Avrupa’da son dönemde yalnızca savunma politikaları değil, bu politikaların kamuoyuna nasıl anlatıldığı da dikkat çekici biçimde değişiyor. NATO Genel Sekreteri Mark Rutte’nin Rusya vurgulu açıklamaları, Fransa Genelkurmay Başkanı’nın “yüksek yoğunluklu çatışma” uyarıları ve Almanya’da savunma politikasının “savaş-ehliyeti” (kriegstüchtig) kavramı etrafında yeniden çerçevelenmesi, ortak bir dilin giderek kurumsallaştığını gösteriyor.
Bu dil, salt teknik güvenlik değerlendirmelerinin ötesinde, Avrupa toplumlarını uzun vadeli bir dönüşüme ikna etmeyi amaçlayan sistemli bir anlatı inşasına işaret ediyor.
Askerî riskten siyasal anlatıya
Mevcut askerî tabloya bakıldığında, Rusya’nın yakın vadede Avrupa’ya yönelik doğrudan ve kapsamlı bir saldırı başlatması düşük olasılıklı bir senaryo olarak değerlendiriliyor. Güç dengesi, NATO’nun konvansiyonel üstünlüğü ve böyle bir çatışmanın Moskova açısından taşıyacağı yüksek maliyetler, bu ihtimali sınırlıyor. Rusya da resmî söyleminde böyle bir niyeti olmadığını vurguluyor.
Buna rağmen Avrupa’da “savaş ihtimali” söylemi istikrarlı biçimde yükseliyor. Bunun nedeni, güvenlik bürokrasilerinin yalnızca olasılık hesabı yapmaması. Asıl belirleyici olan, düşük olasılıklı ama gerçekleştiğinde son derece yıkıcı sonuçlar doğurabilecek senaryolara karşı hazırlıksız yakalanma korkusu. Ukrayna savaşı, Avrupa’nın savunma sanayii kapasitesi, mühimmat stokları ve insan gücü açısından ne kadar kırılgan olduğunu görünür kıldı.
Ancak bu teknik tespit, tek başına bugünkü sert ve kapsayıcı söylemi açıklamaya yetmiyor.
“Savaş ihtimali” bir anlatı olarak ne işe yarıyor?
Avrupa hükümetleri ve kurumları, güvenlik alanındaki bu yeniden yönelimi yalnızca kararlarla değil, güçlü bir stratejik iletişim çerçevesiyle birlikte yürütüyor. “Savaş ihtimali” bu çerçevenin merkezinde yer alıyor.
Bu anlatı üç temel işlev görüyor.
Birincisi, bütçe tercihlerinin meşrulaştırılması. Savunma harcamalarının kalıcı biçimde artırılması, normal koşullarda kamuoyunda ciddi tartışmalar yaratır. Eğitim, sağlık ve sosyal harcamalar üzerindeki baskı da benzer şekilde siyasal maliyet üretir. Güvenlik tehdidi vurgusu ise bu tercihleri “zorunlu fedakârlık” olarak sunmayı kolaylaştırıyor. Savunma artık ideolojik bir tercih değil, kaçınılmaz bir gereklilik olarak çerçeveleniyor.
İkincisi, toplumsal beklentilerin yeniden ayarlanması. “Hazırlıklı toplum”, “dirençlilik” ve “ulusal seferberlik” gibi kavramlar, Avrupa vatandaşına daha belirsiz, daha riskli ve daha pahalı bir dönemin normal olduğu mesajını veriyor. Kriz ihtimali, istisnai bir durum olmaktan çıkarılıp gündelik siyasal dilin parçası hâline getiriliyor.
Üçüncüsü ise devlet kapasitesinin genişletilmesi. Güvenlik söylemi, daha merkeziyetçi karar alma süreçlerini, daha güçlü yürütme yetkilerini ve daha yoğun gözetim uygulamalarını meşrulaştıran bir çerçeve sunuyor. Bu durum, demokratik denge açısından yeni tartışmaları da beraberinde getiriyor.
Zorunlu askerlik ve “toplumsal hazırlık”
Fransa ve Almanya’da yeniden gündeme gelen zorunlu askerlik ya da genişletilmiş yedek sistemi tartışmaları, bu anlatının somut yansımalarından biri. Resmî gerekçe personel ihtiyacı ve caydırıcılık kapasitesinin artırılması olsa da tartışmanın yalnızca askerî boyutla sınırlı olmadığı görülüyor.
Bu modeller, toplum ile ordu arasındaki mesafeyi azaltmayı, yurttaşları uzun süreli kriz fikrine alıştırmayı ve “ulusal görev” kavramını yeniden merkezileştirmeyi hedefliyor. AB düzeyinde önerilen sivil hazırlık rehberleri ve kriz dayanıklılığı planları da benzer bir mantığın ürünü. Sivil ve askerî alanlar arasındaki sınırlar daha geçirgen hâle geliyor.
Güvenlik söylemi ve demokrasi dengesi
Bu stratejik iletişim çabasının en hassas noktası, demokratik alan üzerindeki etkisi. Olağanüstü tehdit vurgusu, eleştirinin ve muhalefetin daha kolay “ikincil” hâle gelmesine yol açabiliyor. “Ulusal birlik” söylemi, siyasal çoğulculuğu sınırlayan bir çerçeveye dönüşebiliyor.
Avrupa demokrasileri zaten popülizmin yükselişi, kurumsal güven erozyonu ve sosyal kutuplaşma gibi sorunlarla karşı karşıya. Güvenlik merkezli anlatı, bu kırılgan ortamda devlet otoritesini güçlendiren bir araç olarak öne çıkıyor.
Rusya faktörü ve güvenlik ikilemi
Rusya’nın bu anlatıdaki rolü de dikkatle ele alınmalı. Moskova’nın doğrudan saldırı ihtimali düşük görülse bile, askeri kapasitesi ve geçmişteki hamleleri Avrupa’da kalıcı bir belirsizlik algısı yaratıyor. Aynı zamanda Rusya da kendi iç kamuoyunda “Batı tehdidi” söylemini kullanarak güvenlikçi politikalarını gerekçelendiriyor.
Bu durum, klasik bir güvenlik ikilemine işaret ediyor: Taraflardan biri savunma amaçlı adımlar attığını söylerken, karşı taraf bu adımları tehdit olarak algılıyor ve kendi sertleşmesini meşrulaştırıyor.
Asıl mesele ne?
Avrupa’da yaşananları yalnızca “yakın savaş hazırlığı” olarak okumak eksik kalır. Asıl mesele, Avrupa’nın barışın otomatik olduğu varsayımını terk ederek, belirsizliğin kalıcı olduğu bir dünyaya uyum sağlamaya çalışmasıdır.
“Savaş ihtimali” anlatısı, bu uyum sürecinin merkezinde yer alan bir stratejik iletişim aracıdır. Hem güvenlik politikalarını hem de toplumsal ve ekonomik dönüşümü aynı çerçevede meşrulaştırır.
Önümüzdeki dönemde temel soru şudur: Bu anlatı ne ölçüde geçici olacak ne ölçüde kalıcı bir yönetim paradigmasına dönüşecek? Güvenlik adına atılan adımlar, sosyal devlet ve demokratik denge üzerinde nasıl bir iz bırakacak? Avrupa’nın geleceği, bu sorulara verilecek yanıtlarla şekillenecek.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish