Çin, otoriter rejimler için ilham kaynağı oluyor

Nurettin Akçay Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Ocak ayının son günlerinden itibaren tüm dünya küresel bir salgınla yüzleşti ve salgının önüne geçmek için her ülke kendine has yöntemlerle mücadele etti.

Bazı devletler katı kısıtlamalarla yayılımı engellemeye çalışırken, bazılarının ise daha yumuşak önlemlere başvurduğuna şahit olduk.

Kimileri başarılı oldu, kimileri ise hala büyük kayıplar vermeye devam ediyor. Fakat salgınla mücadelede dünya Çin ve diğerleri diye ikiye ayrıldı.

Her ne kadar salgının ilk günlerinde gösterdiği tutum nedeniyle eleştirilmeyi hak etse de Çin, salgının önüne geçmede ciddi bir başarı sağladı ve kısa bir sürede vakaları sıfırlamayı başardı.

Böylece otoriter bir rejim, demokrasiler karşısında kesin bir zafer elde ediyor ve bu da doğal olarak yeni bir tartışmanın doğmasına neden oluyordu.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Çin’in başarıları sonrasında, ben de dâhil dünyada birçok kişi Pekin’in yöntemlerini ele alan yazılar kaleme aldık.

Belki bizi Çin’in propaganda aygıtının bir çalışanı olarak gördünüz; fakat Çin’de yaşayan ve durumu yakından gözlemleyen biri olarak, bu başarıya kendi deneyimlerimle şahit oldum diyebilirim.

Çin’in başarısı yadsınamaz bir gerçekken, bu durumun otoriter ve liberal rejimler kavgasına dönmesi de kaçınılmazdı. 

Salgınla mücadelede demokratik rejimlerin başarısızlığı tartışmaları çok yapıldı. Bu sebeple yeniden alevlenen bu konuyu salgından bağımsız bir şekilde Çin’in başarıları otoriter rejimlere ilham kaynağı mı oluyor tartışması üzerinden yapmak istiyorum.


Demokrasi ve kalkınma arasındaki bağlantı 

Çin’in otoriter rejimler için ilham kaynağı olduğu tartışması uzun zamandır konuşulan bir konu ve tartışmanın esası Çin’in son 40 yıldaki ekonomik kalkınmasına dayanıyor.

Demokrasi ekonomik kalkınmanın ön şartıdır gibi bir algı var olduğu için de Çin örnekliği burada farklı bir yere oturmaktaydı.


Aslında gelişmiş ülkeler incelendiğinde ekonomik kalkınma ile özgürlükler arasında pozitif bir ilişki olduğu görülebiliyordu.

Fakat "Özgürlükler, ekonomik kalkınmanın ön şartı mıdır" sorusu rahatlıkla cevaplanabilecek bir soru değildi.

Açıkçası her ne kadar demokrasi ve kalkınma arasında doğrusal bir ilişki var gibi görülse de kesin bir nedensellikten söz edilemezdi. Özellikle de Çin örnekliği karşımızda dururken. 


Çin’e geçmeden önce günümüzün demokratik ve kalkınmış ülkelerinin çoğunun gelişim süreçlerini 18 ve 19'ncu yüzyılda gerçekleştirdiğini de bilmek gerekiyor.

18 ve 19'ncu yüzyılda Avrupa köle ticareti ve sömürgecilik yapıyor, işçi ve çiftçiler üzerinde baskı kuruyordu. Konuşma özgürlüğü ve seçim yoktu.

ABD, 19'ncu yüzyılda, işçilerin günde 14-16 saat çalışmak zorunda kaldığı ve hiçbir kadının oy hakkına sahip olmadığı bir ülkeydi.

Japonya, 19'ncu yüzyılın sonu 20'nci yüzyılın başında bu süreci yaşadı ve bu dönemde Japonya'da kanlı ve militarist bir yönetim mevcuttu.

Güney Kore, 1970'lerde, Park Chung-Hee gibi bir diktatörün döneminde bu süreci tamamladı. Singapur, Lee Kuan Yew'in diktatörlüğü altındaydı.

Tayvan'da, diktatör Chiang Ching Kuo bulunuyordu. Özetle bugün gördüğünüz gelişmiş ülkelerin tümü, ekonomik kalkınma hamlelerini yaptıkları dönemde çok da demokratik bir rejime sahip değillerdi. 


Çin’e dönersek, Çin şu an demokrasi ile yönetilmeyen ve parti yönetimine karşı eleştirinin kamusal alanda mümkün olmadığı; fakat ekonomik kalkınma ve büyümesi tüm dünyada gıpta ile izlenen bir ülke.

1978’de 158 milyar dolar olan Çin GDP’si 2018’de 13,1 trilyon seviyesine gelerek dünyanın en büyük ikinci ekonomisi oluyordu.

Çin’in küresel ekonomideki payı yine bu dönemde yüzde 1,8’den yüzde 15’lere çıkmıştı. Günümüzde Çin, dünyanın en büyük üreticisi, ihracatçısı, en fazla yabancı yatırım alan ikinci ülkesi ve en fazla döviz rezervine sahip ülkesidir.

Kısacası demokrasi ile yönetilmeyen fakat hızla dünya ekonomisini domine eden bir ülke ile karşı karşıyayız.  


Öte yandan ekonomik kaynakların adil dağılımı da otoriter rejimler için yapılan bir başka eleştiri konusu.

Zira otoriter rejimlerde gücün daha az sayıda insanda bulunmasından dolayı ekonomik kaynakların da daha az kişiye ulaşacağı ifade edilmekte.

Fakat Çin’in bununla ilgili de başarılı bir hikâyesi bulunuyor. Her ne kadar Çin’de bölgeler arası gelir farklılığı hala ciddi bir sorun olsa da, Pekin yönetiminin fakirlikle mücadele programı ekonomik kaynakların daha fazla kişiye ulaşması açısından dünyaya yeni bir anlatı sunuyor. 


1990’da Çin nüfusunun yüzde 61’i fakirlik sınırındaydı. 2002 yılına geldiğimizde bu sayı yüzde 30’a kadar geriledi. Ve 2015’de fakirlik sınırında yaşayan Çinli sayısı sadece yüzde 4’dü.

2019’a geldiğimizde ise kırsaldaki yoksulluk oranı yüzde 0,4’e kadar gerilemişti. Tabi hala milyonlarca Çinli fakirlikle mücadele ediyor; fakat Çin’in hedefi önümüzdeki süreçte bu sayıyı sıfırlamak. 


Burada şöyle bir parantez açmak da gerekiyor. Çin’de yoksulluk sınırı yılda 2300 yuan ve sadece bu sınırı geçtikleri için yüz milyonlarca insanın yoksulluk sınırından kurtarılmış gibi göründüğü biliniyor.

Hatta Çin Başbakanı Li Keqiang daha önce ülkede 600 milyon kişinin ayda 1000 yuandan (143 dolar) daha az kazandığını ifade etmişti.  

Bu sebeple Çin’in fakirlikle mücadele konusu üzerinde uzun uzun konuşulması ve tartışılması gereken bir konu.

Ancak her şeye rağmen Pekin’in yoksulluk ve yolsuzlukla mücadelede belli bir çaba içerisinde olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.

Bu da kaynakların daha fazla insana ulaşması noktasında Çin’in diğer otoriter rejimlerden ayrıldığını göstermesi açısından son derece önemli. 


Çin’in akademik başarıları 

Bir diğer konu özgürlük ve akademik başarı arasındaki bağlantı. Bildiğiniz gibi, üniversitelerin anayasal sınırlar içerisinde hiçbir etki altında kalmaksınız bağımsız hareket etmeleri bilimsel bilginin üretiminde ve akademik başarının sağlanmasında çok önemli bir konudur.

ABD ve Avrupa’daki birçok üniversitenin başarısının altında yatan en önemli sebeplerden biri de buradaki hükümetlerin akademik özerklik konusuna gösterdikleri hassasiyettir.

Ancak Çin bu konuda da farklı bir tablo koyuyor önümüze. 


Çin, üniversiteler üzerindeki devlet kontrolünün en yoğun olduğu ülkelerden biri. Her üniversitede parti temsilcisi bulunmakta ve her üniversite parti tarafından sıkı bir şekilde kontrol edilmekte.

Salgın döneminde virüsün kaynağı ile ilgili devlet onayı olmadan araştırma yapılamayacağı haberlerini dahi okuduk.

Öte yandan birçok üniversite partiye tam bağlılıklarını bildirirken, Çin’in hatta dünyanın en iyi üniversitelerinden biri olan Fudan Üniversitesi (dünyanın en iyi ilk 100 üniversitesi arasında) geçen yıl üniversite tüzüğünde bulunan düşünce özgürlüğü ibaresini sildiğini duyurmuştu.

Hatta sadece Fudan Üniversitesi değil, Çin’de bulunan birçok üniversitenin tüzük değişikliğine gittiği biliniyor. 


Hal böyleyken karşımıza akademik başarının olmadığı, dünya sıralamasında gerilerde olan üniversiteler çıkmasını bekliyoruz; ama durum bunun tam tersi.

Dünyanın en iyi 400 üniversitesi arasında 49 Çin üniversitesi bulunuyor. İlk 50’de 2, ilk 100’de 6, ilk 1000’de ise 144 Çin üniversitesi var.

Yine Çin 2017 yılında ABD’yi geçerek dünyada en fazla bilimsel yayın yapan ülke oldu.

Her ne kadar bilimsel yayın sayısı üniversitelerin akademik başarısını göstermesi açısından yeterli olmasa da en çok alıntılanan yayınlar listesinde de Çin’in hızlı bir şekilde yükseldiğini görüyoruz.

Çin bilimsel yayınlarına en çok atıf yapılan ülkeler sıralamasında şu an beşinci sırada bulunuyor. 


Sonuç olarak, son 40 yılda ekonomiden, eğitime, teknolojiden, sağlığa kadar her alanda büyüyen bir Çin gerçekliği var karşımızda.

Çin bunu yaparken belli ölçütlerde kendini dünyaya adapte edip sistem içerisinde hareket etmeye çalıştı; ama hiçbir zaman tek parti rejiminden ve partinin üstünlüğünden taviz vermedi.

Ve şimdi Çin’in bu hikayesi dünyadaki birçok otoriter ya da rekabetçi otoriter rejim tarafından yakından takip ediliyor. Özellikle Ortadoğu’daki birçok ülke için Pekin’in anlatısı büyük bir ilham kaynağı oluyor.

İşte bu yüzden ABD sürekli Çin’in demokrasiler için bir tehdit olduğunu söylüyor ve Pompeo gittiği her ülkede demokrasi ve tiranlık arasında seçim yapılması gerektiğini ifade ediyor. 

Uzun lafın kısası, bu tabloya baktığımızda belki de modern dünya Fukuyama’nın dediği gibi “Tarihin Sonu”nu falan yaşamıyordur demek geliyor insanın içinden.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU