İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık’ı yeniden okumak

Ömer Faruk Topal Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Osmanlı’nın son asrı çok canlı ve önemli fikir hareketlerine sahne olmuştur ve bu hareketleri anlamak tarihimizi bilmemiz açısından büyük önem taşır. Ancak bu hareketler içine doğdukları tarihsel bağlamdan koparılır ve aşırı idealize edilirse tarihi açıklamak yerine örten bir perde halini alır. Örneğin İslamcılık, Türkçülük ve Batıcılık adında üç kategori belirleyip, tarihi figürleri yalnızca bu kategorilerin sınırları içinde değerlendirmek büyük bir hata olacaktır. Bunlar edebi ve fikri açıdan elbette önemli akımlardır, ancak iş devlet politikasına ve siyasete geldiğinde belirleyici olan şey önceden belirlenmiş ideolojik bir ajanda değil, çıkarlar ve rasyonel hesaplardır.

Örneğin II. Abdülhamid’i izlediği bazı politikalar nedeniyle İslamcılık “kutusuna” sokup bütün siyasetini buna göre açıklamaya çalışırsanız açıkta kalacak birçok mesele olacaktır. İslamcı bir padişahın medreselere ağırlık vermesi beklenirdi, oysa Abdülhamid döneminde tam tersi olmuştur. Abdülhamid döneminde büyük çaplı bir reform hareketi başlamış, bu hareketin en önemli parçalarından biri de eğitim reformu olmuştu. Ancak medreseler bu girişimin dışında bırakılmış, modern eğitim kurumlarının geliştirilmesi için büyük çaba gösteren devlet, medreseleri neredeyse görmezden gelmişti. Her ne kadar medreselerin mali işleri Evkaf Nezareti’nin, idareci ve müderrislerin ataması ise Şeyhülislam’ın yetkisinde olsa da merkezi devletin medreselerde verilen eğitim üzerindeki etkisi sınırlıydı. Yeni açılan modern okullarda öğretmenlerin atamalarından müfredata, sınavlardan mezuniyet şartlarına kadar her şey merkezi bürokrasi tarafından belirlenip sıkı bir kontrole tabi tutulurdu. Oysa medreselerde verilecek dersler, takip edilecek kitaplar ve mezuniyet şartları büyük oranda müderrislerin yetkisine bırakılmıştı. Yani devlet tam olarak kontrol edemediği medreseler yerine kendi denetimindeki okulları güçlendirmeyi çıkarları için daha uygun görmüştü. Burada merkeziyetçilik İslamcılığın önüne geçmişti.

Ayrıca medrese öğrencileri askerlik hizmetinden muaf tutulduklarından medreseye kaydolan her öğrenci devleti cepheye süreceği bir askerden ediyor, bu durum başta Abdülhamid olmak üzere devlet adamlarını rahatsız ediyordu. Bu sebeple sadece dersleri iyi olan öğrencilerin askerlikten muaf tutulmasına karar verilmiş, diğerlerinin ise muafiyetleri iptal edilmişti.  Abdülhamid daha sonra ulemanın desteğini kazanmak için bu karardan dönmüş olsa da hükümdarlığı boyunca başkentteki medrese öğrencilerinden rahatsızlık duydu. Onların Abdülaziz devrinde yaptıkları sokak gösterileri ve protestoların bilincinde olan Abdülhamid, medrese öğrencilerinin kendisine karşı bir hareketin içine girmesinden de çekiniyordu. 1890larda ulema ve medrese öğrencilerinin Abdülhamid’e karşı yapılacak bir darbenin içinde yer alacağına dair söylentiler çıkmış ve bunlar Avrupa basınında da yer almıştı. Bunun üzerine Abdülhamid Şeyhülislam Ömer Lütfi Efendi’yi görevden almakla kalmamış, medreselerin sıkı bir denetime tabi tutulması ve öğrenci sayılarının azaltılması konusunda sert tedbirler uygulamıştı.  Bu tedbirler arasında öğrencilerin İstanbul’dan zorla çıkarılması da vardı. 1892’de “İki gün zarfında on bine karib talebe-i ulum maunelere [mavnalara] irkab olunarak nefy-u teb’id [sürüp uzaklaştırmak] olunmak üzere vapurlara gönderildi”  ve ancak İstanbulluların büyük tepki göstermesiyle bu sürgün durduruldu. 

İslamcı bir padişahtan beklenecek bir başka politika dünyanın diğer yerlerindeki Müslümanlar ile iyi ilişkiler geliştirmek olurdu ki Abdülhamid bunu başarıyla yapmıştı. Dünyanın farklı yerlerindeki Müslümanlar ile Osmanlılar arasında ciddi bir iletişim kurulmuştu. Ancak buna uymayan durumlar da vardı. Örneğin başta İsmail Gaspıralı’nın çıkardığı Tercüman olmak üzere Rusya Müslümanlarının gazete ve dergilerinin Osmanlı topraklarına girişi yasaklanmıştı.  Çünkü İsmail Gaspıralı gibi isimler anayasal monarşiyi, parlamentarizmi ve siyasi özgürlükleri savunuyordu. 1907’de İsmail Gaspıralı Dünya Müslüman Kongresi’nin toplanması için çağrı yaptı ve bunun için çalışmaya başladı. Macar Türkolog Ármin Vámbéry Gaspıralı’nın Tercüman’da yayınladığı bu çağrıyı tercüme edip The Times’da yayınlayınca İngiltere’de büyük bir tartışma meydana geldi ve İngilizler bu faaliyetten rahatsızlık duydu.  Gaspıralı Müslümanların her yerde geri kaldığını, despotizm altında inlediğini, anayasa ve hürriyetten mahrum olduklarından hayatlarını tahakküm altında geçirdiğini söylemişti. Kongre’nin gerçekleşmesi için seçtiği Kahire’de görüşmeler yaptıktan sonra Kırım’a dönerken İstanbul’a uğramış ve burada Kongre için Osmanlı devletinin desteğini aramıştı. Osmanlı ise Gaspıralı’ya destek vermek şöyle dursun bu girişimine şüpheyle yaklaşmış, İstanbul’a varır varmaz peşine bir casus takmıştı.  Padişahın rahatsızlığı Gaspıralı’nın yaptığı çağrıdan rahatlıkla anlaşılabilir. Burada da mutlakiyetçilik İslamcılığın önüne geçmişti. 

Değinmemiz gereken diğer bir konu İttihat Terakki Cemiyeti’nin (İTC) Türkçülüğüdür. Eğer o dönemin aydınlarının yazdıklarına bakarsak ve bunların devletin politikasını yansıttığını varsayarsak İTC Türkçü bir siyaset takip etmiştir. Peki, arşiv belgelerine, resmi dokümanlara ve kurumlar arası yazışmalara bakarsak aynı sonuca ulaşabilir miyiz? Bu sorunun cevabı net bir şekilde hayırdır. Örneğin Osmanlı Hapishaneler İdaresi 1912 ile 1918 arasında her yıl imparatorluktaki hapishanelerde yatan mahkumların sayımını yaptı. Bu sayımlar mahkumlar hakkında detaylı bilgiler içeriyordu ve mahkumun milliyeti (milliyet-i mahkumin) de buna dahildi. Bu sınıflandırmada kullanılan kategoriler arasında Rum Katolik ve Protestan, Ermeni Katolik ve Protestan, Musevi, Bulgar, İranlı, hatta Alman, İngiliz ve Avusturyalı bile var ama Türk yok. Onun yerine İslam denmiş ve Türk, Arap ve Kürt mahkumların hepsi İslam sınıfı içine konulmuş.  Yani İTC 1918 gibi oldukça geç bir tarihte bile “Türk”ü bir siyasi kategori ve etnik kimlik olarak tanımamış, imparatorluktaki bütün Müslümanları “İslam” sınıfının içine koymuştur. Bu sebeple edebi ve kültürel bir hareket olan Türkçülük ile Türk milliyetçiliğini birbirinden ayırmak zorundayız.

İTC’nin Türkçü olduğunu verili kabul eden yazarlar İTC’nin Birinci Dünya Savaşı’nda İran cephesini açarak İran’daki Türklerle birleşmeyi ve İran üzerinden Orta Asya’ya bağlanmayı amaçladığını söylemiştir. Peki, Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi kişilerin İran Türkleri hakkında söyledikleri devlet politikasını ne kadar yansıtıyor, bunları kaynak almak ne kadar doğru? İran Türkleri ile birleşmek şöyle dursun, İTC’nin İran seferi boyunca temel politikası Sünni Kürt aşiretlerinin desteğini sağlamaktı. İran’ı işgal edip Orta Asya’ya uzanmak bir yana, Osmanlı idarecileri defalarca kez amaçlarının İran’daki Rus ve İngiliz kuvvetlerini İran’dan çıkarmak olduğunu, İran’daki Müslüman kardeşlerini “Hristiyanların ribka-ı esaretinden”  kurtarmayı amaçladıklarını söylemişti. Osmanlı hükümeti İran hükümeti ile sürekli iletişim halinde bulunmuş, bizzat Talat Paşa asla işgal amacı taşımadıklarını söylemiş  ve İran’ın toprak bütünlüğüne saygılı olduklarını belirtmişti. Hatta Said Halim Paşa İran’daki Osmanlı askerilerinin İran hukukuna tabi olduğunu, ele geçirilen yerlerdeki yerel idarecilerin Rus yanlısı olmamak şartıyla İranlılardan seçileceğini ve Osmanlı ordusunun kontrol altına aldığı yerlerde hükümet binalarına İran bayrağı çekileceğini söylemişti.  Üstelik bunlar kuru sözlerden ibaret değildi. Savaş sırasında bazı stratejik yerlerin kolayca ilhak edilebileceği durumlar oluşmuş, ancak İTC yönetimi buna karşı çıkmıştı. Örneğin Talat Paşa askeri bürokrasinin ısrarlarına rağmen Sine’nin işgal edilmesine onay vermemişti.   Yani İTC Türkçülük politikası takip etmek şöyle dursun, din kardeşliği kartını oynayarak İranlıları cihada katılmaya davet etmiş; İran Türkleriyle birleşmek şöyle dursun, Kürt aşiretlerinin desteğini kazanmaya çalışmıştı ve hiçbir zaman açık bir şekilde İran’ın toprak bütünlüğünü hedef almamıştı. 

Son olarak Batıcılık Atatürk’ü ne kadar anlatıyor, buna bir örnek üzerinden bakalım. Cumhuriyet’in ilanından sonra dilden Arapça ve Farsça kelimelerin atılıp Türkçe’nin sadeleştirilmesini Batıcılık politikası kapsamında değerlendirip bunun geçmişle bağı koparmak için yapıldığı yaygın bir kanaattir. Oysa bu hareket Batıcılığın değil milliyetçiliğin bir sonucudur. Milliyetçilik fikri bir milleti oluşturan bütün fertlerin birbiriyle alakadar olduğunu kabul eder. Milleti oluşturan fertler arasındaki iletişimi sağlayan şey de dildir. Bu sebeple konuşulan dili herkesin anlaması gerekir. Dilin sadeleştirilmesinin amacı dili sadece eğitimli ve merkezdeki kişilerin anladığı bir halden çıkarıp bütün milletin anlaşma aracı yapmaktır. Dilin sadeleştirilmesinin amacı Batılılaşmak, Osmanlı geçmişini silmek değil eğitimli-eğitimsiz, zengin-fakir, şehirli-köylü bir milleti oluşturan bütün fertleri birbirine bağlayacak bir dil oluşturmaktır. Üstelik bu durum Türkiye’ye özgü değildir. Bu dönemdeki birçok devlet aynı politikayı izlemişti. İran’da Pehlevi rejimi Farsça’yı sadeleştirmiş, Arap dünyasında lokal diyalektler ön plana çıkmıştı. Lübnanlı, Iraklı, Suriyeli aydınlar ve yazarlar sadece eğitimlilerin kullanabildiği standart yazı Arapçası yerine lokal diyalektleri kullanmıştı.

Bütün bu anlatılanlar gösteriyor ki, tarihi figürleri ideolojik kalıplara sokup bunların sınırlarına hapsetmek tarihin detaylarda gizli inceliklerini görmemize engel oluyor. Kanımca Abdülhamid İslamcı, İttihat Terakki Türkçü, Atatürk ise Batıcı değildir. Ortak noktaları devlet yönetimini merkezileştirmeyi ve rasyonelleştirmeyi amaçlamaları ve içinde bulundukları şartlarda bunun için en iyi olacağını düşündükleri yolu seçmeleridir. 
 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU