Barışçı çözümsüzlük: Kıbrıs sorunu

Rıfat Özcan Independent Türkçe için yazdı

III. Makarios (solda), Sir Hugh Foot (ortada) ve Dr. Fazıl Küçük, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin Kuruluş Antlaşması'nı imzarken / Kıbrıs Cumhuriyeti Basın ve Bilgi Ofisi-PIO

Bu yazıda öncelikle kısaca Kıbrıs tarihinden bahsettikten sonra Süha Bölükbaşı’nın Barışcı Çözümsüzlük kitabında yer alan üç buhran dönemi ele alınacaktır.

Böylece tarihsel olarak meselenin kırılma noktalarını ve politikaların değişimini görebileceğiz.

Kıbrıs’ın kısa tarihi

Tarihsel olarak Kıbrıs’ta Osmanlı egemenliği 1571 yılında başlamış ve bölge 1877 yılındaki 93 harbine kadar Osmanlı egemenliğinde kalmıştır.

Bu savaştan sonra Rusya’ya karşı destek olunması karşılığında İngiltere’ye ada bırakılmış ve 1914 yılında İngilizler adayı ilhak etmişlerdir.

1923 yılında Lozan Anlaşması ile Türkiye ve Yunanistan tarafından İngiltere’nin ada üzerindeki hakimiyeti kabul görmüştür.

Türkiye, sonraki yıllarda adaya bakışı dönem dönem değişen bir Kıbrıs politikası takip etmiştir.

Mesafeli, hatta bazen ilgisiz kaldığı söylenebilir. 

1948 yılında Dişişleri Bakanı Necmettin Sadak, "Kıbrıs diye bir sorun yok" dahi demiştir.

Türkiye’nin dibindeki bu adanın Sovyet tehdidine karşın İngiliz hakimiyetinde kalması ülkenin çıkarlarına göre daha uygun bulunmuştur.

Demokrat Parti döneminde dişişleri bakanı olan Fuat Köprülü’de bu söylemi devam ettiriyordu. 

Dolayısıyla 1950’li yılların başında Kıbrıs sorununun varlığı bile kabul edilmiyordu.

Yunanistan sorunu Birleşmiş Milletler’e taşıdıktan sonra ancak Demokrat Parti iktidarı harekete geçmiş ve 1955 yılında adanın Türkiye’ye verilmesini, 1956 yılında ise adanı Rum ve Türkler arasında taksim edilmesini talep etmiştir. 

ABD tarafından Batı kanadının iki müttefiği olan iki ülke arasındaki bu sorun tedirginlikle izlenmiştir.

Sorunun çözümü için Zurih ve Londra konferansları tertip edilmiş ve burada imzalanan anlaşmalarla bağımsız bir Kıbrıs’ın kurulması; İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın adada garantör olması kabul edilmiştir.

Bölgenin yönetim biçimi dahil birçok konuda anlaşmaya varılır.

Türkiye’de, Cumhuriyet Halk Partisi bu anlaşmalara karşı çıkmasına karşın mecliste onaylanırlar.

ABD’de üç müttefiki arasındaki olası bir çatışmanın anlaşma ile sonuçlanmasından dolayı memnun olmuştur. 

Barışcı Çözümsüzlük kitabında Süha Bölükbaşı, 1964-67-74 yıllarında yaşanan bunalımlarda ABD ve Türkiye arasındaki güç mücadelesini ele alıyor.

Bu üç dönemde de Türkiye’de üç farklı başbakan görev alırken, ABD’de ise iki farklı başkan görevdedir.

Bu yöneticilerin tutumları da sorunun evrilmesinde ya da daha derinleşmesinde rol oynamıştır. 
 

makaryos_inonu.png
İsmet İnönü ile  III. Makarios / Fotoğraf: Twitter


1964 Buhranı 

Bu dönemin en önemli olayı "Johnson Mektubu" olarak bilinen Amerikan başkanının İsmet İnönü’ye mektubuyla başlar.

Türkiye bu dönemde askeri bir opsiyon kullanmamıştır. Devletler müdahalede bulunmadan önce iki unsuru ön planda tutarlar: Eylemin yararlılığı ve tepkilerin olasılığı.

İnönü’de bunları dikkate alarak olası bir Sovyet tehdidi ve adaya müdahale sonrası Türkiye’nin küçük düşürülerek geri çekilmek zorunda bırakılması ihtimaline karşın askeri bir arayışının içinde fazla olmamıştır.

ABD’de bu dönemde sürekli tek taraflı bir müdahalenin karşısında olduğunu deklere ediyordu.

Türkiye’de her ne kadar son karar İsmet İnönü’nün elinde olsa da 27 Mayıs’ın etkisinden dolayı askerler de karar alma süreçlerine müdahale edebiliyordu. Hatta bu o dönem CIA tarafından da raporlanmıştır.

İnönü sonuç olarak ABD’nin arabuluculuğu ile sorunun çözülebileceğine inanıyordu.

Bu dönem hem askeri kapasitemizin yetersiz olduğu hem askeri operasyona net olarak cesaret edilemeyen bir dönem olarak görebiliriz.


1967 Buhranı

Demirel dönemi ile beraber Türkiye, çok yönlü bir dış politika benimsemeye başlamaktadır.

En büyük tehdit olan Sovyetlerle ilişkiler geliştiriliyor. Aradan gecen 3 yıldan sonra Türkiye uluslararası areneda 1964'e göre daha az yalnızdır.

İran, Irak olası bir müdahaleye 3 yıl önceye göre daha fazla destek verebilir konumdadır.

Ayrıca 1964 buhranında Kıbrıs’tan yana tavır takınan Mısır lideri Nassır, 67 Arap-İsrail Savaşı'nda Türkiye’nin desteğinden dolayı sessiz kalmayı tercih etmiştir.

Bir başka önemli noktada Amerikan başkanı Johnson 1964’te yaptığı gibi sert bir nota ile hükümeti kendi ülkesinde küçük düşürme yoluna gitmemiştir.

Bununla beraber 60’lı yılların başında adaya konuşlandırılan 20 bin Yunan askeri de adadan geri çekilmiş ve tehdit daha da azalmıştır. 

Sorun Kıbrıslı Rumlar ve Türkler arasındaki bir sorun olarak değil; Türkiye ve Yunanistan arasındaki bir sorun olarak ele alınmış ve bu iki ülke arasındaki olası bir savaş ihtimalini düşünmeyen hükümet öylece bu buhran dönemini de kapatmış olur. 
 

eevit-denktas.jpg
Bülent Ecevit ile Rauf Denktaş / Fotoğraf: Twitter


1974 Buhranı

Dönemin Başbakanı Bülent Ecevit ve yardımcısı Necmettin Erbakan geçmiş iki döneme göre daha kararlı ve sert bir dış politika seyrederler. Bu süreçten Türkiye’nin zararlı çıkmayacaklarını ön görürler.

Ecevit, Yunanistan’ın sorunun çözümü için barışçıl bir yaklaşım içinde olmadığını ve bu noktada ABD’nin de çözüme katkı sunamayacağını düşünüyordu.

Ayrıca ABD adada darbe yapılarak Makarios’un indirilmesine sessiz kalması sorunun çözümünde inandırıcılığını yitirdiği düşünülür ve bu düşüncelerle adaya müdahale edilir. 

ABD’nin iç çalkantılardan dolayı Türkiye’nin bu müdahalesine etkisiz kaldığını söyleyebiliriz.

1974’te çıkarma yapacak kadar helikopter ve gemimiz mevcuttu ve bu dönemde üçüncü dünya ülkeleri de harekatı desteklediler.
 

türkiye ordusu adaya çıkıyor.jpg
Fotoğraf: PIO


Rusya buna sessiz kaldı. BM’den de hemen tepkiler yükselmedi. Bu dönemde ABD tarafından konulan silah ambargosu 1978 yılında kongre tarafından tekrar kaldırılmıştır. 

Bir dipnot olarak bu dönemde ABD Dışişleri Bakanı olan Henry Kissinger’in 1974 buhranı dönemine ait yaptığı açıklamaları da paylaşmak istiyorum.

Kissinger, yıllar sonra Mehmet Ali Birand’ın programında o günler hakkında çeşitli açıklamalar yapar.

Harekatın, Watergate skandalının olduğu döneme denk geldiğini Nixon’un son ayında gerçekleştiği için kendisinin arabuluculuk görüşmelerin katılamadığı için üzüntüsünü belirtir.
 

başkan nixon ve kissinger.jpg
Başkan Richard Nixon ve Henry Kissinger / Fotoğraf: BBC


Türkiye’nin Kıbrıs’a ikinci harekatının da Başkan Ford’un ilk döneminde gerçekleştiğini ve o dönemde yönetimin oluşturulmasıyla uğraştıkları için yine bu meseleyle yakından ilgilenemediklerini belirtir.

Özellikle birinci saldırının askeri güç tehdidi dışında engellenemeyeceğini söylemektedir.

Bu dönemde ABD kendi iç sorunlarından dolayı Kıbrıs sorunu ile yakından ilgilenememiştir.


3 bunalımın karşılaştırılması: Güç her zaman nüfuz demek değildir

Barışcı Çözümsüzlük kitabında yazar, bu 3 buhranı karşılaştırırken başlık olarak "Güç her zaman nüfuz demek değildir" söylemini ön plana çıkarır.

1964 öncesine kadar ABD-Türkiye çıkarları birbiri ile uyumluydu. Batı kanadında yer almaya karar verdiğimizden beri ülkeyi yöneten 2 liderde bu kanaati taşıyorlardı.

Bununla beraber Türkiye, ABD’nin bölgesel politikalarına uygun olan politikalar üretmiştir.

1958 Lübnan krizi, U-2 casus uçakları için İncirlik’in kullanılması ve 1950’lilerde başlayan Kıbrıs sorunun ittifakı bozabileceği düşünülmüyordu.

1963’te Kruşcev’in Kıbrıs’a Türkiye herhangi bir müdahalede bulunursa Rum kesiminin yanında olacağını belirtmiştir.

Sovyetlerin bu tehditinden dolayı Türkiye ABD ile görüşerek bu sorun aşılmaya çalışılmıştır. 1967 ve 1974 bunalımda Sovyetlerin tehtidi söz konusu değildir.

İnönü, ayrıca dünya kamuoyunun tepkisinden ve müdahaleden sonra Türkiye’nin küçük düşürülerek adadan çıkarılma riskini göze alamamıştır.

İnönü döneminde bu açıdan Türkiye uluslararası anlamda yalnız kalmıştır.

Fakat Demirel döneminde izlenen çok yönlü dış politikayla kendisinden önceki başbakana göre daha avantajlı bir konum sağlamıştır.
 

demirel kıbrıs görüşmelerinde.jpg
Süleyman Demirel, Kıbrıs görüşmelerinde / Fotoğraf: YouTube


Hem 1967 hem de1974’te BMGK’da Sovyetlerin tutumundan dolayı oy birliği ihtimali yok gibiydi. 

Ayrıca her 3 dönemde de milli güç unsurlarından olan kara ve deniz güçlerinin potansiyeli karar vermede etkili olmuştur.

Hem İnönü hem Demirel hem de adaya çıkartma yapan Ecevit de bunu göz önüne alarak hareket etmiştir.

1964’te İnönü, "Gerekirse balıkçı tekneleriyle çıkartma yaparız" derken 1974 yılına gelindiğinde Türkiye mesafe katetmiştir.

O döneme göre Türkiye’nin müdahale gücü artık daha fazladır.

1964’te adaya Yunanistan’ın çıkardığı 20 bin kişilik askerden dolayı bir Türk-Yunan savaşı riski mevcuttur.

1967’de yine askeri kapasitenin yetersizliğinde dolayı Demirel, barış planı ile hareket etme yönelimindedir.

1974 yılına gelindiğinde Ecevit’in Kıbrıs konusunda bu kadar sert ve kararlı olmasının arkasında silahlı kuvvetlerinin bir kuşatma ihtimaline karşı hazırlığı ve kapasitesinin geçmiş dönemlere göre daha yüksek olmasıdır.

Ayrıca 1974 yılında Nixon’ın iç politikadaki Watergate skandalından dolayı Türkiye’nin elinin daha rahatladığı söylenebilir.

ABD, çıkarmaya karşı olmasına karşın bunun için Johnson Mektubundan başlayan sert uyarılara rağmen Türkiye’ye sözünü dinletememiş ve Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahalesini engelleyememiştir.

Türkiye müdahale sonrası olabilecek ambargoları da göze alarak bu adımı atmıştır.

Sonuç olarak ABD, Türkiye üzerinde nüfuzunu kullanmak istemesine rağmen bunun karşılığını alamamıştır.

Yazarın en başta da belirttiği gibi, "Güç her zaman nüfuz demek değildir" söyleminin somut olarak yaşandığını görmekteyiz.

Kitabın son bölümünde ise "barışçı çözümsüzlük" kavramı ele alınmıştır.

Bölümün girişinde yazar, İnis Claud’dan bir alıntı yapar: 

Çözüm, barışçı gibi izafi bir terimdir. Bazı durumlarda gerçekçi ideal uyuşmazlığın kalıcı çözüme yönelik değil tarafların uyuşmazlıkla birlikte yaşamaya ikna edilmesi biçimde olabilir. Güvenlik Konseyi’nin ve Genel Kurul’un gündemi demirbaş gibi görünen konularla, Birleşmiş Milletler’in barışcı çözümdense, barışçı idameye indirgediği kavgalarla dolu.


Yazar, Birleşmiş Milletler'in (BM) diğer çatışmalar için olduğu gibi Kıbrıs için de bu politikayı sürdürdüğünü belirtir.

BM, taraflar arasındaki çatışmanın geriye dönülmez noktaya gelmesinin engellenmesi ve ertelenmesi uyuşmazlığı çözüme doğru götürecektir varsayımıyla hareket ettiğini belirtir.

Bölükbaşı, bazı durumlarda bu durumun geçerli olduğunu ama bazen uzun soğuma süreçlerinin tarafları daha sert ve uzlaşmaz bir tutuma itebilir ve böylece makul çözümden giderek uzaklaşıldığını belirtir. 

1964’de Kıbrıs’a barış gücüyle beraber BM bölgede aktif olmaya başlamıştır. Zaman içinde BM’nin yaptıkları başarısız olur; çünkü taraflar BM’yi çözüme ulaşmak için değil karşı tarafı yenilgiye uğratmak için kullandıklarını belirtir.

Süreç içinde yeteri kadar denenmemiş işlevsel kuramın gelecek için umut verebileceğini belirtir.

Bu yaklaşıma göre ekonomik, toplumsal ve teknik alanlar dahil olmak üzere siyasi olmayan alanlarda yapılabilecek iş birliği çatışan tarafların zaman içinde siyasal gelişmelerinde önünü açabileceğini söylemektedir.

BM, 1964'te Barış Gücü ile bölgede aktif olmaya başlamış ama kesin bir çözüm sağlayamamıştır. Sorunu bir tür dondurmuştur diyebiliriz.

Son olarak da 2000'li yıllarda AK Parti iktidarı bilindiği üzere Annan Planı için işbirliğine gitmiş; ama plan başarısızlıkla sonuçlanmış ve adada eski statüko hala çözümsüz olarak hala devam etmektedir.

Barışçı çözümsüzlük birçok çatışma gibi Kıbrıs’ın da kaderi gibi görülmektedir.


Dünyada ve Türkiye’de Barış Güçleri

Dünyada Barış Güçleri:

  • Kıbrıs (1964)
  • Golan Tepeleri (1974)
  • Batı Sahra (1991)
  • Gürcistan (1993)
  • Bosna (1994)
  • Kosova (1999)
  • Kongo (1999)
  • Etiyopya/Eritre (2000)
  • Liberya (2003)
  • Burundi (2004)
  • Fildişi Sahili (2004)
  • Haiti (2004)
  • Sudan (2005)
  • Doğu Timur (2006)

Türkiye’nin katkı verdiği Barış Gücü misyonları:

  • Lübnan 
  • Kosova 
  • Bosna 
  • Afganistan
  • Arnavutluk
  • Kongo
  • Letonya

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.  

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU