İslam ve devlet (9): Hz. Muhammed'in son dönemi; zımmilik ve cizye

Altan Tan Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Pixabay

Medine Vesikası ile Medineli müşrikler ve Yahudilerle sağlanan anlaşma birkaç yıl içinde bozulduktan sonra yeni bir döneme geçildi.

Yahudilerin Medine'yi terk etmeleri ve Medineli müşriklerin büyük bir kısmının kısa bir sürede Müslüman olmaları üzerine Medine şehri çok büyük oranda Müslümanlardan meydana gelen bir şehir haline geldi.

630 yılında Mekke'nin de fethedilmesinden sonra İslamiyet hızla tüm Arabistan'a hâkim olmaya başladı.

Bu yeni dönemde Müslümanların, Müslüman olmayanlarla (Yahudi, Hıristiyan, putperest, mecusi...) hukukları da yeni bir şekle bağlandı.

Bu bağlamda iki statü ortaya çıktı:

  1. Harbiler
  2. Zimmiler

"Harbiler" Müslümanlarla anlaşmayarak savaşan ve bu savaş sonucunda yenilen kişilerdir. Bu kişi ve toplulukların malları, gayrimenkulleri ve aileleri ganimet hükmündedir.

Zımmiler ise Müslümanlarla anlaşarak, Müslümanların egemenliği altında İslami hükümler doğrultusunda, belli kurallara göre yaşayan gayrimüslimlerdir.

"Zimmi" kelimesinin kökeni "zimmet"e dayanmaktadır ve kısaca, "kendisine güvence verilen, koruma altına alınan kişi" demektir.

İslam ülkesinde (İslam'ın hâkim olduğu topraklarda) Müslümanlarla birlikte ve Müslümanların güvencesi altında yaşayan Müslüman olmayan kişileri tanımlar.

Ehli Zimme (zimmi kişi), Müslümanların egemen olduğu toplumda barış içinde yaşayabilmek için, Müslümanlara her yıl belirlenen oranda; cizye adı verilen bir vergi verme mecburiyetindedir.

Bu konu ile ilgili dayanak Tevbe sûresinin 29. ayetidir:

Ehl-i kitap'tan Allah'a ve âhiret gününe (gerçek anlamda) inanmayan, Allah ve Resulü'nün yasakladığını yasak saymayan ve hak dine uymayan kimselerle, yenilmiş olarak ve kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın.


Tevbe sûresinin bu âyetinde müşriklerle Ehl-i kitap mensuplarının konumları birbirinden ayrılmış, Ehl-i kitap mensuplarının cizye ödemeleri şartıyla zimmî kabul edilecekleri belirtilmiştir.

Hz. Peygamber bu hükme istinaden Tebük Seferi esnasında Eyle, Ezruh, Cerbâ ve Dûmetül cendel; ertesi yıl Necran, Yemen, Bahreyn, Maknâ, Teymâ ve Hecer halklarıyla yaptığı barış antlaşmalarına cizye yükümlülüğünü koydurmuştur.

Adı geçen bölgelerde yaşayan gayri müslimlerin Ehl-i kitap olması cizye âyetine uygundu. Ancak Bahreyn, Yemen ve Hecer bölgelerinde Ehl-i kitap yanında Mecûsîler'le de zimmet antlaşması yapılmış ve Resûl-i Ekrem'in bu din mensupları hakkında, "Onlara Ehl-i kitap muamelesi yapın" emriyle kendilerinden cizye alınması uygulamasına gidilmiştir.

Ancak kadınlarıyla evlenilmesi ve kestikleri hayvanların yenilmesinin yasaklanması suretiyle Mecûsîler Yahudi ve Hıristiyan zümrelerinden ayrılmıştır. 

Gayrimüslim zümrelerden müşriklerin durumu ise Tevbe sûresinin ilk yirmi sekiz âyetinde farklı bir statüye bağlanmıştır.

Tevbe sûresinin ilk âyetine göre Kâbe'yi ziyaret için kendilerine izin verilip muahede yapılmış olan kişilerin antlaşma süreleri tamamlandıktan sonra Müslüman olmadıkları takdirde katledilmeleri emredilmiş, Kâbe'ye ve Mescid-i Harâm'a girmeleri kesinlikle yasaklanmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm din konusunda insanlara baskı yapılmasını kesinlikle yasaklamış "Müslümanlarla savaşmayan ve onları yurtlarından çıkarmayanlarla iyi ilişkiler kurulmasını ve kendilerine adaletli davranılmasını" istemiştir.

Ehl-i kitap içinde iyilerin ve kötülerin bulunduğunu, Müslümanların bunlara verdikleri sözü yerine getirmelerini zulmedenler dışında onlarla en iyi şekilde tartışılmasını tavsiye etmiştir.

Müslümanlar fethettikleri ülkelerde kalıp kendileriyle beraber yaşamayı kabul eden Hindular, Budistler ve Kuzey Afrika'daki putperest Berberîler gibi farklı din mensuplarıyla da cizye antlaşması yapmışlardır. 

Gayrimüslim tebaa ile yapılan zimmet antlaşması karşılığında onların yurt içinde ve dışında can, mal ve inanç hürriyetleri güvence altına alınmıştır.

Ayrıca iffetli Ehl-i kitap kadınları ile evliliğe, yemeklerinin yenmesine ve kendilerinin yemeğe davet edilmesine müsaade edilmiş, verilen sözlere uyulması emredilmiştir. 

Buna göre Müslümanlar cizyeyi gayrimüslimleri himaye karşılığında almış, kendilerini himaye edemedikleri durumlarda toplanan vergilerin iadesini de taahhüt etmişlerdir. 

Nitekim Hz. Ömer'in Suriye valisi Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Humus halkını Bizans'a karşı savunamayacağını anlayıp şehri terk etmek zorunda kalınca topladığı cizyeyi geri vermiştir.

Aynı uygulamanın Suriye'nin diğer şehirlerinde de yapıldığı bilinmektedir.

Hz. Peygamber zamanında yapılan cizye antlaşmalarında sabit bir miktar belirlenmemiş, bu uygulama Hulefâ-yi Râşidîn döneminde ve daha sonraki İslâm devletlerinde de devam etmiştir.

Yılda bir defa aynî veya nakdî, ferdî veya müşterek ödenmesi istenen cizye miktarları, bölgelere göre değiştiği bilinmektedir.

Resûl-i Ekrem'in Necranlı Hıristiyanlarla yaptığı antlaşmada cizye vergisi yanında faiz alıp vermemeleri, kendi elçilerini misafir etmeleri, öşür vergisi ödememeleri, askere alınmamaları, savaş durumunda ihtiyaç bulunduğu takdirde Müslümanlara zırh, at, deve vb. şeyleri ödünç vermeleri, bunların telef olması halinde bedelinin Müslümanlar tarafından kendilerine ödeneceği gibi bazı şartların da yer aldığı görülmektedir.

Burada dikkat çeken nokta zımmilerden yıllık alınan cizye vergisi dışında arazi ve ürün vergisi olan öşürün alınmamasıdır.

Sonraki yıllarda bu uygulama genişletilmiş, cizyenin yanında "Haraç" adı verilen arazi vergisi de alınmaya başlanmıştır.

Cizye gayrimüslimlerin âkıl bâliğ, hür, maddî gücü yerinde ve sağlıklı olan erkeklerinden alınır. Kaynaklarda farklı rivayetlere yer verilmekle birlikte kadınlardan, âmâ, felçli, yaşlı, çalışmaktan âciz, yoksul kimselerle kendilerini manastırlarda ibadete hasretmiş din adamlarından cizye alınmamıştır. 

Resûl-i Ekrem, zimmet antlaşmalarında yer alan talimatlarının dışında, zimmîye zulüm ve haksızlık yapan, ona gücünün üstünde sorumluluk yükleyen ve ondan arzusu dışında bir şey alan kimseye kıyamet günü bizzat kendisinin hasım olacağını söylemiş.

Bir zimmîyi haksız yere öldüren kimsenin kırk yıllık mesafeden duyulan cennet kokusundan mahrum kalacağını belirtmiştir. 


Dört Halife dönemi ve zımmilik

Hulefâ-yi Râşidîn döneminde Müslümanlar gerçekleştirdikleri fetihlerle Sâsânî İmparatorluğu'na son verip onun hâkimiyetindeki Irak, İran, Horasan ve Azerbaycan ile Bizans İmparatorluğu'na tâbi Suriye, Ürdün, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika'nın bir kısmı ve Kıbrıs dâhil Doğu Akdeniz'deki adaları İslâm ülkesine katmışlardır.

Buralarda yaşayan farklı milletlere ve dinlere mensup insanları zimmî statüsüne almak üzere bazı ciddi düzenlemeler yapılmıştır. 

Adı geçen bölgelerde oturan insanlarla onların toprakları ve servetleriyle ilgili düzenlemelere fetihlerden hemen sonra bilhassa Hz. Ömer döneminde başlanmıştır.

Fethedilen yerlerdeki halkın savaşmadan antlaşma yapmayı kabul etmesi durumunda sözlerine sâdık kaldıkları sürece esir ve köle muamelesine tâbi tutulmayacağına kendi istekleriyle İslâm'ı kabul ettiklerinde Müslümanlarla aynı haklara sahip olacaklarına, eski dinlerinde kalmak istediklerinde cizye ödemek şartıyla zimmî statüsüne alınmalarına karar verilen antlaşmalar yapılmıştır.

Buna karşılık barışa yanaşmayanlarla savaşa girilmiş, taşınır malları ganimet olarak alınmıştır. 

Hz. Ömer, savaşarak ele geçirilen bu yerlerde yaşayan insanların da barış yoluyla ele geçirilen yerlerin halkı gibi zimmî statüsüne dâhil edilmesini istemiş, ziraata elverişli bu toprakların haraç vergisi karşılığında eski sahiplerine bırakılmasını kararlaştırmış, bunun gerekçesini şöyle açıklamıştır: 

Eğer bu araziler sahipleriyle birlikte Müslümanlara paylaştırılırsa geriden gelecek Müslümanlar ve zimmîler konuşacak bir insan bulamayacakları gibi emeklerinin ürünü iş ve kazançlarından da faydalanamazlar; arazileriyle birlikte taksim edilen insanlar ise Müslümanlar sağ kaldığı sürece sömürülürler.

Sonuçta bizden sonra da çocuklarımız onların çocuklarını sömürmeye ve köle olarak kullanmaya devam ederler. Bu insanlar İslâm dini hüküm sürdükçe Müslümanların kölesi kalır; ben buna asla razı değilim.


Böylece Müslümanlar, fethettikleri yerlerdeki halkı tarih boyunca pek çok yerde yapıldığı gibi öldürme veya köleleştirme yoluna gitmemişler.

Kendilerine İslâm tebliği ulaştıktan sonra ileride ihtida edeceklerini umdukları için onları zimmî statüsüne alırken cizye yanında ekilebilir topraklarından yetişen ürünün cinsine göre, ister ekilsin ister ekilmesin, yılda bir defa değişik miktarlarda haraç almayı kararlaştırmışlardır.

Hz. Ömer'in, Hz. Ali'nin de katıldığı bu çok isabetli içtihadı tarihte İslam Hukuku açısından bir dönüm noktası olmuştur.

Bu uygulama ile sadece barış ile İslam egemenliğini kabul eden gayrimüslimler değil, Müslümanlarla savaşan ancak yenilerek Müslümanların egemenliği altına girmek zorunda kalan gayrimüslimler de "köle-esir" statüsünden zımmi statüsüne alınmış ve bu uygulama ile köleliğe büyük bir darbe vurulmuştur.

Yine Hz. Ömer, devletin hâkimiyet alanının genişlemesiyle yeni topraklarda yaşayan gayrimüslimlerin zimmî statüsünde her türlü ticarî faaliyeti serbestçe sürdürme imkânına kavuşmalarından sonra yüzde 5 ticaret malları vergisi alınmasını kararlaştırmıştır.

Diğer taraftan Hulvan, Kırmîsîn (Kirmanşah), Antakya, Beytülmakdis ve İskenderiye antlaşmalarında yeni ele geçen ve İslâm devleti sınırlarına dâhil edilen topraklarda yaşayan gayrimüslimlerin istedikleri takdirde mallarıyla birlikte yurtlarını terk edebilecekleri ve istedikleri yere güven içinde gitmelerine izin verileceği hükmüne yer verilmiştir.

Kudüs'ün barış antlaşmasını bizzat imzalamak ve şehri teslim almak için şehre gelen Hz. Ömer, şehrin piskoposu ile konuşurken namaz vaktinin girmesi üzerine kilisenin dışında namaz kılmayı tercih etmiş, piskoposun bütün ısrarlarına rağmen ne Kıyâme ne de onun yanındaki Kostantin kilisesine gitmiştir.

Onun bu davranışı, ileride gelecek Müslüman nesillerin kiliseleri kendileri için de ibadet yeri olarak kabul edip, Hıristiyanları oradan çıkarmaya teşebbüs edebilecekleri endişesinden kaynaklanmıştır. 

Nitekim sonraki yıllardaki Müslüman sultan ve padişahlar ele geçirdikleri ülkelerdeki birçok kilise ve havrayı camiye çevirmişlerdir.

Bazı antlaşmalarda zimmîlerden, kendi bölgelerindeki yol ve köprü yapımı, Mısır'daki antlaşmalarda ise zikredilen kanalların açılması gibi bayındırlık işleri, adalara geçiş gibi hizmetleri yerine getirmeleri de istenmiştir.

Hz. Ömer'in Nil'i Kızıldeniz'e bağlamak üzere açılacak kanal için öncülük yapan bir Kıptî'yi ve ailesini cizyeden muaf tuttuğu bilinmektedir. 

Zimmîler konusuna büyük hassasiyet gösteren Hz. Ömer, Suriye'de rastladığı âmâ bir Yahudi'nin dilendiğini görünce gençliğinde cizyesi alınan birinin ihtiyarladığında perişan durumda bırakılamayacağını söyleyerek kendisine beytülmâlin zekât gelirlerinden yardım edilmesini emretmiştir. 

Cizye toplarken dövme, hapsetme ve işkence yapma gibi davranışları şiddetle yasaklamıştır. 

Hz. Peygamber ve Hulefâ-yi Râşidîn döneminde zimmîlerin devlet hizmetinde çalıştıklarına dair örnek pek bulunmamaktadır.

Hz. Ömer, "Ey iman edenler! Müminleri bırakıp sakın kâfirleri dost edinmeyin, onlarla birlik olmayın" âyetini delil gösterip valisi Ebû Mûsâ el-Eş'arî'yi Hıristiyan kâtip kullandığı için azarlamış ve onu vazifeden almasını emretmiştir.

Diğer taraftan Hz. Ömer'in, hesap işleriyle ilgili hususlarda görüşlerinden faydalanılmak üzere Dımaşk'tan (Şam) bir Rum gönderilmesini valisi Muâviye'den (veya ağabeyi Yezîd'den) istediği de rivayet edilmiştir. 

Bunun gerçekleşip gerçekleşmediği bilinmemektedir.

Eğer meydana gelmişse bu konuyla ilgili eldeki tek rivayettir.

Dört  Halife döneminde cumhurun ittifakı idarede gayrimüslimlerin görev almamış olmalarıdır. Sonraki yıllarda bu konuda da önemli değişiklikler olmuş ve çok sayıda gayrimüslime idarede görev verilmiştir.


Dört  Halife sonrası sultanlar döneminde zımmilik

Hazreti Muhammed'in vefatı ve Dört Halife döneminden sonra zımmilerle ilgili bazı ilave yaptırımlar uygulamaya konulduğu görülmektedir.

Giyim kuşamları, binekleri, ibadethaneleri ve ibadetleri ile ilgili ilk dönemlerde görülmeyen sınırlamalar getirilmiş ancak farklı sultanlar döneminde bu yaptırımlar ya gevşetilmiş veya toptan uygulamadan kaldırılmıştır.

Bu uygulamaların bazıları şunlardır:

Zimmiler silah imal edemezler ve üzerlerinde silah da taşıyamazlar.

Alkollü içki içebilirler ancak satışını yapamazlar, uygulamada zimmîlerin meyhâne açmalarına izin verilmiş, ancak bu izin belli şartlara bağlanmıştır.

Açıktan kimseyi dinlerine davet edemezler.

Eski ibadethanelerini onarabilir ancak yeni kilise ve havralar inşa edemezler, namaz vakitleri dışında çan çalabilirler.

Müslümanlara benzer elbiseler giyemezler. Dini bayramları dışında çarşı ve pazarda haç ile dolaşamazlar, ayinlerini açıkta yapamazlar.

Osmanlı Şeyhülislamlarından Ebüssuûd Efendi'nin bir fetvasında, zimmîlerin yüksek ve gösterişli evler yapmaları, şehir içinde ata binmeleri, kıymetli elbiseler ve yakalı kaftanlar giyerek, ince tülbent, kürk ve sarık sarmaları yasaklanmıştır.

Osmanlı'da 18'nci yüzyıla ait kayıtlarda Müslüman evlerinin 12, zimmî evlerinin 9 zirâ yükseklikte olacağı sınırlaması
vardır.

Zimmiler, Müslüman köle ve câriyeler edinemezler.

Zimmilerin kendilerine has kıyafetler giymeye mecbur edilmeleri tarışmalıdır. Hz. Peygamber ve 4 Halife döneminde böyle bir uygulamaya rastlanmamaktadır.

Bu konuda ilk fetvalar İmam Ebu Hanife'nin öğrencilerinden Ebu Yusuf'a aittir.

Sonraki dönemlerde Muaviye'den itibaren gayrimüslimlere devlet kademelerinde görev verilmesi ise yaygın bir uygulamadır.

Abbasi halifesi Mu'tasım-Billâh'ın veziri Fazl bin Mervân Müslüman olmadan önce vezirlik makamına getirilen ilk kişidir.

Fâtımîler döneminde vezirlerin çoğu Hıristiyandır.

Halife Müstansır-Billâh'ın veziri Bedr el-Cemâlî, 1074 yılında Mısır'da Ermeniler'den oluşan bir ordu kurmuştur. 

Ünlü Ermeni tarihçi Urfalı Mateos (1070-1137), Sultan Melikşah'ın Hıristiyanlara merhametle muamele ettiğini ve halka baba gibi davrandığını bidirmektedir.

Sultan Melikşah devrinde İbn Allân adlı bir Yahudi'ye Basra mültezimliği verilmiş, Yahudi bu sayede zengin olmuş ve itibar kazanmıştır.

İslam yönetimi altında cizye vergisi vererek yaşayan zimmilerin bir kısmı kendi istekleri ile Müslüman olurken, bazıları da sırf zimmi vergisi vermemek için Müslüman olmaya başladı.

Bu durumda bazı valiler, Müslüman olan zimmilerden vergi almaya devam ettiler.

Ömer bin Abdülaziz, ehl-i zimme'den birçoğunun cizye vergisinden kurtulmak için Müslüman olduğunu yazan valisine, "Allah Muhammed'i (sav.) vergi memuru olarak değil İslâm'ı teblîğ için gönderdi. Kim Müslümanlığını ilân eder, sünnet olur, Kur'ân'dan birkaç sûre okuyabilirse, artık ondan cizye düşmüş olur" diye yazarak bu uygulamaya kesin bir şekilde son verdi. 

 

Devam edeceğiz...

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU