1940'larda 20'ye yakın aşı üreten Türkiye nasıl ithalatçı konumuna geldi?

1920-1921'de Fransa, İngiltere ve ABD'ye çiçek, 1940'ta Çin'e kolera, II. Dünya Savaşı sırasında çok sayıda ülkeye tifüs aşısı ihraç eden Türkiye'de dönemin Hıfzısıhha Enstitüsü'nü ve aşıda dışa bağımlı hale gelinmesini uzmanlarla konuştuk

Uzmanlara göre, önce aşı üretme ruhsatı alınan sonra da kapatılan Hıfzısıhha Enstitüsü'nün yeniden açılması, güncellenmesi ve Türkiye'nin yeniden kendi aşılarını üretmesi gerekiyor / Fotoğraf: Independent Türkçe / Reuters

Bu topraklardaki ilk aşı üretimi Osmanlı İmparatorluğu dönemine uzanıyor.

Edirne'de çiçek hastalığından korunmak amacıyla 'variolasyon yöntemiyle ilk aşı uygulamaları', 1700'lerde gerçekleştirildi.

Durum, İngiltere Büyükelçisi'nin eşi Lady Mary Montagu'nun ülkesine gönderdiği bir mektupta "İstanbul'da çiçek hastalığına karşı aşı denilen bir şey" yapıldığını belirtmesiyle kayıtlara da geçti. 

Sağlık Bakanlığı ile Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı'nın (TUSEB) bilgilerine göre, ülkedeki aşı üretimi 1887 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane'de kuduz aşısıyla başlarken, 1892'de ilk çiçek aşısı üretim evi kuruldu. 1911'de tifo, 1913'te kolera, dizanteri ve veba aşıları ilk kez hazırlanarak uygulandı. Türkiye'de verem aşısı üretimi ise 1927 yılında başladı.

 

Aşı ihracı TUSEB.jpg
Kaynak:  Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TUSEB)

 

Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü

Cumhuriyet'in ilk Sağlık Bakanı Doktor Refik Saydam tarafından 1928'de Refik Saydam Hıfzıssıha Enstitüsü kurulması, dönüm noktası olarak nitelendi.

1940'lı yıllarda aşı ve serum üretimi kurumsallaştırıldı. Tifo, Cox tipi tifüs, tifo-tifüs karma, tifo-difteri karma, intradermal BCG, veba-kolera karma, veba-koleratifüs karma, difteri-tetanoz karma, boğmaca-difteri karma, influenza ve tifo-difteri-tetanoz karma aşıları üretildi.

1940'ta kolera salgını için Çin'e aşı gönderildi. II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye, pek çok ülkeye tifüs aşısı gönderdi.

Uluslararası Bölgesel Influenza Merkezi olarak tanınan Influenza Laboratuvarı

Türkiye'de 1950 yılında kurulan Influenza Laboratuvarı, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından Uluslararası Bölgesel Influenza (Grip) Merkezi olarak tanındı. 

 

Hıfzısıhha aşı üretimi- TUSEB.jpg
Kaynak: Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TUSEB)

 

Aşı ihracatçılığından ithalatçılığına 

Ancak geçmişte kuduz, çiçek, tifüs, verem, DBT (difteri boğmaca tetanoz), kolera ve influenza (grip) gibi pek çok hastalığın aşısını ve antiserumunu gerçekleştiren Türkiye, günümüzde aşı ithalatçısı konumunda.

Aslında Türkiye'de yeni teknolojiye uygun bir aşı ve serum üretim tesisi kurmak yerine daha az maliyetli görüldüğü için aşı ithalatının tercih edilmesi, uzun süredir tartışılıyor.

Grip ve zatürre aşılarının haftalarca temin edilememesi ve dünyayı etkisi altına alan koronavirüs salgınında da aşının ithal edilecek olması, mevcut tartışmaları alevlendirdi.

Konuyu, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı, Yoğun Bakım Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Necmettin Ünal, İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri (İTO) Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu ve Kadıköy Medicana Hastanesi Kardiyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bengi Başer'le konuştuk.

Prof. Dr. Ünal, Prof. Dr. Küçükosmanoğlu ve Prof. Dr. Başer, 1928'de kurulan Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü'ne yatırımın kesilerek 1997'de aşı çalışmalarının bitirilmesi, 2011'de de enstitünün tamamen kapatılmasının hatalı bir karar olduğu görüşünde. Bilim insanlarına göre yeniden sağlık teknolojisi ve aşı çalışmalarına yatırım yapılarak, bu alanda dışa bağımlılıktan kurtulmak şart.

 

"Teknolojisi yenilenmiyor, atıl duruma düşürülüyor"

Orta Asya geleneklerine değinen Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı, Yoğun Bakım Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Necmettin Ünal, aşı çalışmalarının Osmanlı'dan bile eskiye dayandığını ifade etti.

Tarihe kuduz aşısını bulan kişi olarak geçen Fransız kimyager ve mikrobiyolog Louis Pasteur'ün Osmanlı'da döneminde aşı çalışmaları için II. Abdülhamit'ten yardım istediğini ve çalışmalarını Fransa'da yürütmeyi tercih ederek Osmanlı'dan mali yardım aldığını belirten Ünal, yetiştirmesi için Pasteur'ün yanına 3 kişinin verildiğini de sözlerine ekledi.

Cumhuriyet döneminde de çalışmaların sürdürülerek Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü'nün kurulmasıyla aşıların yurtdışına satışlarının da başladığını belirten Prof. Dr. Ünal, "Ancak sonrasında enstitüye önem verilmemeye başlanıyor, teknolojisi yenilenmiyor. Enstitü çalışıyor görünmekle beraber, aslında atıl duruma düşürülüyor" dedi.

"Eski günlerdeki gücünü yakalamasını temenni ediyorum"

Koronavirüsün yanı sıra grip ve zatürrenin de aralarında bulunduğu hastalıkların aşılarının ithal edilmesine de değinen Prof. Dr. Necmettin Ünal, Türkiye'nin aşı üretiminde eski gücüne kavuşmasını diledi:

Umarım Kovid-19 salgının tek faydalı olduğu yönlerden biri, bu durum olur ve Türkiye, aşı üretim teknolojisinde bilimsel olarak eski noktalardaki gücünü yeniden kazanır. Bunun için ciddi miktarda teknolojik yatırım gerekiyor. Devletin bu işi kontrol edebileceği nitelikte bir aşı sistemi kurması şart. Özel sektöre bile yaptırılsa çoklu katılımlı, devletin kontrolünde, güncel teknolojiyle eski günlerdeki gücünü yakalamasını temenni ediyorum.

Prof. Dr. Necmettin Ünal İHA.jpg
Prof. Dr. Necmettin Ünal, Türkiye'nin aşı üretimine yeniden önem vermesi gerektiğini söyledi / Fotoğraf: İHA

 

"Türkiye'de 16 farklı aşı çalışması var ama klinik deneyde kullanılacak aşıyı üretecek tesisimiz yok"

Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) aşı çalışmalarına da değinen Ünal, Türkiye'de de 16 farklı aşı çalışması bulunduğunu, bunların klinik öncesi çalışmalarının tamamlandığını ancak 15'inin klinik çalışmalarda kullanılabilecek aşıyı üretebilecek standartta tesisinin bulunmadığını belirtti.

Temel kısıtlama, klinik deneyleri yapacak tesisimizin olmaması. Klinik deneyde kullanılacak aşıyı üretecek tesisimiz yok. Türkiye'deki 16 farklı aşı çalışmasından sadece birine izin verildi. Faz-1 için 40 kişilik aşı üretildi, binlerce kişide test yapılacak. Klinik aşılardan sadece yüzde 20'si halka uygulanabiliyor. Birden fazla aşıya klinik çalışma yapabilecek olanakların oluşturulması kanaatindeyim, gerekli uluslararası standartlara haiz tesisimiz yok. 15 çalışma, bu yüzden bekleme safhasında.

 

"Kapatılması yerine güncellenmesi daha doğru bir karar olurdu"

Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü'nün günceli yakalayamayacak hale getirilmesini eleştiren Necmettin Ünal, atıl duruma düşen enstitünün kapatılmasının yanlış bir karar olduğunu savundu:

Teknolojisi olan kazanıyor. Güncele ilişkin yatırım yapmaz, atıl duruma düşürür, rekabet edemez hale getirirseniz, kapatmak çözüm politikası olarak sunulabilir ama asıl, bu düşüşe izin verilmemesi gerekirdi. Kapatılması yerine güncellenmesi daha doğru, doğru bir karar olurdu. Maliyet gerektirirdi ama sağlık için bu maliyet karşılanmalıydı. Ben finansçı değilim, net bir bilgim yok ancak orasının atıl duruma gelmemesi için harcanacak para ile aşıların yurtdışından alınmasını ve buna karşılık yurtdışına transfer edilen parayı kıyasladığımızda, dışardan sürekli alınan şeyin daha pahalıya geleceğini düşünüyorum.

"Ülkelerin aşı çalışmalarıyla sağlık hizmeti sunmanın yanı sıra ekonomik hedefleri de var"

Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) 2 Aralık verilerine göre, 164 pre-klinik, 51 de klinik araştırma bulunduğunu ve  klinik araştırmaların 13'ünün Faz-3 çalışmalarının yürütüldüğünü kaydeden Ünal, "Bunlardan 5'i Çin'de, 3'ü ABD'de, birer tane de Almanya, İngiltere, Hindistan, Kanada ve Rusya'da. Elbette ki bu ülkelerin aşı çalışmalarıyla sağlık hizmeti sunmanın yanı sıra ekonomik hedefleri de var. Bu yüzden her ülke aşının kendisinden çıkması için çabalıyor. Aşı Türkiye'den de çıkabilir, bunun için teknolojik altyapı yatırımlarının yapılması gerekir" dedi.

 

Kovid-19 ilaç aşı AA.jpg
Fotoğraf: AA

 

"Türkiye'de bugün Hıfzısıhha'nın yerine geçecek bir kurum yok"

İstanbul Tabip Odası Genel Sekreteri (İTO) Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu da Prof. Dr. Necmettin Ünal ile benzer görüşleri paylaştı.

Aşı alanında Osmanlı İmparatorluğu'nda başlayıp Cumhuriyet döneminde sürdürülen başarılı çalışmalara değinen Küçükosmanoğlu, "1928'de Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü'nün kurulmasıyla, Atatürk'ün devrimleriyle birlikte çağdaş uygarlık seviyesine ulaşma hedefiyle çalışmalar sürdürüdü. Pek çok ülkeye aşı ihraç edildi. Aşının yanı sıra tetanoz, difteri gibi hastalıklara karşı serum üretildi. Ancak 1980'lere gelindiğinde serbest pazar ekonomisi öne çıktı ve 'parasını verip dışarıdan daha ucuza alalım' görüşü hakim oldu. Küreselleşmenin hem olumlu hem de olumsuz yönleri var" yorumunu yaptı.

Almanya'dan Robert Koch, ABD'den ise CBC Enstitüsü'nü örnek gösteren Küçükosmanoğlu'na göre Türkiye'de günümüzde Hıfzısıhha'nın yerini alabilecek bir kurum bulunmuyor ve benzer bir yapılanma oluşturup eski güce ulaşabilmek için ise uzun yıllar gerekiyor:

Hıfzısıhha Enstitüsü'nün önce işlevsiz bırakılması, sonra da kapatılması, üzülerek yad ettiğimiz bir durum. Geçmişteki başarılı çalışmaları görmemek mümkün değil. Cumhuriyetin bir kazanımıydı. Elbette başka ülkelerden de aşı alabilirsiniz ama siz bir kurumu kapatıp, tüm birikimi yok ederseniz, aynı seviyeye ulaşmanız yıllar alır. Türkiye'de bugün Hıfzısıhha'nın yerine geçecek bir kurum yok.

Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu Koç Üni. Hastanesi.jpg
Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu / Fotoğraf: Koç Üniversitesi Hastanesi

 

"Sağlık Bakanlığı birçok kararını siyaseten alıyor"

Sağlık alanında bağımsız bir kurulun var olmasının önemine dikkati çeken Prof. Dr. Osman Küçükosmanoğlu, "Sağlık Bakanlığı birçok kararını siyaseten alıyor, halbuki bağımsız yapıda olması lazım " sözleriyle bakanlığı eleştirdi. 

"Hıfzısıhha Enstitüsü bir referans merkeziydi"

Enstitünün ise daha bağımsız bir yapılanma olduğunu belirterek, aşıyla, sağlıkla ilgili tüm birikimler ile bilimsel çalışmaların bir arada tutulmasının önemine değinen Küçükosmanoğlu,  mevcut durumun neden olduğu dezavantajlara da dikkati çekti:

Teknolojide geri kaldıysanız yakalamak çok zor. En büyük dezavantajlarımızdan biri bu. Ayrıca Hıfzısıhha Enstitüsü, sağlık alanında ülkenin en yetkili kurumuydu. Orası bir otorite, referans merkeziydi. Dünyada da kabul edilen, raporlarına, sonuçlarına güvenilen bir merkezdi. Sadece üretim değil, denetleme, akreditasyon merkeziydi. Şimdi her konuda her kafadan bir ses çıkıyor. Birçok yer birbirinden bağımsız şekilde çalışmalarını sürdürüyor. Tek elden bu işlerin yürütülüp bir referans merkezinin olması çok önemli. Normalde bu enstitü, doğal olarak bu işleri yapıyordu. Hıfzısıhha olsaydı, bugün yaşadığımız karmaşayı, aşı konusundaki tereddütleri yaşamazdık.

 

"Türkiye aşı yaygınlığında başarılı"

"Enstitü kapatılsa da Türkiye'nin deneyimi heybesinde duruyor ve pek çok aşı, yüksek oranda kullanılıyor" diyen Küçükosmanoğlu, difteri, kabakulak, kızamık ve pnömokokun da aralarında bulunduğu çocukluk çağı hastalıklarına ilişkin 13 aşının başarıyla uygulandığını, ülke çapında aşılamanın yaygınlaşmasının kritik önemde olduğunu belirtti ve ekledi: Kovid-19 salgınının da aşıyla önlenebilmesi en büyük umut...

 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

 

"Aşıda olduğu gibi tarımda da dışa bağımlı hale geldik"

Kadıköy Medicana Hastanesi Kardiyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bengi Başer de Prof. Dr. Küçükosmanoğlu ve Prof. Dr. Ünal'la benzer görüşte.

İthalata 'daha ucuza mal oluyor' gözüyle bakıldığını ancak bazı alanlarda bu durumun dezavantaj yaşattığını dile getiren Prof. Dr. Başer, "Okullarda hep, 'Türkiye tarımda, hayvancılıkta kendi kendine yetebilen ülkelerdendir' diye öğretildi. Ancak ithalat arttıkça, hazırı alıp tüketen, babasının parasını yiyen bir topluma evrildik! 1928'de Hıfzısıhha Enstitüsü'nü kur, 1933'te kuduz, 40'ta boğmaca, çiçek, difteri, tifüs, kolera aşılarını üret. 1940'larda, 50'lerde pek çok ülkeye bu aşıları ihraç et. 2020'de grip ve zatürre aşısını bile başka ülkelerden bekler duruma gel. Aşıda olduğu gibi, tarımda da dışa bağımlı hale geldik. Bizim artık özümüze dönerek, dışa bağımlılıktan kurtularak daha millî olabilmek adına adım atmamız gerekli. Uluslar, 'daha bağımsız olarak kendimizi nasıl idame ettirebiliriz' düşüncesinden yola çıkıyor. Kendine yetebilmek şart" yorumunu yaptı.

"Türkiye'nin yeniden aşı üreten ülke haline gelmesi gerekli"

Atatürk'ün ulusal çıkarların en başında halk sağlığının korunmasına ilişkin Meclis konuşmasına da değinen Prof. Dr. Bengi Başer, Türkiye'nin yeniden aşı üreten ülke haline gelmesi gerektiğini ifade etti.  Başer, sözlerini şu ifadelerle sürdürdü:

1950'lerde Influenza merkezimiz vardı. Geçmişte bu aşıyı dünyaya satabilen ülkeler arasındayken, başkalarından almaya çalışan ülke konumuna düşüldü.

 

Prof. Dr. Bengi Başer Medicana.jpg
Prof. Dr. Bengi Başer / Fotoğraf: Medicana Hastanesi

 

"Hıfzısıhha Enstitüsü'nün yeniden açılması, güncellenmesi gerekli"

Özellikle koronavirüs salgınında sağlık alanında "hazırcılık" yapmanın ne kadar yanlış olduğunun farkedildiğini ve kendine yetebilmenin öneminin bir kez daha görüldüğünü vurgulayan Başer,  "Bu salgının getirisi, fabrika ayarlarına dönerek tekrar kendine yetebilen bir ülke haline gelmek. Bu salgınlar ne ilk ne de son olacak. Sağlık alanında kendine yetmeyen ülkeler, hasar alacak" dedi.

Refik Saydam Hıfzısıhha Enstitüsü'ne ilişkin ise Bengi Başer, "Zaten 1997 yılından itibaren aşı yapma yetkisi elinden alınmıştı. Yeniden açılması, güncellenmesi gerekli" yorumunu yaptı.

"Robert Koch Enstitüsü gibi bir kurum gerekli ama Türkiye'de bağımsız, siyaset üstü bir kurum bulmak çok zor"

"Şimdi bıraktığımız yerden yeniden devam etmek gerek" diyen Prof. Dr. Başer, sözlerini "Örneğin Sinovac aşısının üçüncü fazının değerlendirilmesi gerekli. Almanya'daki Robert Koch Enstitüsü gibi bir kurum gerekli ama Türkiye'de bağımsız, siyaset üstü bir kurum bulmak çok zor.  En son bırakıldığı noktadan modernize edilerek, bilim insanlarına bırakıp, siyasetten arındırılmış olarak devreye sokmak. Türkiye'de çok büyük araştırmacılar, hekimler var, yurtdışında çok başarılı Türkler var. Liyakata dayalı olarak, bağımsız şekilde yeniden faaliyete geçilmelidir. Türkiye'nin çıkış yolu artık bu nokta olur" ifadeleriyle noktaladı.

 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

 

Osmanlı'dan günümüze aşının tarihçesi

Sağlık Bakanlığı'nın "Türkiye'de Aşının Tarihçesi" bölümünde yer verdiği bilgilere göre, ülkede aşı üretimi alanındaki çalışmalar, Osmanlı Devleti'ne uzanırken, ulaşılan en eski belge 1721 yılını işaret ediyor.

İngiltere Büyükelçisi'nin eşi Lady Mary Montagu, ülkesine gönderdiği bir mektupta İstanbul'da çiçek hastalığına karşı "aşı denilen bir şey" (varilasyon metodu) yapıldığını belirtiyor. 

1800'lere gelindiğinde ise öne çıkan isim, Louis Pasteur. Tarihe kuduz aşısını bulan kişi olarak geçen Fransız kimyager ve mikrobiyolog Pasteur, aşı çalışmaları için 2. Abdülhamit'ten aldığı mali yardımla Fransa'da giderken, yetiştirmesi için de yanına 3 asistan verildi.

Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şâhâne'den müderris Alexander Zoeros Paşa'nın başkanlığında Kaymakam (yarbay) Dr. Hüseyin Remzi ve Kaymakam (yarbay) Veteriner Hüseyin Hüsnü, ülkeye "kuduz mikrobu" enjekte edilmiş kemik iliğiyle döndü.

Ocak 1887'de ise Zoeros Paşa'nın kliniğinde Daûl-Kelp ve Bakteriyoloji Ameliyathanesi (Kuduz Tedavi Müessesesi) kuruldu. Bu kurum dünyanın üçüncü kuduz merkezi oluyor. Daha sonra bu merkez, difteri serumu da üretti.

1885`te dünyada ilk defa çiçek aşısı uygulaması için kanun, Osmanlı`da çıkarıldı.

1887 ocak ayında kuduz aşısı, Osmanlı`ya getiriliyor ve Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahane`de kuduz aşısı üretildi.

1892'de Bakteriyolojihane ve çiçek aşısı üretim evi kuruldu.

1896'da difteri, 1897'de sığır vebası, 1903'te kızıl serumları, Veteriner Hekim Mustafa Adil tarafından üretildi.

1911'de tifo, 1913'te kolera, dizanteri ve veba aşıları Türkiye'de ilk kez hazırlanıp uygulandı.

1927`de verem aşısı (BCG) üretimi başladı.

 

Bakteriyolojihane. Osmanlı dönemi aşı çalışmaları. Sağlık Bakanlığı.jpg
Bakteriyolojihane / Fotoğraf: Sağlık Bakanlığı / Türkiye'de Aşının Tarihçesi

 

Kurtuluş Savaşı sırasında zor koşullar altında da hayvan ve insan aşıları üretilmeye devam edildi.

İstanbul'un işgali sonrasında aşı merkezi önce Eskişehir, daha sonra da Kırşehir'e taşındı. Aynı dönemde Afyon'da da çiçek aşısı üretilmeye devam edildi.

Erzurum'daki serum laboratuvarı Rus işgali sırasında Halep, Niğde, Sivas ve Erzincan'a taşınırken, Kastamonu'da aşı üretimi yapıldı.

Aşı üretimi, 1928'de Hıfzısıhha Enstütüsü'nun kurulmasıyla merkezileştirildi.

1931 yılında üretilmeye başlanan tetanoz ve difteri aşıları, 1996'ya kadar devam etti.

1937'de kuduz serumu üretilmeye başlandı.

1940'lı yıllara kadar tifo, tifüs, difteri, BCG, kolera, boğmaca, tetanoz, kuduz aşıları seri üretimle oluşturuldu. 1968'de kurulan serum çiftliğinde tetanoz, gazlı gangren, difteri, kuduz, şarbon akrep serumları da üretildi. 

1940 yılında kolera salgını için Çin'e aşı gönderildi.

1942 yılında tifüs aşısı ve akrep serumu üretimi başladı.

1947`de Biyolojik Kontrol Laboratuvarı kuruldu.

1950`de Influenza Laboratuvarı, Dünya Sağlık Örgütü tarafından Uluslararası Bölgesel Influenza (grip) Merkezi olarak tanındı. Influenza aşısı üretimi yapıldı.

Ülkede hastalıkların yok olmasıyla 1971'de tifüs, 1980'de çiçek aşısı üretimi sonlandı.

1976`da Kuru BCG aşısının deneysel üretimi başlarken, 1983`te bu aşının üretimine geçildi.

1996'da DBT ve kuduz aşısı, 1997'de ise BCG aşı üretiminin kesilmesiyle sona erdi.

1997'de aşı üretimi bitirilen Hıfzısıhha Enstitüsü, 2011'de kapatıldı.

Ülkede aşı üretiminin sona ermesiyle aşılar, yurtdışından tedarik edilmeye başlandı.

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU