IMF'ye doğru adım adım: Ekonomik krizden çıkış arayışındaki Türkiye'nin önündeki üç alternatif patika

Prof. Dr. Ali Tekin Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Reuters

Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman'ın Türkiye ziyaretinin, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın yakın dönemde Suudi Arabistan ile BAE'yi ziyaret ederek ilişkileri canlandırma girişimlerinin Türkiye'nin mali kaynak arayışıyla yakından ilgili olduğu görüşü genel kabul görüyor.  

Aslında daha geniş açıdan bakarsak Türkiye'nin Çin'i kırmayan Uygur politikasının, Rusya'nın Ukrayna'da başlattığı savaş hakkında sert pozisyonlar almaktan kaçınmasının da mali kaynak arayışlarıyla ilgili olduğu söylenebilir.  

Ülkelerin diplomatik faaliyetlerinde ihtiyaç ve çıkarlarıyla kimlikleri, söylemleri ve savundukları değerler arasında zaman zaman sıkışması ve kendisini bazı dengeleri gözetmek zorunda hissetmesi işin doğası gereğidir.

Ancak bunun oldukça sık ve "sert" yaşanması söz konusu ülkenin diplomatik imajına zarar verir, ülkeye duyulan güveni zedeler.    

Peki, bahsettiğim bu durum kaçınılmaz mıydı?

Ya da kaçınılmaz mıdır?

Bu sorulara cevap verebilmek için -öncelikle- Türkiye'nin son dönemde üstesinden gelmeye çalıştığı krizin mahiyetine bakmak gerekir. 

İkincisi, iktidarın bu krizden çıkış için nasıl bir siyasi değerlendirme yaptığını anlamaya çalışabiliriz. 

Son olarak da Türkiye'nin dünya ekonomi politiği içinde kendini nerede konumlandırdığıyla ilgili kafa karışıklığını irdelemek zorunludur.

Bu bağlamda, II. Abdülhamid dönemi Bahriye Nazırı Hüseyin Hüsnü Paşa'nın "nihrir" oğlu Sakallı Celal'in söylediği gibi;

Türkiye, Doğuya doğru yol alan bir geminin güvertesinde Batıya doğru koşanların ülkesi midir?

Yoksa aslında, zaman içinde dalgaların Batıya doğru sürüklediği bir geminin tepesinde yüzleri Doğuya dönük insanların ülkesi mi olmuştur? 


Türkiye'nin ekonomik kriz döngüsü

Son 70 yılda, 1957-58, 1969-70, 1978-80, 1994, 2000-01, 2008-09 dönemlerinde ekonomik krizler yaşayan Türkiye, 2018'de uç veren ve zamanla giderek şiddeti artan, oldukça derin bir krizin içinden geçiyor.  

Türkiye'deki her ekonomik kriz özünde döviz darboğazı ile ilgili olmakla birlikte, her krizin kendine has özellikleri de vardı.

Bazı krizler büyük ölçüde yurtdışındaki olumsuz gelişmelerden kaynaklanırken büyük çoğunluğu tamamen ülke içindeki politika ataletinden ya da yetersiz veya yanlış politikalardan kaynaklandı. 

Bazen iktidarın popülizme kayması, bazen zayıf hükümetlerin risk almaktan kaçınması, bazen kısmi başarılar sağlayan iktidarın abartılı özgüveninden kaynaklanan atalet, bazen ideolojik saplantı, bir süre sona ekonomik krizlere yol açıyor.       

Türkiye'nin mevcut krizi kesinlikle iç dinamiklerin ağırlıklı olduğu, Kovid-19 öncesinde ortaya çıkmış bir krizdi.

Sonrasında pandemi ve Ukrayna savaşı, hâlihazırda ciddi boyutlara ulaşmış olan ekonomik krizi daha da alevlendirdi.

Unutmayalım ki Türkiye ekonomisi, 2010'ların son birkaç yılında çoktan kriz bulvarına girmiş durumdaydı.  

İç dinamiklerin ağır bastığı krizlerin ülkenin siyasi işleyişiyle yakın ilgisi var.

Siyasi sistemin bozulma eğilimine girdiği ya da siyaset üretmekte zafiyet yaşadığı dönemler görece kısa süre içinde ekonomik istikrarsızlığa ve sonuçta da krize sahne oluyor.

Başkanlık sistemine geçişle hızlanan ve seçim süreçlerindeki popülizmle doruğa ulaşan kötü yönetim, Türkiye'yi siyasi ve ekonomik dekadansa maruz bıraktı.      

Bu çöküşü daha geniş bir perspektif içinde ele alırsak Türkiye'de sanki 10 yıllık döngüsel bir mekanizma çalışıyor:

Ekonomide adeta birbirini izleyen kriz, reform tedbirleri, büyüme, yeniden kriz dönemleri ile bunun siyasi yansımalarını içinde barındıran bir "kısır döngü" var.

"Kısır" dememin nedeni, Türkiye'nin ekonomik büyümesinin hiçbir zaman uzun süreli, sürdürülebilir olamaması ve sürekli istikrarsızlığa ve verimsizliğe geri dönüş yapması. 

Günümüzde bu kısır döngünün kriz aşamasını yaşıyoruz. Reform ya da çözüm safhasına geçmek -en azından krizin yıkıcı sonuçlarını hafifletmek için- yoğun arayışlar var.

Bu bağlamda ortaya atılan çözüm önerilerinin, kaynak arayışının odak noktası hakkında bir ayrışma olduğu gözleniyor.

Aslında bu fark, çok daha derin bir yarılmaya işaret ediyor.  


Türkiye'nin önündeki üç patika

Türkiye'nin krizden çıkış için önünde olası olan üç siyasi patika var: 

  1. Pek olası olmasa da AKP iktidarının yakın dönemde uygulamaya koyacağı ciddi bir reform programı; 
     
  2. 2023 Mayıs/Haziran aylarında yapılacak seçimlere kadar düşe kalka devam etme hâli, devamında reform dönemi;  
     
  3. 2022 güzünde yapılacak bir erken seçim sonrasında oluşacak yeni iktidarın hızla ekonomik ve siyasi reform sürecini başlatması.

Birinci şıkkı andıran yaklaşım 2020 yılı sonlarında Lütfi Elvan ile Naci Ağbal'ın göreve atandığı dönemde gündeme gelmiş gibiydi.

Krizin boyutları düşünüldüğünde muhtemelen bu da geçmişte kalmış bir deneme olurdu; ama artık böyle bir seçenek hemen hemen yok.

Bunun nedeni oldukça açık. AKP iktidarının ciddi bir reform programı oluşturup icra edebilmesi mümkün görünmüyor.

Hem zihniyet bozuşmasının getirdiği gerçek-ötesi, irrasyonel yaklaşımların iktidar tarafından kabul görmesi yüzünden hem de iktidarın ciddi bir programı uygulayabilecek insan kaynaklarından, kurumsal ve siyasi kapasiteden oldukça uzak düşmüş olmasından. 

Bu seçenek, zaten, iktidarın bir süredir pekiştirdiği kimliğiyle, söylemiyle, politikalarıyla ters düşmesi anlamına gelecektir.

İktidarın içinde düştüğü "söylem tuzağı"ndan çıkması ya da çıkmayı denemesi halinde ise iç ve özellikle de dış kamuoyu indinde inandırıcılık sorunu yaşaması kaçınılmaz.

"Kaliteli" dış mali kaynak bulmak oldukça zor görünüyor. 


Türkiye'nin önündeki en olası patika olarak -ne yazık ki- ikinci şık görünüyor:

Sorunu ötelemeye yönelik, çözüm getirmeyen, ülke kaynaklarını çarçur eden "çamurlu zeminde yürümeye çalışma" durumu.

İktidar belki ülke içinde, piyasa dinamiklerini çürüten, büyük ve haksız servet aktarımlarına ve hazine yükümlülüklerine yol açan adımlar atılması yoluyla bir süre "idare" edebilir.

İktidar, krizi aşmasını sağlamaya yetmese de, Katar, BAE, Suudi Arabistan, Çin gibi ülkelerden sağlayacağı kısıtlı ve pahalı mali kaynaklarla krizi geçici olarak yatıştırmaya çalışabilir.

Böylece seçimlere kadar zaman kazanmayı ya da ortaya çıkacak avantajlı bir anda seçimlere gitmeyi tasarlayabilir. 

İktidarın bu patikayı seçmesi hâlinde, Türkiye ulusal kaynak ve potansiyelinin bir kısmını ipotek etmek ya da değerinin altında elden çıkarmak gibi zor pozisyonlara sokulacaktır.

Hele hele bu kaynakların yerinde kullanılmama olasılığı çok yüksek olduğundan ve böylece geri dönüşünün zayıf olacağından hareket edersek zaman içinde alınan borçların geri ödenmesi için daha önemli fedakârlıklar yapılması gündeme gelebilir.

Türkiye için en ağır sonuçlara yol açacak patika budur. Sonuçta, iyice alt-üst olmuş bir ekonomiyle IMF gibi küresel kamu finans kurumlarına müracaat etmek zorunda kalacaktır.    


Oysa üçüncü patika izlenirse, yani Türkiye bu yıl içinde bir erken seçimle siyasi iradesini yenilerse, eski hükümetin sahip olduğu bagajlardan ve ideolojik önyargılardan uzak yeni bir iktidar rasyonel adımları atarak ekonomik (ve siyasi) krizden çıkışı sağlayabilir.

Seçimli otoriterlikten liberal demokratik siyasete doğru atılacak adımlar da krizden çıkışa ivme katacaktır.  

Türkiye, IMF/Dünya Bankası'ndan yeterli, ucuz ve uzun vadeli olarak sağlanmış bir sermaye enjeksiyonu ile makroekonomik dengeleri yeniden kurgulayabilir, mevcut tahribatı hızla tamir edebilir, dünya konjonktürünün sağladığı olanakları kullanarak yenilikçi, yeşil, üretken, sürdürülebilir bir politika demetini uygulamaya koyabilir.      

IMF/Dünya Bankası gibi kurumlar Türkiye'nin üye olduğu ulus-ötesi "kamusal" kurumlardır, zaten zor dönemleri aşmak için vardırlar.

Bu kurumlar, uzun vadeli ve oldukça düşük faizli finansman kaynakları sağlarlar.

Ayrıca bilgi ve tecrübeleri eşsiz kurumlardır. Uluslararası yatırımcılara güven vermenin yolu buradan geçer.

Ayrıca birtakım koşullar ortaya koyarak, verilen kredilerin krizden çıkışı sağlamaya yönelik alanlarda kullanılmasını gözetleyerek ve denetleyerek iktidar elitlerinin keyfi harcama iştahını sınırlayıcı etki yaparlar.

"Defterlerin açık tutulması" zorunludur. İktidar elitlerini en fazla rahatsız eden tarafı da budur.


Elbette bu kurumlar ve önerdikleri politikalar son tahlilde liberal kapitalizm paradigması çerçevesindedir.

Bu kurumlar son dönemde daha esnek tavırlar geliştirmiş olsalar da çeşitli kesimlerin eleştirilerine maruz kalıyorlar.

Kimi zaman milliyetçilik, kimi zaman sosyalizm, kimi zaman da İslamcı Batı karşıtlığı, sık sık da bunların melez bileşimleri bu eleştirileri besliyor.

Bu kurumlar popülist söylemler için seçilmiş iyi bir "dış düşman" görevi görürler.

Kriz dönemlerinde "zuhur" ettikleri için de kitleler tarafından adeta krizin sorumlusu gibi algılanırlar.

Ancak tüm bu eleştiriler, bu patikanın Türkiye için -daha iyisini bulana kadar- en rasyonel yol olduğu gerçeğini gölgelemez. 

Her hâlükârda bu kurumlar zaman zaman ülkelere yanlış politikalar da önerebilirler.

Örneğin IMF'nin Aralık 1999'da Ecevit hükümetine önerdiği önceden açıklanmış kur artışı politikasının uygulanamaz olduğu 2001 yılı başlarında net olarak ortaya çıktı.  

Ancak öte yandan Türkiye'nin övündüğü bütün atılım dönemlerinde de bu kurumlarla iş birliğinin önemi görülüyor.

Örneğin 1970'lerin başlarında görülen ödemeler dengesindeki hızlı iyileşme, 1980'lerdeki başarılı dışa açılma, 2000'lerde sağlanan yüksek büyüme dönemleri IMF/Dünya Bankası ile ilişkilerin sürekli ve canlı olduğu dönemlerdir.          

Bu üçüncü patika, elbette siyasi bir vakum içinde olmaz. Kural-temelli, çok-taraflı diplomasiyi, liberal demokrasiyi ve piyasa ekonomisini önceleyen siyasi bir vizyonu gerekli kılar ya da en azından önceler.


Türkiye'nin küresel sistemdeki yeri

Küresel sisteme entegre olmuş günümüz Türkiye'sinin genel geçer iktisat ilkelerini yadsıması onu "haritalanmamış bir bölge"ye itiyor.

İktidarın politikalarına yön veren herhangi bir vizyon yok. Bugün Türkiye yönsüz, öngörülemeyen, yalpalayan bir ülke görünümünde.

Türkiye, iki zıt fikre aynı anda inanan siyasi elitler tarafından yönetiliyor. İktidar elitleri (muhtemelen de toplumun çoğunluğu), Batı karşısında hem hayranlık hem nefret duygusunu aynı anda yaşıyor.

Oysa ham önyargılara hapsolmak yerine, rasyonel yönetişim de içinde olmak üzere insanlığın geliştirdiği temel ilkeleri öncelemek Türkiye'yi dünya sistemi içinde uygun koordinatlara sevk edecektir.  


Günümüz Türkiye'sinin krizden çıkış arayışları da bu minvalde ele alınmalıdır. 

Ama Türkiye gibi ekonomisi Avrupa ile sıkıca eklemlenmiş bir ülke, krizden çıkış için Batı-dışı aktörlere yanaşma ihtiyacı hissediyor, çünkü tercihlerinin sorgulanmasından, şeffaflaşmaktan, keyfiliğinin ortaya serilmesinden tedirgin oluyor.

Türkiye, Batı kurumsal sistemi yerine, Katar, Suudi Arabistan, BAE, Çin gibi ülkelerle ikili iş birliği arayışına -daha doğrusu bu ülkelerden borç arayışına- giriyor. 

Bunların hangisi Türkiye için daha rasyonel? Daha riskli? Daha maliyetli?

Küresel kamu finans kurumlarından yüzde 1 faiz ile kredi almak için Türkiye'deki iktidarın reformlar yapmasının şart koşulması mı?

Yoksa Çin, Katar, BAE, Suudi Arabistan gibi ülkelerle pek de şeffaf olmayan ikili anlaşmalarla düzenlenen yüksek maliyetli özel koşulların kabul edilmesi mi?   

İkili anlaşmalarla alınan borçların nasıl harcandığı veya harcanacağı konusundaki geniş serbestlik, iktidarın elini rahatlatabilir ama bu kaynakların doğru yerlerde kullanıldığından emin olabilir miyiz?

Olamayız. Hele ki iktisat bilimine ters, ideolojik ve doğaçlama iktisat politikalarına başvurulduğu bir dönemde. Hele ki bir seçim atmosferinde…

Kaldı ki, Batı-dışı ülkelerin Türkiye'ye bu dönemde "yeterli" sermayeyi sağlama olasılığı yok.

Doğal olarak bu ülkeler Türkiye'de yüksek düzeylerde yatırım yapmak için tereddüt ediyorlar, önümüzdeki seçimlerde Türkiye'de siyasi iradenin nasıl şekilleneceğini görmek istiyorlar.

Bu nedenle de, AKP iktidarının kaynak bulma arayışı zorlaşıyor, risk primi artıyor, rasyonelliği ortadan kalkıyor. 

Ama iktidar inatla bu arayışına devam ediyor. 

(Aslında Türkiye, daha önce de ikili ilişkilerle kaynak arayışını 1970'lerin ikinci yarısında Libya, Suudi Arabistan, Kuveyt ve SSCB üzerinden denedi ancak ciddi miktarlara erişemedi.  

Bu dönemdeki ana motif, Demirel ve Ecevit hükümetlerinin gözünde, IMF'nin kemer sıkma koşullarının hükümetin düşmesine yol açacağı, mevcut terör olaylarını ve siyasi istikrarsızlığı daha da arttıracağı ve hatta bir askeri darbeye yol açabileceği kaygılarıydı.

Sonuçta Demirel hükümeti 24 Ocak 1980'de IMF ile anlaştı, 12 Eylül 1980'de de askeri darbe oldu. 

Bugünkü temel güdü ise, Cumhur ittifakı iktidarının mevcut "Ankara kriterleri"yle, rekabetçi otoriter bir rejim olarak devam edebilmesi olarak görünüyor.)


Oysaki Türkiye, ekonomisine yüklü bir miktar kaynak enjeksiyonu olmadan ana dengelerini yeniden kurabilecek, yaralarını sararak yoluna devam edebilecek bir tabloya sahip değil.

Bu durumda, hasar devasa boyutlara ulaşmış, reformların toplumsal maliyeti çok artmış olacak. 


Türkiye'yi tarihi ve rasyonel mecrasına irca etmek

Epey bir zamandır egemen hale geldiği söylenen Batı-dışı dünyanın bu kriz ve çıkış yoluyla ilgili sunabileceği çok az şey vardır.

Çin ve diğerlerinin koşulları Türkiye gibi doğal kaynak ya da piyasa büyüklüğü rantı sınırlı olan, dışa açık bir ülke ve görece açık bir toplum için hiç de uygun değil. 

Doğu seçeneğinde aşırı hırslı siyasi elitler Türkiye'nin elindeki ulusal kaynak ve üretim gücünden gereksiz ödünler vermeyi getirebilir -sermaye sahibi ülkelerin gözünden siyasi belirsizlik bu olasılığı bir miktar frenliyor olsa da. 

Oysaki IMF/Dünya Bankası gibi küresel kamu kuruluşlarıyla daha kurallı, şeffaf ilişkiler Türkiye için çok daha rasyonel, öngörülebilir ve tercihe şayandır. 

Sadece ekonomi politikası açısından değil siyasi sisteminin karakteri ve dış politika anlayışı açısından da Türkiye'nin 2010'lu yıllarda "büyük (grand) stratejisi" hakkında yaşadığı kafa karışıklığının bir an önce giderilmesi elzemdir.

Türkiye için bir yandan Batılı kurumsal yapılarla var olan tarihi bağlarını daha da güçlendirmek, diğer yandan ise diğer ülkelerle "normal", yapıcı, karşılıklı güven ve saygıya dayalı ilişkiler yürütmek en rasyonel yaklaşım olacaktır.    

Sakallı Celal'in meşhur laflar ettiği dönemden yaklaşık bir asır sonra acaba dalgaların Batıya doğru sürüklediği bir gemide üst güvertedeki yöneticilerin ısrarla Doğuya doğru koşma komutuna bigâne kalan bir toplumun önemli bir kısmının -özellikle de genç olanların- yönünü Batıya döndüğü, böylece toplumun ontolojik huzursuzluğunun, yön bulantısının yatıştığı bir döneme mi giriyoruz?

"Abartma Hoca!" diyenleri anlayışla karşılarım. Acaba Sakallı Celal bu konuda ne derdi?

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU