Adalet devleti mümkün mü?

Abdülbaki Erdoğmuş, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: PixaBay

Adalet; her şeyi tam olarak yerine getirmek, herkesin hakkını vermek, hakça paylaşmak, hakkı güvenceye almak ve ölçülü davranmak şeklinde özetlenebilir.

Adaletin iki boyutu vardır. Birincisi eşitlik adaletidir. Eşitlik adaleti; insan hakları ve dolayısı ile insanlık değerleri açısından dil, din, cins, ırk gibi farklılıklarda ve "yurttaşlık" gibi aidiyetlerde hiçbir gerekçe ile ayırımcılık yapılmamasını gerektirir.

İkinci boyutu ise her somut olayda herkese somut olayın özelliğine göre: Emeğinin karşılığını, suçunun cezasını, liyakatinin uygun olduğu görevi verebilme adaletidir.

"Adalet devleti" arayışı ise alternatif bir model olarak ileri sürülmüş ve daha çok siyasetin konusu yapılmıştır. Oysa adalet, sadece siyasetin konusu değil, yaratılışın, evrenin ve bütün varlıkların 'ortak değeri' ve 'Mizan'ın gereğidir.

 Adil yönetim, adil yönetici, adil insan tanımını "Adalet devleti" ile özdeşleştirmek pek gerçekçi değildir. Adil yönetimler, adil idareciler, adil insanlar hep olmuşlardır ancak "Adalet devleti" hiç olmamıştır.

"Adalet devleti" söylemi çok idealist bir iddiadır. Adalet ve devlet bir arada, yan yana veya birlikte barışık yaşaması, ideal bir arayıştır ancak bugün itibariyle ütopiktir. Geçmişte örnekleri olmadığı için bir tasavvurdan öteye geçmemektedir.

Bu bağlamda, Jerome Deshusses'in "İnsanlık var olduğundan beri ne ideal sahipleri iktidar olabilmiştir ne de iktidarlar ideal sahibi..." sözünü çok anlamlı buluyorum.

Hz. Ali'nin (r.a) "devletin dini adalettir" ifadesi ise, yönetim sisteminin adalete dayanması ve yöneticinin adil olmasının zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Çünkü iktidarların, siyasetçi ve yöneticilerin inanç, din veya etnik aidiyetleri sorgulanmaz, adaleti sorgulanır.

Buna göre yönetimleri, yöneticileri ve karar vericileri meşrulaştıran dini, etnik aidiyeti, mezhep ve meşrebi değil, ehliyet, liyakat ve adaletidir. Ehil ve Adil olmayanın yönetme, yönetici olma hakkı yoktur, buna rağmen yönetiyorsa zorbalık ve zulümdür.

Kur'an'da buyurulan ayetlerde de muhatap devlet değildir, insanın kendisidir, yöneticiler ve sorumlulardır:

"Allah, size emanet edilen (şey)leri ehil olanlara tevdi etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. Allah'ın size yapılmasını tavsiye ettiği (şey), mutlaka en güzel (şey)dir: Allah, kesinlikle her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (Nisa/4:58)

Bir devletin meşruiyet kaynağı adaleti tesis edecek olun hukuktur. Adalet de hak sahibine hakkını, cezaya müstahak olana cezasını hukuk ile vermektir. Hukuk yoksa devletin meşruiyeti de yoktur..! Devlet gücüyle de olsa hak ve hukuk ihlali düzeni bozar, ifsadı yaygınlaştırır, devletin ve toplumun çöküşüne zemin hazırlar.

Adalet, İnsanlığın, Tevhidin ve Evrenin direğidir. Bu direk zayıfladığında Tevhid inancı da insanlık ve evren de çöker.! Adalet yalnız insanın değil, bütün varlıkların ortak ihtiyacı ve ortak paydasıdır.

Bugün ihtiyacımız olan; devlette hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, yönetimde dürüstlük ve adalet, yöneticilerde bilgi, liyakat ve emanet, siyasette çoğulculuk, ortak akıl, hürriyet, temsilde adalet gibi ilkeleri esas almaktır. Bu ilkelerle oluşan bir toplumsal bilinçle medeniyet inşası da mümkün olacaktır.

İnsanlığı kuşatacak olan evrensel hukuk olduğuna göre, devlette adaleti tesis edecek olan da hukuktur. Hukukun üstünlüğüne dayanan ve hukuk ile sınırlandırılmış devletlerde adalet inşası ve uygulaması mümkün hale gelebilir. Bu durumda dahi adalet ve devleti birlikte tanımlamanın doğru olmadığını düşünüyorum.

Orduları, bürokrasisi, finans ve vergi kurumları, egemenlik iddiası olan, içerde ve dışarıda çıkar kavgası veren, öldürücü silah üreten, satın alan veya satan, uluslararası ilişkileri ve ittifakları kuran devlet aygıtını "adalet devleti" tanımı içine almak nasıl mümkün olacaktır?

"Adalet devleti" yerine "hukuk devleti", yani hukuk ile sınırlandırılmış bir devlet iddiası taşımak daha doğru olur. Çünkü demokratik devletler, meşruiyetlerini hukuktan alır. Adaleti, mümkün olan en üst seviyede tesis etmeyi amaç edinen ise "hukukun üstünlüğü" prensibidir. İnsanlığın adalet yolunda ulaştığı en son merhale bu prensiptir.

Kuşkusuz, "hukukun üstünlüğü", bizim coğrafyamız insanları için hala bir öneme sahip değildir. Çünkü toplumsal ve kurumsal düzenimiz hala kabile yasalarına, yani üstünlerin ve güçlünün hukukuna dayanmaktadır.

Ulus/milli devletlerde hukuk, devlet ideolojisine göre şekillenmektedir. Dini hukuk ise, Emevi ve Abbasi, kısmen de Osmanlı toplumu için oluşturulan kanunlardan ibarettir.

Oysa coğrafyamız, özellikle Mezopotamya, dünyada (M.Ö.18.yüzyılda) yazılı kanunlarla ilk tanışan coğrafyadır. "Hamurabi Yasaları" olarak bilinen 182 maddeden oluşmuş çok sert kanunların ilk uygulandığı bir coğrafyaya ait olmamıza rağmen, bugün keyfi hukuk sistemi ile yönetilmiş olmamız bizim için bir utanç tablosu değil midir?

Mezopotamya'yı bilmeyeni Hamurabi kanunlarını nereden bilsin?

Kesin olan şudur ki; sistemde, devlette adaleti sağlama iddiasından önce hayatımızda, davranışlarımızda, ilişkilerimizde ve kararlarımızda 'Adil' olmamız gerektiğine inanmak ve adaletin gereğini yapmak zorunda olduğumuzu kabul etmeliyiz.

Aksi takdirde, bugün güç sarhoşluğuyla adaleti es geçerken, yarın adalete ihtiyaç duyacak hale gelindiğinde, adalet talebinin bir önemi olmayacaktır. Bu yüzden adalet arayışına kendi hayatlarımızdan başlamamız gerektiğine inanıyorum.

Adalet; din, sınıf, cinsiyet, renk, etnisite, coğrafya farkı gözetilmeksizin herkesin ve her kesimin ortak evrensel paydasıdır, barışın, birlikte yaşamanın yegâne teminatıdır.

Adaletten ancak zalimler ve suçlular korkar!

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU