Aşkın ötesi: Gönüllü tutsaklık ya da zorunlu esaret

Vahap Aydoğan Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Wikioo.org

Halüsinasyonlar doyurulmayı bekleyen gereksinimlerde hayat bulur; susuzluk suyu nasıl hayal ediyorsa, aşk da ideal olanı hayal eder… 

Var olduğu her şeyde yansımasını görmek, kayıtsız-şartsız, nedensiz ya da koşulsuz güvenmek; belki bencil olmak, ölesiye özlemek, iliklerine kadar hissetmek, delicesine bağlanmak, tutkuyla arzulamak, tutsak bir bağımlılık hâli, onsuz olamamak, yokluğunda cehennemi yaşamak...

Ne çok şey söylenir daha değil mi?  

O ruh hâli ki yakınlaştıkça yakan, uzaklaştıkça donduran, etrafında pervane olmuş bir ateşin araftaki hali gibi…

Bazı sözcükler, kimi kelimeler kulakta çınlayan sesin çok ötesinde yaşanır.

Kelimelerin anlamı aynı olsa da yaşanılan duygunun yoğunluğu kişiden kişiye değişir.

Yaşamadan kavrayamayacağımız, ayaklarımızı yerden kesen yolculuğa başlamadan farkına varamadığımız; gerçek ötesi o duygular…

Ama hiç kuşkusuz edebiyattan resme, mistik inançlardan tabiata kadar hiçbir duygu bu kadar hayati, bir o kadar da kokutucu olmamıştır. AŞK gibi...

Tanrıya, kişiye, değerlere tutkuyla bağlanmanın adı olan o aşka…

Aşk, köken olarak sarmaşıktan gelir. Sarmaşık bir ağacı dıştan sarar, yemyeşil gösterir ama içten içe kurutur.

Çınarlar, nice selvi boylu ağaçları içten sarartmış, içten kurutmuştur, dışı yeşil görünse de…

Aşk gerçekten hastalık mı, yoksa gerçek bir duygu mu?

"Neden daha çok ergen veya genç yaş krizleriyle özdeşleşir?"

"Neden âşık olunca kalp adeta ritim bozukluğuna uğrar?"

"Aşk ve cinsel haz birbirinden ayrı mı, yoksa aynı mı?"

Aşka dair o kadar çok parametre var ki...

İnsanın sevmesi, sevilebilmesi çok kıymetli bir yetenektir.

İnsanın kendisini eksik hissedip kendisini tamamlaması, bir insanla ortak birtakım hayaller ve hedefler kurabilmesi; sağlam bir beceri ve kapasite gerektirir.

Yeri ve zamanı geldiğinde ayrılabilmek de kapasitenin bir verisidir.

Kapasite ve beceri sadece beraber ya da ayrıyken de yetmeyebilir.

Aynı zamanda ayrılırken başka insanlarla hayatı idame edebileceğimiz sağlıklı bir düşünme becerisi de gerektirir.

Haruki Murakami söyleminde ne kadar haklı;

Kim âşık olmuşsa, kendisinin eksik parçalarını arıyordur. Bu tıpkı, uzun zamandır görmediğin birinin odasına girdiğinde bulduğun anılar gibidir.


Yaşamdaki en zirve dinamiklerin başatı kuşkusuz aşkın kendisidir. İnsana, doğaya, tanrıya…

Egolarımız, hırslarımız, ütopyalarımız ve hayatımızın merkezinde sadece var olmasını istediğimiz o kişi, o aşk...

Aşkın insan üzerindeki etkisinin de birçok sebebi var elbette; sevginin verdiği psikolojik güç, değerli hissetme, beraber yaşamak, yalnız yaşamamak gibi birçok nedeni sıralayabiliriz.

Lakin benim daha çok önemsediğim, yukarıda saydıklarımın arka planında aşkın bağımlılığı, aşkın kişi üzerindeki psikolojisine değinmek…

Çünkü insanlar bağlanma noktasında sıkıntılı süreçler yaşayabilir.
 

u.jpg
Fotoğraf: Unsplash

 

Bağımlı tip diyebileceğimiz, hep kendisini eksik, ezik, güvensiz, yetersiz görüp, karşısındakini çok güvenilir, yeterli, donanımlı düşünüyor olabilir.

Tutkulu aşklar sadece güzelliklerle anılmamış çoğu zaman.

Aşk daha çok sancılı, psikolojik ve ruhsal bir sorun olarak dillendirilmiştir.

Örneğin, Platon aşkı "yönelme, talep etme, ilahi cinnet durumu" olarak tanımlar.

Ona göre aşk ruhsallığın en üst seviyesidir ve sadece ruhunu yüceltenler bu cinnet aşamasına ulaşabilirler.

Platon, aşk için şöyle der:

Aşk, ciddi bir akıl hastalığıdır.


Ünlü Fransız yazar Jean-Paul Sartre ise aşkı şöyle tanımlar:

Aşk; iki insanın bilinçlerini birleştirme çabasıdır. Boşuna bir çaba, çünkü insan kendi bilincine mahkûmdur.


İster akıl hastalığı ister esaret diyelim, koşulsuz ve birbirlerini törpülemeden, sevginin, hoşlanmanın doruk noktası nihayetinde aşktır.  

Aşka bakış açısı, aşk ile adanmışlık arasındaki ilişkidir. 

Bütün duyguları, hayata dair olan her şeyin odağındaki kişiye adanmak…

Sevgiye dair olan tüm duyguları ona harcamak onun varlığıyla var olmak...
 

 

Hayatımızın yoğun temposunda karşılaştığımız ölesiye birbirlerini seven, sevgiyi bağımlılık derecesinde yaşayan birçok kişiye yaşamın hengâmesi içinde denk gelmişizdir.

Bu durumu yetersizlik ya da aşk bağımlılığı olarak tanımlamak gerekirse; kişinin odak noktasında yer aldığı bir bağımlılık söz konusudur.

Bu, davranışsal bir bağımlılıktır aynı zamanda.

Kişinin bir anda başka birine, o kişinin duygusal olarak uygunluğunu gözetmeksizin bağlanmasını içerir.

Kişi hayalle gerçek olanı ayırt edemez.

Bundan dolayı düşük özgüvenin sonucu bağımlılığı da beraberinde getirir.

Aşkta bağımlı karakterler, karşılarında en sevdikleri bile olsa, gereksinimleri karşılanmadığında şiddeti ve öfkeyi bir enstrüman olarak kullanmaya başlar.

Engellenme ve reddedilme olasılığı katlanılamaz bir hale geldiğinde, bu olasılığı ortadan kaldırmak için öfkelerini de şiddetlendirirler.

Ondandır ki çoğu kadın cinayetlerinin bağımlılıkla orantılı seyrettiğini söylemek de yerinde olacaktır.

Tezat olan durum ise, isteklerin elde edildiği, evlilikte ya da cinsel ve duygusal doyuma ulaşıldığında, aşk yerini sevgiye bırakır ya da aşk artık yoktur.

Aşk, insanın duygusal ya da cinsel bağlamda doyuma ulaşmasını sağlasa da zaman içinde sıradanlaşan tükenen; kalmışsa, aşktan geriye kalan kırıntılarla yaşam yolculuğuna devam eder.

Aşkın sevgiye dönüştüğü ya da tamamen bittiği varsayımını da unutmamak gerekir.

Çünkü insanlar birbirini tanıdıkça, başka yönlerini gördükçe, aslında yüceleştirdikleri kişinin gerçek yönlerini de kabul etmek veya etmemek durumunda kalır… 

Tıpkı aşkın bazen esaret içinde bıraktığı, bazen de bir çatı altında gönüllü tutsaklıkla sınadığı o dar çerçeve gibi.
 

 

Aşk heyecanıyla doruklardayken henüz, gerçek ile hayal arasındaki uçurumu görmez.

Herakleitos'un haklı tezi gibi...

Aynı nehirde iki defa nasıl yıkanmayacaksa, sevgi ve tutkuda akmış olan yıllardaki hissiyatı mutluluğu vermeyebilir.

Bağımlı karakterler eskiye olan özlemi, aynı şiddette arzuyu ve sevgiyi bekler.

Kişi karşılık bulmayınca duygularımızla bizi paçalarımızdan tutup dibe çeker ve kendiniz olmaktan çıkmış, öz saygısını yitirmiş, şiddet gördüğü hâlde halen aşk ile bağımlılık arasında sürüklenmeye devam eder...

Çünkü maddeye olan bağımlılık ile kişinin yoksunluğunda duyulan bağımlılık aynı şiddette seyreder...

Bir zamanlar aşk hayatımızın vazgeçilmeziyken, aynı aşkın sonradan sıradanlaştığını hatta tersi bir nefrete dönüştüğüne de hepimiz şahit olmuşuzdur.

Değişen duygu durumu ile ilgili Oscar Wilde, Dorian Gray'ın portresindeki kısa bir metin durumu adeta özetler nitelikte!

Hayal dünyamı cezbediyordun. Şimdi merakımı bile cezbetmiyorsun. Hiçbir etki yaratmıyorsun. Seni sevdim çünkü muhteşemdin, zekiydin, dahiydin; şairlerin hayalleri, sanatçıların şekilleriydin.

Aman Tanrım! Seni sevdiğim için ne kadar aptalım. Benim için şimdi hiçbir şeysin. Seni bir daha hiç görmeyeceğim, düşünmeyeceğim, adını bir daha anmayacağım.

Benim için bir zamanlar ne demek olduğunu tahmin edemezsin, düşünmeye bile tahammül edemiyorum. Keşke seni hiç görmeseydim, hayatımdaki romantizmi mahvettin.


Ez cümle, aşk bir madalyonun farklı yüzleri gibi, hangi güne hangi yüz ile uyanmayı bilmez. Asi bir o kadar da dengesizdir.

Lakin oyunsallaştırdığımız dünya denkleminde sağlıklı bir ilişki, aşkı ve sevgiyi dinginleşme fırsatı olarak görür.

Sevgiliyi yücelterek üstün kılar, ama asla MUTLAKLAŞTIRMAZ...


Sağlıkla, sanatla kalın.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU