"Arap kucağı" olmasaydı ne kadar iyi olurduk

İlkeli, vizyoner ve sorumlu yaklaşımlardan her daim yoksun olduğunu kanıtlayan "Arap kucağına" bel bağlamaktan kaçınmak çok önemli

İllüstrasyon: Gary Waters/Ikon Images

"Arap kucağı" tabiri Arap dünyasının 75 yılı aşkın süredir kendisiyle yaşadığı sahte ve yanıltıcı sloganlar arasında yerini almaya istikrarlı bir hızla ilerliyor.

Bu yanıltıcı tabir, her bir Arap ülkesi iç kriz yaşadığında kullanıldı. İşin ilginç tarafı, çoğumuzun Arap kimliğine ve ortak kadere yabancılaşması arttıkça, ülkelerimizi "Arap kucağına" döndürme konusundaki sözlü "resmi" heves artıyordu.

Dahası, şu ya da bu rejimin diğerlerine karşı haddi aştığı her yerdeki başarısız deneyimlerden neredeyse hiç ders almadık.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Oysa bunların sonucu ya dış müdahale - ve bazen de işgal - ya da timsah gözyaşlarının ve süslü sözlerin ihlallerini etkisizleştirmekte bir işe yaramadığı bölücü savaşlardı.

Örneğin, Lübnan'da savaştan önce Arap delegasyonları, arabuluculukları ve inisiyatifleri, çatışmalar sırasında ateşkes ilan etmekte yarışıyor ve bunların çöküşüne eşlik ediyorlardı. Herkesin açıklanmış hedefi Lübnan'ı, onun "Araplığını" ve Filistin davasını korumaktı.

İşgalinden önce Irak'ta, yine felaketi önlemeyi amaçlayan Arap çabaları oldu, ancak hepsi boşunaydı. Bağdat düştü, devlet kurumları kökünden sökülüp atıldı.

Birleştirici bir Arap ulusal kimliğinden geriye kalanlar ortadan kaldırıldı ve yerini milisçi bağlılıklar ve hizipçi kotalar aldı.

Suriye'de daha iyi bir yarın umuduyla ayaklanan Suriye vatandaşı, Arapların öncelikleri, çekişmeleri, gerçeklerini ve geleceklerini tehdit eden tehlikeleri yanlış okumaları sebebiyle ağır bedeller ödedi.

Daha önce Lübnan ve Irak'ta olduğu gibi Suriye, sloganlarına daha fazla bağlı ve onları sahada uygulamakta daha ısrarlı olduğunu kanıtlayan "İran'ın kucağına" düştü.

Elbette sonuncusu -şu ana kadar- Sudan olan kriz içindeki diğer Arap ülkelerinde de durum pek farklı değil.

Bu noktada Sudan'daki son krizin nasıl ve ne zaman patlak verdiği önemli değil, varlığı ve olası gidişatına dair net göstergelerin olmaması yeterli.

Şu anda Sudan çatışmasının arka planında kabile ve bölge temelli bölünmeler ile sivil-asker kutuplaşmaları, Arap olmayan uluslararası ve bölgesel rekabetin güçlü varlığıyla birleşiyor.

Dolayısıyla, İran nüfuzu nasıl ki Irak, Suriye ve Lübnan'da Arap varlığına fiilen hiçbir değer bırakmazken, İsrail'in Sudan'da oynadığı veya oynamak için propaganda yaptığı rol de artık bir sır değil.

Esasında İsrail ile normalleşme, Sudan rejiminin Washington'dan başlayarak uluslararası topluma geri dönmesi için ödenen bir bedel değil miydi?

Bugün bazı çevreler İsrail'in Sudan'da ateşkes için çaba sarf ettiğinden bahsetmiyor mu?

İsrail ve İran'ın Kızıldeniz ve Nil Nehri havzasındaki hesaplarının varlığı reddedilebilir mi?

Güney Sudan'ın ayrılmasıyla sonuçlanan savaşlarda İsrail ve Batı'nın oynadığı rolü unutabilir miyiz?

İsrail'in Etiyopya ile eski tarihi ilişkileri ve bugün Kızıldeniz'in güneybatı kıyısındaki deniz üslerinin ortaya çıkardığı yeni ilişkiler nasıl göz ardı edilebilir?

Ne yazık ki, bu ciddi gerçeklerin çoğu, resmi açıklamalar dışında "Arap kucağında" görülmüyor.

"Üçüncü dünya ülkelerinde" orduların kışlalardan çıkışının siyasi pratikte köklü bir değişiklik anlamına geldiği anlaşılır.

Sudan'da bu çıkış, bağımsız Sudan'ın (1956) yaşamının erken bir döneminde başladı.

Başlangıç, bir subay, Ümmet Partisi'nin bir üyesi ve önde gelen üyelerinden biri olan, partiler ile ordu arasında "köprü kuran" ve askeri yönetimin önünü bizzat açan Abdullah Halil ile oldu.

Halil'den sonra askeri halefi General İbrahim Abbud, ordunun ilk doğrudan yönetim deneyimine öncülük etti.

Darbeci rejimi, Kasım 1958'den Ekim 1964'te halk ve partilerin başlattığı devrim onu devirene kadar devam etti.

O tarihten itibaren mezhepçi ve partizan kutuplaşmanın, güneydeki ayrılıkçı krizin yükünü taşıyan Sudan, bir istikrarsızlık içinde yaşadı.

Kırılgan ve uyumsuz sivil yönetimler ile ordunun "kurtarma" dönemlerinin birbirini takip edişine tanık oldu.

Bunlar arasında belki de en öne çıkanı, 25 Mayıs 1969 darbesine önderlik eden ve 1969-1985 yılları arasında hüküm süren Cafer Numeyri yönetimiydi.


Numeyri yönetimi sırasında da Sudan Komünist Partisi'nin güçlü bir darbe alması ve liderlerinin idam edilmesiyle sonuçlanan bir sol-ordu darbe girişimi gerçekleşti.

Numeyri'nin nispeten uzun iktidar yolculuğu, yine ancak başka bir halk-partiler devrimi ile sona erdi. Numeyri'den sonra General Abdurrahman Sivar ez-Zeheb (Numeyri'nin Savunma Bakanı) iktidarı tekrar sivillere devretti.

Ancak sivil güçlerin ve partilerin kronik siyasi başarısızlığı, 1989'da General Ömar Hasan el-Beşir'in darbesiyle ordunun dönüşüne kapıyı yeniden açtı.


Kendisine yönelik uluslararası hoşnutsuzluğun artması, Güney Sudan'ın ayrılması, ekonomik ve siyasi krizlerin birikmesiyle birlikte 2019'da Beşir'in devrilmesinin ardından iktidara gelen mevcut liderliğin, başkanı General Abdulfettah el-Burhan dahil olmak üzere subaylarının çoğu, Beşir rejiminin şu ya da bu şekilde, önemli bir parçasını oluşturan gruptan.

Dolayısıyla 2019'daki "değişim" -aslında- askeri yönetimi, devam etmesini engelleyen bir yük haline gelen bir kişinin aşırılıklarından kurtarmak için yapıldı.

Diğer bir deyişle, Beşir'in devrilmesi -olayların gelişiminin de kanıtladığı gibi- sivil yönetime geri dönmeyi değil, askeri yönetimi ondan korumayı amaçlıyordu.
 


Öte yandan, bu kez Sudan'ın batısındaki Darfur'da yaşanan başka bir "ayrılıkçı savaş", kabileye bağlı, askeri desteğe ve teçhizata sahip güçlü bir milis grup üretmişti.

Bu grup Cancavidler olarak tanınıyordu. Liderlerinden biri olan ve "Hamideti" olarak bilinen Muhammed Hamdan Daklu gittikçe parladı.

Düzenli orduya paralel bir güç olan bu kuvvetler artık Hızlı Destek Kuvvetleri olarak biliniyor.

Düzenli orduya paralel yüksek profilli hizipçi bir milis grubu olan Devrim Muhafızlarına dayanan İran modelinin kopyalayandığı bir dizi Arap ülkesinde (Irak'ta Haşdi Şabi, Lübnan'da Hizbullah, Yemen'de Husiler) olduğu gibi, Hızlı Destek Kuvvetleri saha ağırlığı, finansal yetenekleri ve siyasi bağlantıları ile önemli bir sabite haline geldi.

Bütün bunlar, mevcut çatışmanın nasıl sona erebileceği sorusunu gündeme getiriyor.

İki haftadan daha uzun bir süre önce savaşın patlak vermesinden bu yana gücünü ve savaşı lehine sonlandırma kudretini yanlış değerlendirdiğini göstermiş olsa bile, ordu sorunu çözebilecek mi?

Dahası ordu başarılı olsa bile, Sudan sokaklarında sivil yönetime yumuşak bir geçişe öncülük etmesi konusunda yeterli güvenilirliğe halen sahip mi?

Öte yandan, ordu başarısız olur ve Hızlı Destek Kuvvetleri kazanırsa - veya en azından iktidarı paylaşırsa - sürekli bir iç savaş ve egemen askeri otoriteler gölgesinde gerçek bir "kurumlar devleti" nasıl kurulabilir?

Konunun tüm olasılıklara açık olduğunu düşünüyorum. Ancak ilkeli, vizyoner ve sorumlu yaklaşımlardan her daim yoksun olduğunu kanıtlayan "Arap kucağına" bel bağlamaktan kaçınmak çok önemli.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Asasmedia

Şarku'l Avsat 

DAHA FAZLA HABER OKU