Şırnak Üniversitesi konferans salonunda 19 Mayıs 2025 düzenlenen "Şırnak Sivil Toplum Buluşması" programı kapsamında konuşan AKP milletvekili ve TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş şunları söyledi:
…Bir başka ittifak ise Anadolu topraklarını baştan aşağı zulümle inleten Şah İsmail'e karşı Yavuz Sultan Selim ile İdris-i Bitlisi'nin yapmış olduğu bir büyük ittifaktır.
1514'te Çaldıran'da o ittifakımız Anadolu'daki Müslüman toplulukların başının daha dik bir şekilde dolaşmasını, esenlik ve birlik içerisinde birlikte var olmasını sağlamıştır!
Alevi örgütler: Barış, Alevilerin katliamı taraf edilerek kurulamaz
Alevi Bektaşi Federasyonu, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu, Türkiye Alevi Federasyonu, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Alevi Kültür Dernekleri, Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Avrupa Alevi Federasyonu, Alevi Dernekleri Federasyonu yaptıkları ortak basın açıklamasında Numan Kurtulmuş'a tepki gösterdi:
Barış süreci ve kardeşlik bağı denilen yeni dönem Alevilerin katliam tarihini tarif ederek kurulamaz. Numan Kurtulmuş'un bu sözleri Aleviler tarafından münferit bir açıklama olarak görülemez. Ülke yönetiminin ikinci sırasında yer alan Meclis başkanı, bu açıklama ile AKP anlayışının Alevilere bakışını ortaya koymuştur.
Barış süreci ve kardeşlik bağı denilen yeni dönem Alevilerin katliam tarihini tarif ederek kurulamaz. Barış ancak ülkede yaşayan tüm toplulukların, inançların ortak bir yaşam mutabakatı ile olur.
Kurtulmuş, Alevi toplumu tarafından lanetlenen Yavuz Sultan Selim'e övgü dizmekle kalmamış, onun tarihteki Alevi soykırımını itiraf ederek onaylamış ve bu soykırımı kutsamıştır.
Meclis başkanı Sayın Kurtulmuş'u kınıyoruz. Numan Kurtulmuş, Alevilerden derhal özür dilemeli ve bütün görevlerinden istifa etmelidir. Alevilerin katliamından beslenen bir zihniyet Alevilerin de temsil edildiği bir Meclis'in başkanı olamaz. Halkı, kin ve düşmanlığa sevk etmekten dolayı da yargılanmalıdır. Biz Aleviler, onurlu, kalıcı, samimi ve kapsamlı bir barış sürecinin yanında olmaya devam edeceğiz.
AKP'nin duayeni ve ülkenin meclis başkanının zihninden dökülen bu cümleler, bir kez daha gösterdi ki; Türk-İslam sentezli Siyasal İslam anlayışı ve bu anlayışın temsilcilerinin hücrelerinde beslediği düşmanca duygu ve ümmetçi, gerici, tekçi bir zihniyet ile yürüyen bu süreç, ülkeyi kardeşlik bağına ve toplumsal bir barışa götüremez.
Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş, Alevi toplumu tarafından lanetlenen Yavuz Sultan Selim'e övgü dizmekle kalmamış, onun tarihteki Alevi soykırımını itiraf ederek onaylamış ve bu soykırımı kutsamıştır.
Bu da yetmemiş Alevilerin tarih boyunca uğradığı en büyük ihanetlerden biri olan İdris-i Bitlisi'nin Yavuz ile girdiği suç ortaklığını ve kirli ittifakını da meşru göstermiştir.
Alevilerin katliamını tarif ederek kurulan bu dil ve bu zihniyet, AKP/MHP iktidarının kötü niyetini ve sürece nasıl baktığının işaretidir. Bu anlayış herkes tarafından iyi görülmeli ve süreci provoke etmeye yönelik bu tür çıkışlar engellenmelidir.
Yavuz Sultan Selim Alevileri, Türkmenleri, Arapları ve Kürtleri katliamlardan geçiren eli kanlı bir padişahtır. İdris-i Bitlisi ise bu katliamların işbirlikçisi bir haindir.
Tarihi gerçekler bunlardır. Ancak esas olan tarihten ders çıkarmak, geleceği barış ve demokrasi ile inşa etmektir. Meclis başkanı Sayın Kurtulmuş'u kınıyoruz! Numan Kurtulmuş, Alevilerden derhal özür dilemeli ve bütün görevlerinden istifa etmelidir. Alevilerin katliamından beslenen bir zihniyet Alevilerin de temsil edildiği bir meclisin başkanı olamaz! Halkı, kin ve düşmanlığa sevk etmekten dolayı da yargılanmalıdır.
DEM Parti Milletvekili Meral Danış Beştaş ile HDP eski milletvekili) Ali Kenanoğlu'nun eşbaşkanlığını yaptığı Halkların Demokratik Kongresi'nin (HDK) sosyal medya hesabından yapılan açıklamada şöyle denildi:
Şimdiki barış sürecinin temeli, bu tür katliamlarla yüzleşmektir. Dolayısıyla on binlerce Alevi'nin katliamıyla sonuçlanan bir ittifakın örnek olarak sunulması asla kabul edilemez. Kurtulmuşun sözleri, toplumsal barışı zedeleyici niteliktedir.
Numan Kurtulmuş'un niyeti ve hedefi ne olursa olsun; tüm gücünü ve mücadelesini, yok sayılan, katledilen ve asimilasyona uğratılan halkların ve inançların ortak mücadele hattına dönüştüren Kürt hareketi ve onun kurumları, bu katliamcı zihniyetlere asla prim vermeyecektir.
Bugün, yalnızca Türk ve Kürt halklarının değil, ülkemizde ve Ortadoğu coğrafyasında yaşayan tüm halkların ve inançların demokratik koşullarda yaşamalarına vesile olacak zemini, büyük bir hassasiyetle koruma günüdür.
Reha Çamuroğlu'na soru: Neden Tansu Çiller ve AKP safında yer almıştın?
Reha Çamuroğlu 20 Mayıs 2025'te Medyascope için yazdığı makalesinde yeni çözüm süreci ekseninde Türkiye'deki Alevilerin durumunu mercek altına aldı:
Önce 6 Şubat 2023'te korkunç bir deprem dehşeti yaşadı Hatay Alevileri. Suriye'deki Aleviler de bu depremden büyük ölçüde zarar gördüler.
Depremin yaraları sarılmamıştı ki, Suriye'de IŞİD bakiyeleri uluslararası bir darbeyle Şam'ı ve devleti ele geçirdiler. O günden beri Suriye'deki Alevi kardeşlerimizin feryatları arş-ı alaya çıktı. Teröristler bir soykırım başlattılar.
Biz Türkiye'nin Alevilerine, bizim de 'devletimiz' olduğuna inandığımız devlete müdahale çağrısında bulunduğumuzda, önce bize 'Onlar Alevi değil ki Nusayri' denildi. Sonra sık sık 'Suriye bizden sorulur' diyenlerin derin, duvar gibi sessizliği ile karşılaştık.
Aynı anda dehşetli bir Alevi düşmanı kampanya başladı sosyal medyada. Yavuz Sultan Selim'li paylaşımlar, 'Haddinizi bileceksiniz'ler, 'Sizi de böyle yaparız'lar ayyuka çıktı. Şikâyetlerimiz, nefret suçu ihbarlarımız da duvara çarpıp geri döndü.
Yeni süreçte Aleviler nerede duruyor? Alevilere yer yok mu? İddia edilen 'Yeni ulus' kimleri kapsayacaktı? Kimleri dışlayacaktı? Kimdi bu 'Yeni ulus?
R. Çamuroğlu bu yanıyla haklıdır. Bu münasebetle sormak lazım:
"Bahçe BİZİZ, GÜL BİZDEDİR" sloganıyla eski Başbakan Tansu Çiller'in başkanlık ettiği DOĞRUYOL Partisi'nde milletvekili adayı olurken veya AKP listesinden milletvekili olurken hangi nedenle karar vermiştin?
Numan Kurtulmuş sözlerini düzeltti lakin…
O konuşmamın bütünlüğü içerisinde Anadolu'nun birlik, kardeşlik serüvenini anlatırken Selahattin Eyyübi'den, Sultan Alparslan'dan örnek verirken yaptığım açıklamanın içerisinde ve hiçbir yerinde Alevi yurttaşlarımızı asla rencide edecek tek bir cümle yoktur.
Birlik ve kardeşlik hassasiyetiyle dile getirdiğim sözlerimin kastım olmayan bir şekilde bağlamından kopartılarak yaralayıcı bir anlam alanına kaydırılmış olmasından içten bir üzüntü duyuyorum.
Meclis Başkanlığı makamı ve siyasi geçmişim, her bir yurttaşımızın inancına, düşüncesine, kimliğine eşit mesafede durmakta ve birlikte yaşama iradesini temsil etmektedir.
Cumhuriyet tarihinde, kimliğimizin esas taşıyıcısı olan yurttaşlık bağı, hukuki ve ahlaki bir kardeşlik teklifidir. Bu meyanda milletin iradesi, çok şükür ki ayrışmayı değil, bütünleşmeyi esas alıyor.
Alevi-Sünni, Türk-Kürt kardeşliği bu topraklarda başkalarının planladığı yıkım senaryolarını her zaman boşa çıkarmıştır. Bu kardeşlik hem tarihimizin derinliklerinden süzülen ortak hikâyemiz hem de geleceğimizin teminatıdır…
Bu vesileyle ifade etmeliyim ki, bu beyanlarımı doğrudan Alevi toplumuna aktarmak, Alevi kanaat önderleri ve milletvekillerimizle birlikte samimi bir hasbihal ortamı kurmak hususunda da kapım daima açıktır…
Bu coğrafyada daima kardeşliği, birliği ve bütünleşmeyi savunan bir kardeşiniz olarak üzgün olduğumu içtenlikle ifade etmek boynumun borcudur.
Mezhepçi geleneğin siyasete yansıması
Numan Kurtulmuş'un1514 Çaldıran Savaşı'nda Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail karşılaşmasına atıfta bulunması ve olayın güne mahsus olması maksatlı değildir. Bundan eminim.
Mesela 1514 Çaldıran Savaşı, dönemin iki süper gücü sayılan Osmanlı ile Safevi devleti arasındaydı.
Başlıca neden de her iki tarafın iç dinamiklerinden kaynaklanıyordu.
Çünkü bu savaşa yol açacak "dış mihrak" ve "dış dinamik" yok denecek kadar azdı.
Yine Kurtulmuş'un "Bu kardeşlik hem tarihimizin derinliklerinden süzülen ortak hikâyemiz hem de geleceğimizin teminatıdır…" yolundaki sözüne rağmen Safevi-Osmanlı çatışmasından günümüze gelen zümrecilik-mezhepçilik gerçeği olduğu gibi durmaktadır.
Şii dünyası ile Sünni dünyasının siyasileriyle din adamları kurumsal olarak mezhepsel çatışmayı önlemek için Dar'ul Tekarub (mezhepleri birbirine yakınlaştırma/uzlaştırma kurumu) adıyla oluşturdukları teşkilat 100 yılı aşkındır doğru düzgün amacına ulaşamamıştır.
Bu yüzden olsa gerek; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 17 Ağustos 2010 referandumu çalışmaları kapsamında Çorumlulara hitaben şöyle demişti:
Nasıl ki Çorum, bu topraklardan yetişmiş Akşemseddin hazretleriyle, Ebussuud efendiyle, Koyunbabayla, İskilipli Atıf Hoca'yla gurur duyuyorsa bizler de Çorum ile gurur duyuyoruz!
Erdoğan'ın andığı Ebussuud Efendi, Osmanlı-Safevi çatışması sürecinde "Alevilerin katliamı için fetvalar" veren yetkili bir din adamıydı.
Aynı Erdoğan, yine o referandum sürecinde "eski CHP'li bakanların (Seyfi Oktay ve Mehmet Moğultay gibi) yargı makamlarını Alevi hâkim ve savcılarla doldurulduğunu" söylemişti.
Suriye savaşı sırasında Beşşar Esad "Arap Alevi" inancı nedeniyle Türkiye'deki yetkililer ve yandaş medya tarafından cerh edilirken, Suriye'deki savaşa karşı çıkan Alevi inançlı CHP Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Esad ile özdeşleştirilip töhmet altında bırakılabiliyordu.
Suriye'deki iç savaş sürecine zemin hazırlayıp başlatan Sünni çemberinde yer alan Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün gibi ülkelerin safında yer alan AKP yönetimindeki Türkiye, başını İran'ın çektiği "Şii Hilali"ne karşı mücadele eden mevziden hiç ayrılmadı.
Şimdiki Anahtar Partisi Genel Başkanı Yavuz Ağıralioğlu da Kılıçdaroğlu'nun cumhurbaşkanı aday olmaması gerekçesini "Alevidir kazanamaz!" diye açıklamıştı!
Şah İsmail ile Yavuz Selim hikâyesini kaleme alan eski bir Fethullah Gülen yanaşmalısı da tarafsız görünmesine rağmen Yavuz Sultan ile hükümdar olduğu Osmanlıyı örtülü biçimde övüp yüceltmiştir.
Kurtulmuş'un şu ifadesi de tek taraflıdır ve eksiktir:
Anadolu topraklarını baştan aşağı zulümle inleten Şah İsmail'e karşı Yavuz Sultan Selim…
Gerçek bir tarih okuması olamaz.
Çünkü Ortaçağ'daki bütün devletler şiddet, baskı, zulüm ve haraç sistemi üzerine otururlar.
Bazı belgeler gösteriyor ki; o tarihte Şah İsmail'in "bize gelin" çağrısına uyanların belli bir kısmı sadece Şah aşkı için İran tarafına gitmiyordu.
Osmanlı yönetiminin ağır vergileri ve baskısından ötürü giden Sünni inançlıların sayısı da az değildi.
Demek ki gelenek devam ediyor.
Olay, Numan Kurtulmuş olayı değildir.
Peki niçin?
Şah İsmail'in Serencamı:
Kızılbaşlıktan Şiiliğe (Kor yayın, 2. Basım 2024) isimli kitabımdan aktararak açıklayayım.
Osmanlı tarih yazıcıları II. Bayezid, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanının politikaları doğrultusunda Safeviler hakkında yazarken oldukça sert, suçlayıcı, aşağılayıcı bir dil kullanmışlardır. Safevi toplumunda (ve günümüz Türkiye'sinde) çok olumlu ve erdemli olmanın bir ifadesi sayılan Kızılbaşlık kavramı, Osmanlı ve Özbek devlet adamlarıyla tarihçileri ve din âlimleri arasında hor görme ve hakaret ifadesi olarak dillendirilmiştir. (Sayfa 7)
Safevi-Osmanlı çatışması üzerine birkaç not daha
Aynı kitabıma dayanarak şimdiye kadar tartışmalı olan birkaç hususa daha değinmek isterim.
Bir: Osmanlı-Safevi çatışmasını sadece Sünni-Alevi çelişki ve çatışmasına indirgemek yanlıştır. Kapışmanın en önemli nedeni tarihi İpek Yolu, Basra-Hürmüz körfezleri, Umman ve Hint denizlerindeki ticaret hattının kimin denetiminde olacağıydı ki, bu yüzden Osmanlı-Özbek ittifakına karşı Şah İsmail Vatikan ve Portekiz ile ittifak kurma yoluna girmişti.
İki: Çaldıran Savaşı ve İdris-i Bitlisi üzerinden giderek Kürtlerin hepsini Şafii mezhebindenmiş gibi gösteren, 500 yıllık önyargılarla Alevilik inancını 'Kürtleri sevmemek' şeklinde algılayıp bu yönde propaganda yapanlar (Türkçü Aleviciler, tutucu mezhepçi Aleviciler gibi) tarihi gerçeklerden uzaktırlar.
Prof. Ahmet Taşgın'a göre; dinin resmi bir ideoloji olarak kullanılmasının gayesi şudur:
Vatandaşı ortak akıl, duygu ve düşünce etrafında birleştirip halk kitlesine dönüştürmek ve böylece iktisadı-siyasi birliği sağlamak. Osmanlı Devleti siyasi ve ekonomik birliği uğruna Sünni mezhebini alabildiğine kullanmış; Safevi Devleti ise Şii mezhebinin ipine sarılmıştı. (sayfa 266-67)
Üç: Şah İsmail'e gidenleri sadece Türkmen oymaklardan ibaret değildir. Çünkü Suriye, Irak, Kürdistan coğrafyasından gitmiş olan Kürt aşiretleriyle Arap kabileleri de vardı.
Geniş anlamda Kürdistan, Anadolu, Mezopotamya, İran, Suriye-Lübnan-Filistin coğrafyasında yaygın biçimde bir Mesiyanik (Mesihçilik) ve Mehdilik inancı vardı. Ortodoks Sünni inanca karşı duran bu Mehdilik inancı daha sonra Rafızi ve Bâtıni fikriyatı olarak ortaya çıkarak Kızılbaşlık-Şiilik şekline dönüştü.
Örneğin, Pir Ali 16 ve 17'inci yüzyılın Mehdilik inancını şöyle dile getirmiştir: Osmanlı yanına kalır mı sandın? Nice intikamlar alınsa gerek/ Mehdi çıkar ise nic'olur halin?...
Pir Sultan Abdal ile ilişkilendiren şu beyte bakalım: Mehdi Dedem gelse gerek/ âli (yüce) divan kursa gerek/Haksızları kırsa gerek?..
Dört: Buradan hareketle Kürt toplumunda Alevi Kürt-Şafii Kürt ayrımını yaparak mezhepçiliği körükleyenler eleştirilmelidir.
Zira o tarihteki Kürdistan'da 40 kadar Kürt beyinden bir kısmı ( 10-15 kadarı) zaten Kızılbaş veya Şii olup savaş sırasında Safevi ordusunda yer aldılar.
Osmanlı ordusundaki Yeniçeriler ise Bektaşi meşrepli olduklarından Çaldıran Savaşı sırasında Safevilerin yoğun propagandalarına maruz kalarak saf değiştirmek üzereydiler. Bu yüzden Yavuz, Çaldıran meydanına varır varmaz durup dinlenmeden hemen savaş kararı aldı. Yoksa Yeniçeriler ve kimi Alevi boylarıyla Türkmenler saf değiştirebileceklerdi.
Osmanlı ordusunun yolda ve savaş sonrasında yapılan katliamlara tepki göstereceğinden çekinen Yavuz, Tebriz'de çok kalmayıp Amasya'ya doğru çekilmiştir ki, burada da kendisine yönelik itirazlar yaşanmıştır.
Beş: Gerçekte II. Bayezid zamanında başlatılan Kızılbaş/Râfızi takibatı Yavuz zamanında zirveye çıkararak Çaldıran öncesinde 40 bin kişinin katledildiğine dair rivayete dönüştü. İdris-i Bitlis-i'nin Padişah Yavuz'a ithafen yazdığı Şah-Nâme adlı kitapta, 40 bin kişinin katledildiği bir yerde yazılmıştır. Onu izleyen eski ve yeni Türk tarihçileri ciddi bir araştırma yapmadan bu sayıyı kutsal metinmiş gibi aynen devam ettirdiler.
Halbuki Sovyet döneminde materyalist tarih eğitimi almış olan Azerbaycanlı tarihçiler, bu sayının çok abartılı ve spekülasyona açık olduğunu söylemekteler. Bunlardan biri olan Prof. Dr. Oktay Efendiyev, "elbette çeşitli öldürmeler olmuş ama 40 bin kişiyi yediden yetmişe kadar öldürmek şeklinde olmamıştır." (sayfa 293)
Prof. Dr. Faruk Sümer ise, "40 bin Kızılbaş'tan bir kısmını öldürüp bir kısmını da hapsettirdiğine dair Osmanlı tarihçilerinin sözleri mübalağalıdır. Bu kadar çok insanın öldürülmesi, hapsedilmesi pek mühim bir sorun oluştururdu. Daha sonraki arşiv vesikalarının da gösterdiği gibi Kızılbaşlardan ancak faal olanlar öldürülüyor, hapsediliyor veya sürgüne gönderiliyormuş." (Sayfa 284-285)
Altı: Kızılbaş katliamının yapıldığı coğrafyaya bakalım:
Murad Ciwan'ın isabetli bir tespit yapmıştı:
Yavuz'un ölüm fermanı sadece Osmanlının denetimi altında yaşayan Kızılbaşlar için geçerliydi.
Örneğin, Çaldıran Savaşı'na kadar Çemişkezek (Büyük Dersim coğrafyası) beyliği, Safevi denetimindeydi.
Erzincan, Kars, Ağrı, Ardahan, Erzurum, Oltu, Hınıs ve Karayazı gibi bölgeler de Safevi topraklarıydı.
Adana, Hatay, Kürt Dağı (Afrin) ve Halep Mısır merkezli Sünni Memlûk sultanlarına bağlıydı.
Bozok (Yozgat), Malatya, Elazığ, Adıyaman, Maraş, Urfa ve Mardin de Sünni hanedan Dulkadiroğlularının hükmü altındaydı.
Dolayısıyla Yavuz'un başka devletlerin denetimindeki topraklara girip/asker gönderip Kızılbaşlara yönelik sürekli toplu kırım yapması, hele hele oralardaki Alevi inançlı Kürt aşiretler ile esnafı ortadan kaldırması imkansız gibiydi.
Bu durumda Yavuz'un savaştan önce ve daha sonra İstanbul-Çorum-Tokat-Amasya-Erzincan üzerinden giderken katliam yaptırdığı yöreler şöyle sıralanabilir: Çorum, Çankırı, Canik (Samsun), Ordu, Giresun, Trabzon, Gümüşhane, Bayburt, Amasya, Karaman-Konya, Isparta, Antalya, Burdur. (sayfa 290)
Hâl böyle olunca Yavuz henüz ordusuyla birlikte Çaldıran seferine çıkmamış olan Kürt beylerinin milislerinin anılan yerlerde katliam yapmalarına da olanak yoktu zaten.
Yedi: Madalyonun diğer yanına bakarsak Şah İsmail akıncıları zaman zaman Osmanlı topraklarına girerek oradaki asker-sivil insanları katledebiliyorlardı. Mesela Ardahan'da bir Kürt beyini yola getirmek için toplamda birkaç bin kişi katledilmiş; 1516'daki bizzat Şah İsmail'in başında olduğu ordu Diyarbakır-Mardin hattında 7 bin kişiyi kılıçtan geçirmişti.
Sovyet döneminde tarih eğitimi almış Süleymaniyeli Kürt Prof. Dr. Kemal Mazhar Ahmed'e göre, "1554-55 yılında Şah İsmail oğlu Tahmasb Bitlis, Erciş, Muş, Ahlat gibi şehirleri harabeye çevirerek halkını katlediyor!"
Maksadımız katliamları yarıştırmak değildir. Katliamlar her zaman lanetlenip kınanmalıdır. Dolayısıyla tarihi sadece bu olaylar üzerinden ve mezhepçi temelde okumak yanlıştır.
Sekiz: Numan Kurtulmuş'un Kürt-Türk ittifakına İdris-i Bitlisi'yi örnek göstermesi siyaseten de uygun düşmemiştir. Çünkü böyle söylemekle belki Sünni inançlı Kürtleri övmüştür ama Alevi inançlı Kürtleri yaralamıştır.
Ve Çünkü İdris-i Bitlisi tartışmalı bir isimdir. Seveni ve sevmeyeni çoktur. Kimine göre "bölücü haindir"; Irak Kürdistan bölgesindeki okullarda okutulan ders kitaplarında ise "Kürt büyüğü, Kürdistan'a özerklik kazandıran şahsiyet" olarak tanımlamaktadır.
Ayrıca, o tarihte bile Kürt aşiretleri sadece Sünni değillerdi; Alevi, Şii ve Êzdî Kürt aşiretleri de söz konusuydu.
Mesela Şah İsmail'i, dayıları Akkoyunluların takibinden kurtaran kişi Elbistanlı Kızılbaş bir Kürt kadınıydı.
Keza Şah İsmail hanedanının yerleşip kurduğu Erdebil Dergâhı, bir Kürt aşireti olan Mukriyanilerin köyü ve otlak alanıydı. Savaş sırasında Alevi-Şii Kürt aşiretleri Şah İsmail'in yanında sadece Türkmenlere değil Sünni inançlı Kürtlere karşı da kılıç salladılar. Tersi de doğruydu; Sünni Kürtler Şah İsmail taraftarı Türkmen ve Kürt Kızılbaşlara karşı savaştılar.
Dokuz: O zamanki Kürdistan'da toplam 40 beyi vardı. Bunlar Safevi-Osmanlı sınır boylarında kendilerini güvenceye almak için bir o devlete, bir bu devlete gidip öneri sunuyor ve ittifak temelinde himaye talep ediyorlardı.
Mesela 11 bey, Çaldıran olayı öncesinde Osmanlı'nın ağır vergi ve haraç sisteminden bizar olduğundan Şah İsmail'e gidip ittifak teklifinde bulunmuştu. Bunlardan biri de Hasankêf (Hasankeyf) Sünni inançlı Mîri Halil Eyyübi (Selahaddin Eyyübi soyundan) idi. Aynı zamanda Şah İsmail'in eniştesiydi.
Bu beyler arasında en önemlisi de Bitlis Emiri Şeref Han idi. Kendisi, Şah İsmail ile görültükten sonra tutuklanıp, hapsedildi. Daha sonra bir şekilde kurtuldu.
Aynı Şeref Han, çevresindeki Kürt mirleriyle görüştükten sonra, kendi elçisini İdris-i Bitlisi'yle görüşmek üzere İstanbul'a gönderen aynı kişidir.
Gelgelelim bağlılıklarını bildirmeye giden birkaç bey hariç, hepsi tutuklanıp yerine Türkmenler atandı. Bu tarihten sonra da Kürt beyleri Osmanlı ile ittifak arama yoluna gitmişler. Bazıları İstanbul'a heyet gönderip (Şah İsmail tarafından katledilen babasının intikamı hırsıyla Yavuz Sultan Selim'e sığınmış olan) İdris-i Bitlisi'den devletle görüşmeleri için arabulucu olmasını istemişler.
Deyim yerindeyse mezhepçilik örtüsü altında iktidar kavgaları ve jeopolitik oyunlar söz konusudur ki; Şah İsmail hanedanı yahut devlet adamlarının bir kısmı İstanbul'a kaçıp Osmanlıya sığınırken; Yavuz ile taht kavgasına giren kardeşleri Ahmed ile Murad Şah İsmail ile temas kurup çevresine Anadolu'daki Kızılbaşları/Alevileri toplayarak isyan bayrağı açmışlardı.
Şah İsmail Oğlu Tahmasb, Êzdî beylerinden Dinbılî aşireti ileri gelenlerinden Ahmed Beye Sekmenabad nahiyesinin yönetimini vermişti. Ancak bu aşiret, Osmanlı ile Kızılbaşlar arasında taraf tutmada tereddüt edince verilen ferman üzerine sadece Ardahan'da 400 kişiyi öldürdü; Şah Tahmasb ise kendi eliyle 20-30 kadar Dınbılî muhafızı katletti. (s.290)
Tarihte din ve mezheplerin rolü önemlidir. Gerçekte tarihteki din-mezhep kavgaları da dönemin sınıf mücadelelerinin siyasi ve ideolojik yansımasıdır. Ancak günümüzde tarihi yalnız din ve mezhep üzerinden okumak yanlış olduğu kadar tehlikelidir.
Sonuç olarak, Türk-İslam sentezini içselleştirmiş olmasına rağmen özellikle son yıllardaki gelişmelere ayak uydurmayı başaran milliyetçi-mukaddesatçı kesimler arasında elverdiğince nesnel yorumlar yapmaya özen gösteren gazeteci-yazar Taha Akyol'un Osmanlı ve İran'da Mezhep ve Devlet (Doğan kitap, 2018) isimli eseri göreli bir tarafsız inceleme sayılabilir.
Ancak ben, onun 7 Ocak 2020 tarihiyle Karar gazetesi yayımlanan makalesinden bir alıntıyla yazıyı noktalayacağım:
Osmanlı-Safevi savaşları mezhep savaşı gibi yürütülen jeopolitik rekabetti. Bizans-Sasani savaşları gibi… Savaşsız dönemlerde duygular yatıştı. Meşrutiyet döneminde Sünni Hilafet merkezi İstanbul'da Şiiler Muharrem ayini yaparlardı…
Herkesin inancı kendisi için doğrudur.
Kur'an-ı Kerim'deki 'ulu'l emr' ayetini Sünniler halife ve yetkili yöneticiler olarak yorumladı. Şiilere göre ulu'l emr 'İmam'dır ve Ayetullahlardır.
Kur'an bile böyle farklı anlaşılabiliyor. Onun için kimse kendi mezhebini, kendi yolunu tek doğru sayıp öbürlerine 'öteki' diye bakmamalı.
Müslümanların inanç farklarında keskinleşmeye, taassuba değil, hoşgörüye, demokratik zihniyete ihtiyacı var.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish