1985 yılı, Sovyetler Birliği açısından sıradan bir takvim yılı olmanın çok ötesinde, uzun yıllar boyunca halının altına süpürülen sosyal krizlerin çeşitli biçimlerde gün yüzüne çıktığı ve Birlik'in ekonomik olarak geri dönülemez nitelikte bir darboğaza girdiği kritik bir dönemeçti.
SSCB doğumlu ünlü tarihçi Vladislav M. Zubok'un da söylediği üzere, söz konusu zaman diliminde iş başı yapan Mihail Gorbaçov ve onun "liberal" kadroları, Perestroyka (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) adı altında başlattıkları müdahalelerle Sovyet sistemindeki tıkanıkları "kendilerine has" bir biçimde gidermeyi denedi.
Ancak çok geçmeden bu "zamansız" reformasyon girişimleri ne ekonomik planlamada ne de sosyopolitik arenada istenen etkiyi yaratmayı başarabildi.
Doğu Avrupa'daki sosyalist rejimlerin birer birer dağılması, Berlin Duvarı'nın son derece "acı verici" bir biçimde yıkılması ve kızıl bayrağa bağlı diğer sosyalist cumhuriyetlerde rejim karşıtı hoşnutsuzlukların katlanarak tavan yapması da modern çağın en iddialı toplum mühendisliği projelerinden birinin çözülüşünü kaçınılmaz hale getirdi.
İşte tam da bu noktada bu haftaki yazımın amacı, 1980'li yıllar itibarıyla belirginleşen yapısal sorunların Sovyetler Birliği'ni nasıl hızla çöküşe sürüklediğini sosyolojik bir bakış açısıyla irdelemek ve Yeltsin sonrası dönemde teşekkül eden Yeni Rusya'nın yönetici kadrolarının bu hatalardan ne ölçüde ders alıp ülkelerini yükselişe geçirdiğini kapsamlı bir şekilde incelemek olacaktır.
Öyleyse başlayabiliriz.
Bölüm 1: SSCB'nin güçlü yanları
20'nci yüzyıl boyunca Sovyetler Birliği, yalnızca askeri kudretiyle değil; aynı zamanda endüstriyel kapasitesi, çalışkan iş gücü, bilimsel ilericiliği ve toplumsal kalkınmayı önceleyen sosyal politikalarıyla Batı "emperyalizmine" karşı küresel bir güç odağına dönüştü.
Ünlü Sovyetolog Robert Conquest'in de ifadesiyle, 1930'lardan itibaren uygulamaya konulan planlı ekonomi modeli (ya da 5 Yıllık Kalkınma Planları); özellikle ağır sanayi, enerji, madencilik ve savunma teknolojileri alanlarında kayda değer sonuçlar doğurdu.
Tüm bunlara ek olarak II. Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği yalnızca Büyük Vatanseverlik Savaşı'nın getirdiği sosyoekonomik tahribatı onarmakla kalmadı, aynı zamanda uzaya Sputnik-1'i fırlatarak ilk yapay uyduyu gönderen ve Yuri Gagarin ile ilk insanlı uzay uçuşunu gerçekleştiren ülke olarak adını beşeriyet tarihine altın harflerle yazdırdı.
Nükleer teknoloji, "ince işçilik" gerektiren füze programları ve mühendislik alanındaki iddialı atılımlar, Sovyet modelinin hem Batı'da hem de Batı dünyasının kapsama alanı dışında kalan birçok ülke tarafından hayranlıkla takip edilmesine yol açtı.
Eğitim ve sağlık alanlarında uygulanan "önce insan" odaklı hümanist politikalar, kitlelerin okuryazarlık seviyesini ve ortalama yaşam seviyesini küresel ölçekte rekor düzeylere taşıdı.
Devlet tarafından finanse edilen ücretsiz ve zorunlu eğitim sistemi ve tarım sektöründe yürürlüğe koyulan kolhoz ve sovhoz modelleri, kaliteli toplu üretim ve Marksist-Leninist bilince sahip nitelikli bir işçi sınıfının oluşması yolunda bir nevi katalizör işlevi gördü.
Başka bir deyişle Sovyet ideolojisi, Anglo-Amerikan menşeli bireyselciliğin karşısına kolektif diğergamlığı yerleştirerek "İdeal Tip Sovyet İnsanı" (homo-sovieticus) modelini inşa etmeyi hedefledi.
Lewis H. Siegelbaum ve Ronald Grigor Suny'nin Making Workers Soviet: Power, Class and Identity adlı eserlerinde de çeşitli şekillerde dile getirdikleri üzere, politbürodaki politika yapıcılar Sibirya'daki proleteryadan Leningrad'daki nomenklaturalara kadar tepeden tırnağa disiplinli, fedakâr ve ideolojik olarak tutarlı bir kitle yaratmaya çalıştı.
Bölüm 2: SSCB'nin zayıf yönleri
Buna karşın, tüm bu güçlü yanlara rağmen Sovyet sisteminin "Aşil tendonu" (ya da en zayıf noktası) aşırı merkeziyetçilik olarak tanımlanabilirdi.
Robert Strayer tarafından kaleme alınan Why Did the Soviet Union Collapse? Understanding Historical Change adlı kitabın da biz okuyuculara etraflıca aktardığı üzere, GOSPLAN tarafından orkestre edilen merkezi planlama mekanizması başlangıçta kolektif kalkınmayı mümkün kılmış olsa da mezkûr yapı zaman içinde esnekliğini kaybetti, sınai üretimi beş yıllık katı hedeflere mahkûm etti.
Bu durum inovasyon ve girişimcilik ruhunu sistematik olarak sönümlendirdi.
Tüketim mallarındaki kronik kıtlık, uzun kuyruklar ve çeşitli alanlarda teknolojik geri kalmışlık, toplum içerisinde derin bir hoşnutsuzluğa da yol açtı.
Ekonomik kaynakların büyük bir bölümünün savunma sanayisine hesapsızca aktarılması kaynaklı konut sorunu, altyapı eksiklikleri gibi sosyal problemler üretimdeki düşüşü giderek kronik hale getirdi.
Siyasal hayatın tek bir partiye bağlı olması gibi, "ayak bağı" faktörler de karar alma süreçlerini dar bir bürokratik oligarşinin insafına bıraktı ve toplumun siyasal katılım kanalları büyük ölçüde kapatıldı.
Zaman zaman o ya da bu şekillerde baş gösteren reform girişimleri de sistem içindeki statükocular tarafından şiddetle baskılandı; ideolojik dogmatizm, düşünsel esnekliği ortadan kaldırdı.
Gorbaçov döneminin Perestroyka ve Glasnost'u bu durağanlığı aşmayı hedeflese de reformların kontrolsüz ve zamansız uygulanışı, katı olan her şeyi buharlaştırdı ve sistemin çöküşünü hızlandırdı.
Buna ek olarak Sovyetler Birliği çok sayıda etnik ve ulusal kimliği bünyesinde barındıran karmaşık bir federasyondu.
Berlin Duvarı'nın yıkılmasının ardından Baltık cumhuriyetleri, Kafkasya ve Orta Asya gibi coğrafyalarda yerel kimliklerin giderek güç kazanması gibi gelişmeler; bağımsızlık taleplerini yükseltti, merkezle çevre arasındaki bağları geri döndürülemez biçimde kopardı.
Bölüm 3: Yeltsin Rusya'sı: Oligarkların yükselişi ve Rus Devleti'nin yağmalanması
1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla kurulan "yeni" Rusya Federasyonu, tarihin belki de en sancılı geçiş dönemlerinden birine ev sahipliği yaptı.
Boris Yeltsin yönetiminin uyguladığı neoliberal reformlar; devlet kontrolündeki dev sanayi kuruluşlarının bir gecede özelleştirilmesi gibi stratejik hatalar ve çoğunluğu IMF ya da Dünya Bankası kökenli Batılı danışmanların dayattığı "şok terapi" reçeteleri, toplumu temelden sarstı.
1998 ruble kriziyle birlikte hiper enflasyon zirve yaptı, milyonlar sefalet içerisinde bırakıldı, sosyal güvenlik ağları çöktü ve Rus halkı asgari barınma ihtiyaçlarını karşılayamadı.
Bunlar da yetmezmiş gibi Rusya'nın enerji kaynakları, madenleri, televizyon kanalları ve bankaları oligark adı verilen küçük bir "elit" zümrenin eline geçti.
Bu oligarklar da servetlerine servet ekleyerek devleti bir kukla oynatıcısı edasıyla yönetmeye başladı. Yeltsin yönetiminin "basiretsizliği" ve "dağınıklığı" yalnızca ekonomiyi değil, siyasal otoriteyi de zayıflattı ve Rusya'nın uluslararası ilişkiler sistemindeki prestijini yerle yeksan etti.
Çeçenistan'da yaşananlar problemler de Rusya Federasyonu'nun hem içeride hem dışarıda kontrol kabiliyetini kaybetmesine vesile oldu ve bir zamanların gururlu Sovyet yurttaşları bir anda kimliksiz birer hiç kimseye dönüştü.
Bölüm 4: Putin dönemi: Devletin restorasyonu ya da ideolojik yeniden doğuş
Tam da bu keşmekeşlik içerisinde, 2000 yılında Kremlin'e ayak basan eski KGB subayı Vladimir Vladimiroviç Putin, yalnızca yeni bir devlet başkanı değil; Rusya'nın kaybolmuş milli birlik beraberlik ruhunu yeniden diriltmeyi amaçlayan bir lider olarak sahneye çıktı.
Steven Lee Myers'ın da The New Tsar: The Rise and Reign of Vladimir Putin adlı kitabında çeşitli şekillerde bahsini geçirdiği üzere, Vladimir Putin'in en temel adımı, merkezi otoriteyi yeniden tesis eden "dikey iktidar" modelini kurmak oldu.
Başıbozukluk yapan siyasi aktörler ya susturuldu ya da merkeze (Kremlin'e) bağlandı.
Oligarklar biat ettirilerek ya sistemin bir parçası haline geldi ya da aforoz edildi.
Gazprom ve Rosneft gibi stratejik enerji devleri tekrar devlet kontrolüne alınarak ekonomik "müstakillik" yeniden sağlandı.
Böylece 1990'ların dağınık, kontrolsüz liberalizminin yerini disiplinli ve otoriter bir devlet kapitalizmi aldı.
Bu dönüşüm yalnızca kurumlarla sınırlı kalmadı; yönetici kadrolar da baştan aşağı yeniden şekillendirildi.
Kremlin'in çekirdek yönetimi, eski KGB kökenli siloviklerden oluşturulmaya başlandı.
Igor Seçin, Nikolay Patruşev, Sergey Şoygu gibi isimler, devletin güvenlik ve strateji aygıtını omuzladı.
Bunun yanında Putin'in St. Petersburg yıllarından tanıdığı Dmitri Medvedev, Aleksey Miller ve Sergey İvanov gibi çalışma arkadaşları stratejik mevkilere yerleştirildi.
Enerji, savunma ve finans bürokrasisinden gelen teknokratlar ise devlet aygıtını rasyonel, disiplinli ve merkeziyetçi bir makineye dönüştürdü.
Tüm bunlara ek olarak Putin dönemi, toplumsal hafızayı yeniden inşa eden "Büyük Rusya'nın Dirilişi" adlı "vatanperver" anlatıyı Dmitri Peskov gibi, "yoldaşlarının" yardımıyla halkın yüreğine kazıdı.
Milli birlik, tarihsel gurur ve devlet sadakati; Batı tipi liberal bireycilik ve demokrasi söyleminin önüne geçti.
Gürcistan, Kırım ve Ukrayna müdahaleleri; Rusya'nın küresel sahnede yeniden söz sahibi olduğunu tüm dünyaya gösterdi.
Putin'in "sadık" teknokrat kadroları ve Weberyen bağlamda "karizmatik devlet adamı" kültü etrafında şekillenen bu yeni dönem hem devletin iç işleyişini hem de ulusal kimliği kalıcı biçimde yeniden yapılandırdı.
Sonuç
Sonuç olarak; Rusya'yı 1990'ların kaosundan çıkaran güç, geçici reformlar veya liberal deneyler değil; Sovyet sistemi içinde yetişmiş, "hümanist" devlet aklıyla yoğrulmuş tarih bilincine sahip kadrolar oldu.
Bu insanlar, kimi çevrelerce devletin çıkarlarını kendi çıkarlarının üzerinde tutan, Rodina yani ana vatanlarını kaybetmenin acısını bilen ve kriz anında soğukkanlılığını her daim koruyan gerçek stratejistler olarak da tanımlandı.
Ve 21'inci yüzyılın birinci çeyreğinde Rusya yeniden uluslararası ilişkiler sisteminin başat oyuncularından biri hâline geldi.
Tüm bu söylenenlerden ışığında, Putin Rusya'sının sosyolojisi ve ülkenin bölge uzmanları tarafından "öngörülemez" olarak tasnif edilen siyasi akıbeti, içerisinden asla ne çıkacağı belli olmayan bir Matroyşka Bebeği metaforuyla da özdeşleştirilebilir.
Geçen günlerde Putin ile Trump arasında beklenmedik bir biçimde gerçekleşen ve uluslararası ilişkiler sistemindeki güç dengelerini ters yüz eden Alaska Zirvesi de bu sosyopolitik öngörülemezliğin en iyi örneklerinden biri olarak tanımlanabilir.
Herkese mutlak barışın hüküm sürdüğü ve algı kapılarımızın her daim açık olduğu güzel bir hafta dilerim.
*Dr. Batuhan Yıldız, Nottingham Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olmuştur. Yüksek lisansını İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, Doktorasını ise Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Sosyoloji Bölümü’nde tamamlamıştır. Toplumsal yapı araştırmaları, gündelik hayatın sosyolojisi, Çin, Orta Doğu ve Post-Sovyet ülkelerinin içtimai tarihi uzmanlık alanları arasındadır. Bahçeşehir Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde part-time doktor öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish