenmiştir.

Oysa barış yalnızca çatışmanın yokluğu değil, aynı zamanda adaletin varlığı anlamına geldiğini hatırlamamız ve bu yol haritası üzerinden hareket etmemiz gerekir.

Bu bağlamda Kürt meselesini, sadece fiziksel şiddet üzerinden incelemek eksik kalır.

Bu sebeple de eşitsiz ve dışlayıcı toplumsal yapıların yeniden üretimi üzerinden değerlendirmek gerekir.
 


Kürtlerin siyasal temsili çoğu zaman engellenmiştir.

Demokratik siyasete katılım araçları sınırlı kalmış, Kürt partileri kapatılmış, siyasetçiler tutuklanmış ve yerel yönetimler kayyım atamalarıyla işlevsizleştirilmiştir.

Bu uygulamalar, yalnızca bireysel hak ihlalleri değil, aynı zamanda temsil eşitliğine dönük sistemsel bir dışlama biçimidir.

Tüm bu sebeplerle de bölgesel dinamiklerinin Türkiye'ye yansıması halinde yapısal açıdan da değişimler olacağı gibi İran’daki Kürtlerin, özellikle Mahabad ve Urmiye gibi kentlerdeki potansiyel direnişleri, Türkiye’deki Kürt toplumu üzerinde de psikolojik ve siyasi etki yaratacaktır.

Türkiye eğer ki bu süreçte kendi bölgesel güvenliği açısından ciddi bir tehdit algılarsa, yerel ve ulusal ölçekte sertleştirici adımlar atabilir. Bu adımlar bir sonraki aşamada sosyal kutuplaşmayı derinleştirebilir.

Ayrıca konunun dış politik eksenine bakınca da: İran-İsrail çatışmasında Türkiye’nin pozisyonunun da belirleyici olacağı aşikardır.

Türkiye’nin Batı yanlısı bir pozisyona kayması, İran tarafından bir tehdit olarak algılanabilir ve sınır hattında İran destekli milis güçlerin Türkiye karşıtı faaliyetleri yoğunlaşabilir.

Öte yandan, İran’ın iç güvenliğinin zayıflaması, Türkiye’nin sınır ötesi operasyonlara yönelmesine fırsat yaratabilir.

Ancak bu operasyonlar, Kürt nüfusu hedef alan yaygın güvenlik operasyonlarına dönüşürse, bu durum hem uluslararası kamuoyu hem de bölgesel Kürt yapıları tarafından tepkiyle karşılanabilir.


Sonuç olarak:

İran-İsrail gerilimi, doğrudan sıcak çatışmaya dönüşmese bile, bölgesel dengeleri ve Türkiye’nin iç dinamiklerini derinden sarsma potansiyeline sahiptir.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu, bu gerilimin ilk etkilerini yaşayacak bölgeler olacak; sınır güvenliği, göç hareketliliği ve sosyal dokunun kırılganlığı artacaktır.

Bu ortamda Kürt meselesi bir kez daha güvenlik paradigması içine hapsedilebilir ve demokratik çözüm süreçleri rafa kalkabilir.

Türkiye’nin atacağı adımlar, sadece kısa vadeli güvenlik değil, uzun vadeli barış inşası açısından da belirleyici olacaktır.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU