Göçün yasını sahneye taşıyan hikaye: Büke Erkoç

Büke Erkoç, tek bir valizle dünyayı dolaşan The Future Looks Bright'ta hem kendi hikayesini hem de üç kuşağın yükünü sahneye taşıyor

Büke Erkoç, Aktarmalı Uçuyor(d)um adlı podcast'inde kişisel göçmenlik tarihini anlatıyor (Büke Erkoç)

Göçü bir "yas alanı" diye tarif eden, tek valizle bütün dünyayı sahneye taşıyan, sahnede ise 55 dakika boyunca tek başına dimdik duran bir kadın düşünün. Bir yandan Prag, Selanik, Edinburgh, Londra ve İstanbul arasında mekik dokurken, bir yandan da Montreal'de yöneteceği oyunun provaları, İstanbul'da devam eden prodüksiyonlar, yeni bir oyun projesi ve göçün etrafında dolaşan bir podcast'le uğraşıyor. Büke Erkoç, 2024'ün Temmuz'unda prömiyerini yapan The Future Looks Bright'la uluslararası festivalleri dolaşırken, hayatının tüm katmanlarını da sahneye taşıyor aslında.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Şu sıralar hayatı birden fazla sahnenin, birden fazla hikayenin temposunda akıyor. The Future Looks Bright hâlâ festival festival gezerken, hareket tasarımını üstlendiği Mahallemiz Eşrafından ve üretim ekibinde yer aldığı En Sevdiğinden Başla oyunları sezon boyunca İstanbul'da sahneleniyor. Bir yandan KİKİ Kolektif ve NOK NOK!'un ortak yapımı olacak, Aslı Tohumcu'nun Durmadan Leyla kitabından serbest uyarlanan yeni oyun Çöpçatan, nisandaki prömiyeri için hazırlıkta; öte yandan şubatta Montreal'de yöneteceği Automne à New Stockholm için provalar sürüyor. Tiyatro çevirileri devam ediyor, bir de göçün etrafında dolaşan Aktarmalı Uçuyor(d)um adlı podcast'ine yeni bölümler üretmeyi sürdürüyor. Kısacası, hem fiziksel hem de zihinsel olarak hep yolda.

Bu yolculuğun başlangıcı çocukluğuna uzanıyor. Disleksi ve hiperaktivite nedeniyle gittiği terapiler, onu çok erken yaşta drama derslerine götürmüş. O dönemi anlatırken, bilinçli bir seçimden çok, kendini akışa bırakmış bir çocuk halini hatırlıyor.

"Oynamaktan aldığım keyif hiç değişmedi" 

"Motivasyonum neydi gerçekten hatırlamıyorum" diyor: 

Annem terapistimle konuşup iyi gelebileceğini düşünmüş ve beni drama derslerine yazdırmıştı. 'Kurs var' deniyordu, ben de sorgulamadan gidiyordum. Tek hatırladığım, oyun oynamaktan büyük bir keyif aldığım. Ve bu hiç değişmedi.

Bugün sahnede kurduğu dünyalara bakınca, o çocukluk oyununun hâlâ değişmeden sürdüğünü görmek mümkün. Fakat tiyatronun kendisi, Türkiye'de olduğu gibi dünyada da kolay bir kariyer değil. Erkoç'un altını çizdiği nokta sert: Bu meslek çoğu zaman tek başına bir hayat kurmaya yetmiyor.

"Türkiye, Kanada, Fransa ve Britanya'da çalıştım, hiçbirinde sadece tiyatro yaparak hayatınızı idame ettirmek kolay değil" diyor: 

Bunu başarabilenler elbette var ama sayıları çok çok az. Genellikle başka işlerde çalışıp para biriktiriyorsunuz, sonra o birikimle oyununuzu hayata geçiriyorsunuz. Bu da işin kendisini başlı başına sınıfsal bir mesele haline getiriyor. Arkanızda maddi destek varsa odaklanabiliyorsunuz, yoksa sürekli başka işlere savruluyorsunuz.

Göçle kurduğu ilişki de benzer bir sertlikle ama bir o kadar da duygusal bir yerden geliyor. Henüz 16 yaşında tek başına Kanada'ya taşınmak, onun hayatının kırılma noktalarından biri. Bugün göçe ne kayıp ne de yalnızca özgürleşme olarak bakıyor; daha çok uzun, ağır ve derin bir yas süreci gibi tarif ediyor.

Büke Erkoç

Büke Erkoç, The Future Looks Bright'la sahneye dönüşünden bahsederken "Bugüne dek yaklaşık 30 defa farklı ülkelerde, uluslararası festivallerde oynadık ve her seferinde hâlâ aynı heyecanı hissediyorum" diyor (Büke Erkoç)


"Sanırım benim için en yakın tanım 'yas alanı'" diyor: 

Göç evi, bir yas evi demek. Kaybettiğin ve bir daha asla senin olmayacak birçok şeyin yasını tuttuğun bir süreç. Göçte kazandıklarımla kaybettiklerimin toplamıyım. Evet, kimliğimin bazı parçalarını kaybettim ama yenilerini de kazandım. Sonuçta ben kazandıklarımın, kaybettiklerimin ve geriye kalanların toplamıyım.

Bu yüzden göç onun için aynı zamanda bir kimlik hali. Ne tamamen kök salınan bir yer var ne de tam anlamıyla dönülen bir ev. Bir yandan Kanada, Fransa, Britanya ve Türkiye arasında bölünmüş bir hayat; bir yandan da bütün bu parçaların kesiştiği bir merkez olarak İstanbul. 

"Evim gibi hissettiğim tek yer İstanbul"

2013'ten beri sürekli göç ettiğini, önümüzdeki yıllarda İstanbul'da geçirdiğinden daha çok zamanı göçte geçirmiş olacağını söylüyor ama "ev" fikri hâlâ çok net.

"Evim gibi hissettiğim tek yer İstanbul. Eğer bir gün gömülecek olursam sadece oraya gömülmek isterim" diye anlatıyor: 

Çünkü orada 'Fikret Bey'in torunu', 'Hakan'ın yeğeni' ya da 'Çınaraltı'nda çocukluğu geçen kız' diye anılıyorum. Bu tanınma hali bana asıl aidiyet hissini veriyor.

Bu aidiyet meselesi, göçün siyasetle kesiştiği noktaya da uzanıyor. Fransa'da sanatçı vizeleri üzerinden anlattığı deneyim, devletlerin sanatçılara bakışını çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Fransa'da intermittent du spectacle statüsündeki sanatçılara işsiz kaldıklarında veya belli bir gelir düzeyinin altına düştüklerinde sosyal yardım sağlandığını hatırlatıyor.

"Sanatsal üretimle geçinen kişilere oturum izni vermekte çok da istekli davranmıyorlar" diyor: 

Çünkü sanattan elde edilen gelir düzensiz ve düşük olabiliyor; bir sanatçıya oturum izni vermek, büyük ihtimalle ona sosyal yardım sağlamak anlamına geliyor. Devletler göçmen kabul ederken genellikle destek sunmaları gerekecek insanlardan ziyade ekonomik katkı sağlayabilecek kişileri tercih ediyor. Sanatçı vizelerinin bu kadar zorlayıcı olması da biraz buradan.

Bu onun için yeni bir hayal kırıklığı değil, daha çok önceden bildiği bir gerçeğin farklı biçimlerde yeniden karşısına çıkması. Bakış açısını değiştirmediğini özellikle vurguluyor. Sadece, sanatçıya harcanan parayı "yük" olarak gören devlet dillerine bir yenisi daha eklenmiş.

Büke Erkoç

Büke Erkoç, şimdiye kadar onlarca defa yapabilmiş olmasına rağmen her oyundan önce teknik ekibe hâlâ "Yapabilecek miyim acaba?" diye sorduğunu itiraf ediyor (Büke Erkoç)


Britanya deneyiminde ise mesele bu kez vizelerden çok "network" yani ilişkiler ağı meselesi. Mezun olmadığı bir ülkede tiyatro alanına adım atmanın zorluğundan söz ederken, aslında görünmez kapılardan bahsediyor.

"Bizim alanda çoğu şey kişisel ilişkiler üzerinden dönüyor"

"Bir okuldan mezun olduğunuzda, farkında olmadan bir çevre edinmiş oluyorsunuz. Bizim alanda çoğu şey kişisel ilişkiler üzerinden dönüyor. Yeni bir oyun sahneleneceğinde açık ilan bile çıkmayabiliyor. Eğer bir çevreniz yoksa, yaptığınız işin kalitesinden bağımsız olarak ilerlemeniz çok daha zor oluyor" diyor. 

Londra'ya ilk geldiğinde kimseyi tanımadığını, her şeyin bu yüzden çok yavaş ilerlediğini anlatıyor: 

Ama artık kendi yolumu açabildiğime inanıyorum.

Bu "kendi yolunu açma" hali, en çok The Future Looks Bright'ın serüveninde somutlaşıyor. Oyunculuk eğitimi alsa da meslek hayatı boyunca kendini daha çok yönetmenliğe yönelirken bulmuş Büke Erkoç. Oyun için bir oyuncu tutacak bütçesi olmadığında, fon sistemini, yapımcılık mekanizmalarını bilmediğinde kendine dönüp şu cümleyi kurmuş:

İş başa düştü. Senin de oyunculuk eğitimin var, yıllardır oynamamış olsan da bir oyuncusun. Bunu yapabilirsin.

Bugün geriye dönüp baktığında, bu cümleyi kurmuş olmaktan büyük bir memnuniyetle söz ediyor ve "İyi ki yapmışım" diyor: 

Hayatımda beni en çok mutlu eden, en gurur duyduğum dönüşlerden biri oldu. Bu oyun bana sahnede olmanın beni ne kadar mutlu ettiğini hatırlattı ve bunu çok uzun süredir unuttuğumu fark ettim.

Üstelik tüm bu süreç tek kişilik bir performansla, sahnede 55 dakika boyunca tek başına kalmakla birleşiyor. Bu yalnızlığın ağırlığını sorduğumda, cevabı şaşırtıcı derecede hafif.

"Ben bu alanın müptelası oldum"

"Zihinsel olarak beni yoran bir durumdan ziyade, bana derdimi haykırabileceğim bir alan açıyor. Sanırım ben bu alanın müptelası oldum" diye gülerek anlatıyor. Fiziksel olarak şimdilik zorlanmadığını ama oyunun dinamik yapısı nedeniyle yaşlandığında ağrılarının başlayabileceğini esprili bir dille ekliyor.

Oyunun sahne tasarımı da bu göç halinin somut bir uzantısı gibi. Tek bir valiz, birkaç çizgi... Minimal görünen bu dünya, hem lojistik hem dramaturjik bir kararla kurulmuş. Büke, "Bir adet valizle geziyor ve festivallere gidiyoruz. Lojistik açıdan inanılmaz pratikti bu karar" diyor: 

Sahnedeki tek partnerim olan o valiz, bazen bir yatak oluyor, bazen bir kiosk, bazen de bir binanın tepesi. Bir valizle bütün dünyayı kuruyoruz aslında. Tıpkı yoldakiler gibi, valizlere bütün hayatımızı sığdırmaya çalışıyoruz. Bunun gerçekten mümkün olduğuna inanıp bence kendimizi birçok noktada kandırıyoruz.

The Future Looks Bright'ta üç kuşağın travmalarının birbirine dolanması da tesadüf değil. Erkoç, kişisel olanla toplumsal olanın kasıtlı olarak iç içe geçtiğini söylüyor.

"Bir kadının hikayesi bir toplumun belleğiyle yüzleştiriyor"

"Özellikle Türkiye gibi ülkelerde kadınların kuşaktan kuşağa devraldığı baskı biçimleri, sessizlikler ve bastırılmışlıklar sistematik bir hal almış durumda" diyerek ekliyor: 

Anlatıcı karakterin hikayesi ilk bakışta bireysel gibi görünse de taşıdığı yükler sadece ona ait değil. O, bir sistemin, bir kültürün, bir mirasın taşıyıcısı. Seyirci sahnede bir kadının hikayesini dinlerken aslında bir toplumun, bir ailenin, bir ülkenin belleğiyle de yüzleşiyor.

Edebiyattan sahneye uzanan bir başka hat ise Şebnem İşigüzel'le kurduğu ilişki. İşigüzel'in Hanene Ay Doğacak kitabını ilk okuduğunda, onu "cesareti ve cüretiyle" büyüleyen şey tam da bu radikallik olmuş.

Büke Erkoç
Her dilde aynı konfora sahip olmadığını söyleyen Büke Erkoç, "Bazen bir dilde çok basit, diğerinde çok karmaşık cümleler kurduğumu fark ediyorum. Hatta bazen kendimi tamamen başka bir insan gibi hissediyorum" diyor (Büke Erkoç)


"Onu bir okur olarak 15 yaşımda keşfetmiştim, kendimi bu erken karşılaşmadan dolayı çok şanslı hissediyordum" diyor Erkoç: 

12 sene sonra bir tiyatrocu olarak 27 yaşımda onunla çalışma fırsatı buldum ve kitabını bana emanet etti. İkinci kez müthiş şanslı hissettim.

Oyun uyarlaması sırasında ciddi değişiklikler yapmaları gerekmiş. Kitaptaki üç öyküyü tek bir kadın karakter etrafında birleştirmişler; bu da sahnede yeni bağlayıcı unsurlara ihtiyacı doğurmuş.

"Bir edebi metni sahneye uyarlarken, sahnenin kendi matematiğini göz ardı edemezsiniz" diyor Büke: 

Edebiyatta büyüleyici işleyen kurulu yapı, sahne dinamiğine uygun biçimde aktarılmazsa sahnede işlemiyor. Bizim tek amacımız o hikayeleri sahnenin ritmine ve enerjisine uygun yaşayan bir oyuna dönüştürmekti. Bunu başarabilmek, aslında metne gerçek anlamda sadık kalmak demekti.

Büke Erkoç, kültürel hikayeleri başka dillere taşımayı ise doğrudan bir köprü kurma eylemi olarak görüyor.

"Beni görmek zorundasınız"

"Bence bu, 'Ben buyum, karşınızdayım' demek" diye anlatıyor: 

'Beni ve hikayemi görmeden ilerleyemezsiniz, varlığımı reddedemezsiniz. Beni görmek zorundasınız.' Bu kaçamayış bana çok hayati geliyor.

Bu köprünün ayaklarından biri de sahne arkasında kurduğu kolektif dayanışma. The Future Looks Bright'ın reji ekibi, tamamı 28 yaş altı kadınlardan oluşan bir ekipmiş: Beril Çelik, Öykü Eraslan, Berfin Ertan, Tamar Çıtak ve Büke Erkoç.

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

A post shared by BÜKE ERKOÇ (@bukeerkoc)


"Gençliğimizin getirdiği hata yapabilme lüksü ve cesaret, yaratıcı süreçte sahip olunabilecek en güzel şeylerden biriydi" diyor: 

Bize daha önce hiç denemediğimiz şeyleri denememiz için muhteşem bir alan açtı.

Britanya ve Türkiye'de oyunun aldığı tepkiler arasındaki farkı sorunca, cevabı yine aidiyet üzerinden kuruyor.

"Britanya'da Türkiye'ye dair bir hikayeyi bir Türk olarak sahnede anlatmak, 'Beni ve benim geldiğim yerin hikayesini görün' demek gibi" diyerek ekliyor: 

Türkiye'de aynı hikayeyi oynamak ise 'Aynı kolektif hafızadan geliyoruz ve ben ortak hafızamızın bir parçası olarak karşınızdayım' demek. İlki daha çok 'kabul edilme ve görünme', ikincisi ise 'dayanışma' hissi.

Üst yazıyla oynadığı oyunlarda hissettiği stres ise işin daha görünmeyen, teknik kısmını ortaya koyuyor. The Future Looks Bright, Türkçe oynandığında seyirci İngilizce üst yazıdan takip ediyor ve bu, oyunun ritmini tek tek cümleler üzerinden yeniden kurmayı gerektiriyor.

Büke, "Üst yazı çok hızlı akan bir sistem, geri dönüşü yok" diyor: 

O yüzden 12 sayfalık oyunu bir cümle bile atlamadan, çevirideki sıraya birebir uyarak oynamam gerekiyor. Bu, benim ritmimi sahnede değiştirmiyor ama kafamın arkasında her zaman 'üst yazıyı yöneten ekip arkadaşımın işini nasıl kolaylaştırabilirim' düşüncesi var.

Tüm bu çaba, bütün bu göç ve dönüş hali içinde The Future Looks Bright onun için ne anlama geliyor? Cevap net.


"Kesinlikle bir başlangıç" diyor hiç tereddütsüz: 

Bana oyuncu olduğumu ve oyun oynamayı ne kadar sevdiğimi tekrar hatırlattı.

Söyleşinin sonunda, sahnede izleyenlere, çevirdiği kitaplarla, yönettiği ve yazdığı oyunlarla hayatına dokunduğu insanlara iletmek istediği bir mesaj olup olmadığını soruyorum. Çok kısa düşünüyor ve sadece şunu söylüyor:

Çok teşekkür ederim. Başka ne diyebilirim ki!

Belki de bu kadar çok göçün, bavulların, vizelerin, belki reddedilmelerin, yeniden başlamaların, sahnede tek başına kalmanın, her defasında "Yapabilecek miyim acaba?" diye sorup yine de ışığın altına yürümenin ardından söylenebilecek en sahici cümle bu. Bir valizle dünyayı dolaşırken, sahnede üç kuşağın, bir ülkenin ve kendi yasını taşıyan bir kadın olarak, seyirciye dönüp yalnızca "Çok teşekkür ederim" diyebilmek... Belki de gerçekten, bütün baskıya, bütün korkuya rağmen orada durmanın, yani o "ayrıcalıklı baskı"nın en çıplak, en insani hali.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU