İnsanın her gün kendisini yeniden tanımlamak zorunda kaldığı toplumlarda yabancılaşmam kaçınılamazdır. Egemen erkin makbul vatandaşı olabilmek için kendi kimliğini ya da kimliklerini sürekli bir bir şekilde "ama"larla imalardan kurtarmanın kaygısını taşıyan bireyin zaman içinde kimliksizleşme veya yabancılaşması mukadder hale gelmektedir. "Solcuyum ama komünist değilim." Ya da "müslümanım ama İslamcı değilim." Veya milliyetçiyim ama ırkçı değilim." Sonu, başını reddeden tanımlama cümleleri hem sınırlamayı hem de tahrifi beraberinde getirmektedir. Bu kaygı aslında makbul olma standardını oluşturanların testlerinden kaçma endişesi ve telaşından doğmaktadır. Kişi gide gide kendi orijinalliğinden utanır hale getirilmektededir. Jean Baudrillard: "Modernite kişinin kendi orijinalliğinden utanmasıdır" der. Standartın sahibi olan kültür ve medeniyet dairesi kendi barbarını oluşturmada çok mahir olduğundan zaman içerisinde barbar diye nitelenen de baştan çıkmışçasına efendisine dönüşmek için inanılmaz bir çaba içerisine girer. Çünkü kölenin rüyası efendisine benzemektir.Sonunda siyah olmaktan utanan zencilerin, çok çocuklu olmaktan utanan köylülerin, aksansız İngilizce konuşmak adına anasının dilini konuşamayan Hintlerin zihni dünyasına hızla evrilen aynîleşme problemi kasıp kavuruyor modern insanı. Marks sınıfsız toplum hayali kurmuştu ama herkesin aynîleşeceğini nereden bilecekti ki zaten.
Modern hayatın açıklanmasında kullanılan yabancılaşma kavramı çeşitli şekillerde ele alınabilir. Evvel emirde kişinin toplum hayatına doğal çevresine, kendisine ve kendi kişiliğine uyumsuz hale gelmesi olarak tanımlanabilir. Kişinin kendi emeği ile ürettiklerinin kendisine yalancı bir kimlik olarak yeniden dayatılması da kişiyi yalnızlığa itmekte; kişi ait olduğu topluma ve toplumun kültürüne düşman olabilmektedir. Bu da gide gide kişinin değerlerden, kurumlardan toplumsal örgüt ve katmanlardan uzaklaşması sonucunu doğurmaktadır. Bazı etnologlar insanı soğana benzetmişlerdir. Buna göre soğanın ortasında "soğanın cücüğü" diye anılan ince ana katman bireyin kendisidir. Sonra üzerine bir kat daha gelir ve onu sarmalayıp korur. Bu ikinci katman kişinin ailesidir. Sonra üçüncü katman gelir ki o da kişinin sülalesidir. Dördüncü katman, varsa, aşiretidir. Beşinci katman kabilesi, altıncı katman kavmi, yedinci katman miletti, sekizinci katman ümmeti dokuzuncu ve en son katman ise insanlığın hepsidir. Aslında birey bu katmanların sarmalayan ve koruyan kuşatıcılığı altında güven içinde yaşar. Bu katmanların oluşturduğu kimliklerin hiçbiri ötekisiyle çelişen bir karakter taşımazken yabancılaştırmanın metodu gereğince kimlikler anlamsızlaştırıldığında kişi soğan metaforu ile dile getirilen katmanların güveninin dışına itilmekte ve bütün katmanlarından dıştalanacak bir biçimde tersine soyularak ortada bir başına bırakılmaktadır. Marx, Kapital'de, kapitalist toplumda değişim değerinin, kullanım değeri üzerindeki egemenliğini ve parasal ilişkilerin yüceltilmesi yoluyla insani ilişkilerin ve kullanmadan doğan yararın yok olması olgusunu "Meta Fetişizmi" olarak nitelemişti. Lewis A.Coser yabancılaşmayı şöyle tanımlamıştır: "Yabancılaşma, insanın kendi yarattığı güçler tarafından yönetildiği ve sonunda kendilerinin yabancı bir güç haline geldiği durumdur". Coser’e göre, yabancılaşma sonunda yaratılan, yaratıcısının yöneticisi durumuna gelir. Bazı araştırmacılar putperstliğin kaynağını da insanın kendi ürettiğinin boyunduruğu altına girmesi olarak nitelemektedirler. Anlam hiyerarşisi bozulunca anlamsızlık dayatılmaktadır.Anlamsızlık yabancılaşmanın en başat belirtisidir. Çünkü üretimi ve pazarlamayı fetiş haline getiren kapitalist toplum ve bu toplumun kurumlarının elbirliği ile oluşturdukları "işe yarayan adam" tipolojisi bireyin kendi hayatı ve geleceği üzerine söz söyleme ya da belirleme hakkını elinden alarak kişiyi üretimin nesnesine dönüştürmekte ve bu da kişinin herşeyi ve herkesi anlamsız ve abes görmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu anlam yitimi kişide zamanla kaderinin başkalarının elinde olduğu ve kendisi dışındaki güçler tarafından belirlendiği zannını ya da duygusunu güçlendirmekte güçsüzlük sendromuna dönüşüp bir çeşit modern bir cebrî mantığını doğurmaktadır. Bunun en güzel örneğini Albert Camus Sisyphos Söyleni’nde dile getirmişti şöyle ki:
"Tanrılar, Sisyphos’u bir kayayı durmamacasına bir dağın tepesine kadar yuvarlayıp çıkarmaya mahkûm etmişlerdi, Sisyphos kayayı tepeye kadar getirecek, kaya tepeye gelince kendi ağırlığıyla yeniden aşağı düşecekti hep. Yararsız ve umutsuz çabadan daha korkunç bir ceza olmadığını düşünmüşlerdi, o kadar haksız da sayılmazlardı."
Özellikle varoluşçu filozoflar insanın, varoluşun karşısında rüzgârın önünde sürüklenen bir yaprak gibi olduğu şeklindeki önermelerini ispat etmed, Sisyphos Söyleni’ne baş vururlar. Herşey boş, herşey abes şeklinde açıklanabilecek bu kavram beraberinde kuralsızlığı ve ahlâkın ve toplumsal normların reddini de doğuracaktır. Bunu iki örnek üzerinden anlatmak mümkündür. Birincisi Albert Camus’nün Yabancı romanı üzerinden; ikincisi Franz Kafka’nın Değişim anlatısı üzerinden.
Albert Camus, genç kahramanı Meursault'nun (Mörso diye okunur) dış dünyayı algılaması ve çoklu dünyalara yabancı kalması üzerinden 20. Yüzyıl insanının yabancılaşmasını ele alır. Çünkü, Camus’nün şöyle bir önermesi vardır: "İnsan ne ise o olmayı reddeden tek hayvandır." Bu sözün içerik ve kapsamı hakkında söyleyeceklerimizi ve Kafka’nın böceğini yazının ikinci bölümüne ayırıp İsmet Özel’in şu dizelerini paylaşmak isteriz. Neden derseniz hakikatin kendisi onu söyleyenden daha önemlidir de ondan!
Haytanın biriyim ben, bunu bilsin insanlar
ruhumun peşindedir zaptiyeler ve maliye
kara ruhlu der bana görevini aksatmayan kim varsa
laboratuvarda çalışanlara sorarsanız
ruhum sahte
evi Nepal'de kalmış
Slovakyalı salyangozdur ruhum
sınıfları doğrudan geçip
gerçekleri gören gençlerin gözünde.
Acaba kim bilen doğrusunu? Hatta ben
kıyı bucak kaçıran ben ruhumu
sanki ne anlıyorum?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.