Zalimler, kurumlar ve trajedi

Kurumların yokluğu tam anlamıyla bir trajedidir. Milis güçlerinin koynundan doğan parlamentolar, zalimlerin devrilmesinin yeşerttiği umutları yeniden kurutur; çünkü yeni bir zalimler evresinin temelini atar

Kolaj: Independent Türkçe

Ülkelerimiz zalimlerin gözetiminde yaşamanın faturasını ağır ödüyorlar. Diktatörler genellikle ülkelerini iki kere öldürürler.

Birincisi, ülkeyi ve insanları ilgilendiren kararlarda tek söz sahibi olup bunu tekellerine aldıklarında, tarihteki anıtlarını inşa etme ve imajlarını parlatmaya odaklandıklarında, ikincisi yönetimi bıraktıklarında ya da devrildiklerinde ülkeyi herhangi bir ciddi kurum veya yangını söndürecek bir organdan mahrum bıraktıklarında.

Ülkelerimiz ayrıca kurumların yokluğunun, etnik, mezhepsel gerekçelerle yönetimi terk etmemekte direten, gittikçe yayılan ve ileriye giden başarısızlığın gölgesinde yaşamanın bedelini de ödüyor.

Ülkelerimizde olup bitenlerin sadece dış komploların ürünü olduğu hikayesine artık kimse kanmıyor.

Trajedinin birinci nedeni, iç kırılganlık ve ülke içinde ilk fırsatta patlayacak mayın tarlaları hazırlayan taraflı ve otoriter politikalardır.

Dış komplolar, karar sahibinin gerekli ateş ve kibriti sağlamadığı bir ülkede iç savaşı tetikleyemezler.

Dış entrikalardan, bir elçinin tuzaklarından veya sosyal medyada galeyana getiren tweetlerden daha tehlikeli bir katil vardır. Bu daha tehlikeli katil, başarısızlıktır.

Yani modern anlamı, gereklikleri, koşulları, bireyler ve yetkililere getirdiği sorumluluklar ve haklar ile devlet kavramına yükselmekte başarısız olmaktır.

Denetleyen, hesap soran ve düzelten kurumların yokluğunda başarısızlık daha da kötüleşir ve iktidar; otorite, güç, hiçbir değer ya da hakkı gözetmeyen kör bir şiddet iştahına mahkum bir grup adaya dönüşür.

Bu, Muammer Kaddafi zamanında dışişleri bakanlığı yapmasının, ülkesinin BM temsilcisi olmasının yanı sıra Afrika meseleleri ve sorunları ile de uzun süre ilgilenmiş Abdusselam Treki’nin bana Paris’te anlattıklarını hatırlattı.

1992 yılında 157 kişinin ölümü ile sonuçlanan Libya uçak kazası (katliamı) hakkında şöyle demişti:

Yaygın kanaat, Libya organlarının uçağı kasıtlı olarak düşürdükleri ve o zamanlar, Libya'ya yedek parça sağlamadıkları bahanesiyle ABD’lileri sorumlu tuttuklarıdır. Bu planlı bir kazaydı. Pilot, bacanağım Ali el-Faki idi ve o da bu kazada hayatını kaybetti.


Ardından şunu eklemişti:

Uçak, içine yerleştirilen patlayıcıların doğru bir şekilde patlamaması üzerine bir füze ile düşürüldü. Bu cinayetin gayesinin, Libya’nın sorumlu tutulduğu Lockerbie uçağı faciasına karşılık ABD’lileri bu kaza ile suçlamak olduğu söyleniyor. Diğer bir deyişle ABD’lilere; 'Biz bir uçağı düşürmekle suçlandık şimdi de siz bir uçağı düşürmekle suçlanıyorsunuz. Karşılıklı olarak birbirimizi suçladık şimdi bu meseleyi kapatıp bir kenara bırakalım' demek isteniyordu. Elbette bu, saf ve aptalca bir düşünceydi.


Kaddafi’nin eski Yemen devlet başkanı Ali Abdullah Salih ile ilişkisinin nasıl olduğunu sorduğumda Treki şöyle cevaplamıştı: Sıradan.

Ancak Salih, Kaddafi’yi Husileri desteklemekle suçluyordu. Yemen makamlarının Husilere gönderilmiş Libya paralarını ele geçirdiğini söylüyordu.

Kaddafi’nin davranışlarını karakterize eden gariplikleri ve canavarlıkları saymak istesek yerimiz yetmez.

Bizim için önemli olan, hastalıklı bir yönetimin ülkesinin ömründen 40 yılı nasıl boşa harcadığıdır. Ülkesine ne gurur duyacağı bir üniversite ne de sırtını dayayabileceği bir kurum bırakmamasıdır.

Ne ordu olması gerektiği gibi bir ordu ne de diplomasi gerçekten diplomasiydi. Libya, “Afrika krallarının kralı”nın yaptıklarının bedelini ödediği gibi şimdi de onu devirenlerin, neredeyse yeniden kurulması gereken bir ülkenin gereksinim duyduğu bir yönetim formülü bulamamalarının bedelini aynı şekilde ödüyor.

Belki de bunun nedeni, Kaddafi’nin Libya’yı uzun ve gezici savaşçıları cezp edecek bir iç savaş tehlikesinden kurtardığını sanan bir dış askeri müdahale ile devrilmesidir. Nitekim daha sonra Suriye böyle bir iç savaşa sürüklendi.

Dün bu yazıyı yazdığım sırada, tarihin 2 Ağustos olduğunu, Irak’ın ve onunla birlikte bölgenin 1990 yılının bugününün bedelini ödemeye devam ettiğini unutmam mümkün değildi.

Kuveyt, Irak ve bölgedeki tarihi dengelere karşı işlenen bu suçta bizi ilgilendiren, zalimler kampına mensup bir adamın kurumların yokluğundan sonuna kadar yararlanması ve etkileri bugün hala görülen bir depremi tetiklemiş olmasıdır.

Bu noktada, o dönem Irak genelkurmay başkanı olan Nizar el-Hazreci’den duyduklarımı aktarmak istiyorum.

Kendisi yaşananları şöyle anlatmıştı:

Olay gecesi evimde uyuyordum. Sabah genel komutanlık genel sekreteri tuğgeneral Alaeddin el-Cenabi aradı ve benden genel komutanlığa gelmemi istedi. Ofisime girdiğimde bana; 'Kuveyt işgalini tamamladık' dedi. Çeyrek saat sonra savunma bakanı Abdul Cebbar Şanşal geldi ve ona da aynı şekilde rapor verildi.

Düşünebiliyor musunuz, bir ordu savunma bakanı ve genelkurmay başkanı bilgilendirilmeden böyle bir maceraya itildi.

Daha sonra öğrendiğime göre Saddam Hüseyin işgal planını Hüseyin Kamil ve Ali Hasan el-Mecid ile birlikte kendisi hazırlamıştı. Detaylarla ilgili meselelerde belki başkalarının da görüşlerine başvurmuş olabilirler ama ana plan bu 3 kişi tarafından hazırlandı ve sadece onlar planı biliyorlardı.


Bir keresinde üst düzey komutanlarına kitabını dağıtacak kadar Stalin’e hayran olan, eşsiz tarihi bir lider olduğunu sanan bir adamın, sadece bu yanılsamaya dayanarak o gün bir ülkeyi işgal kararı almasının bedelini hala bütün bölgenin ödediğini söylersek abartmış olur muyuz?

O gün ve işgal nedeniyle Arap dayanışması ölümcül yaralar aldı. Yine bu karar, 10 yıl sonra 11 Eylül 2001 saldırısının baskısı altında başlatılan cezalandırma kampanyası bağlamında ABD’nin Irak’ı işgal etme kararını almasını da kolaylaştırdı.

ABD işgali ise Irak-Türkiye-İran üçgeninde Irak’ın zayıflamasına neden oldu. Bu nedenle bugün, İran tarafından desteklenen grupların söylemlerinin prangalarına vurulmuş  bir Irak görüyoruz.

Sınırları içinde Türk kuvvetlerinin konuşlanmış olduğu bir Irak görüyoruz. Mustafa Kazimi’nin devlet projesini uyandırma umuduyla seçim kapısını açmaya çalıştığını görüyoruz.

Kurumların yokluğu tam anlamıyla bir trajedidir. Milis güçlerinin koynundan doğan parlamentolar, zalimlerin devrilmesinin yeşerttiği umutları yeniden kurutur; çünkü yeni bir zalimler evresinin temelini atar.

Kurumların artan başarısızlığı da en az yokluğu kadar tehlikelidir. Denetleyen ve hesap soran kurumlar olsaydı Lübnan, mevduat sahiplerine yönelik en büyük soyguna tanık olur muydu?

Seçimler gerçekten devlet ve kurumlar projesi taraftarlarının iktidara gelmesine izin verseydi, Lübnan çöküş ve intihar tuzağına düşer miydi?

Kurumların başarısızlığı, gerçek kurumların yokluğu ve trajedinin devam etmesi demektir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU