Karanlıkla ışığın birbirine dokunduğu, melankoliyle coşkunun aynı anda var olduğu bir evren… Oscar and the Wolf tam da bu karşıtlıkların arasında kendine özgü bir dünya kuruyor. Belçikalı sanatçı Max Colombie'nin yarattığı bu evren, yıllardır Türkiye'de de yankı buluyor. Onun şarkıları İstanbul'un gecelerinde, İzmir'in sahillerinde, Ankara'nın kalabalık caddelerinde yankılanıyor; dinleyenler kendilerini aynı anda hem kırılgan hem de güçlü hissediyor.
"Benim için Türk seyircisi cennet gibi" diyor Colombie, yıllar önceki İstanbul konserlerini hatırladığında. O tutkuyu, o adanmışlığı hâlâ kalbinde taşıyor. Bu yüzden de 8 Ekim'de Zorlu PSM sahnesine dönerken yalnızca şarkılarını değil, iç dünyasının bütün renklerini beraberinde getiriyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Oscar and the Wolf'un yolculuğu, indie folk'tan elektronik tınılara, dream pop'tan synth ağırlıklı seslere uzanan bir dönüşümün hikayesi. Ama özünde hep aynı: Masalsı, karanlık, bazen hüzünlü, bazen de büyüleyici. Colombie bu dünyayı tanımlarken "Disney müziğinin yetişkinler için olanı" ifadesini kullanıyor. Masalların büyüsünü derinlikli bir lirizmle bir araya getiren bu müzik, Türkiye'de nasıl bu kadar güçlü bir bağ kurduğunu da kendi kendine açıklıyor aslında.
Max Colombie'yi yakaladığımızda Paris Moda Haftası'ndan yeni çıkmış, bir yandan da Belçikalı rapçi ve yakın dostu Romeo Elvis'le üzerinde çalıştığı EP'ye odaklanıyordu. Provalar, yeni şarkı taslakları, uçak yolculukları ve sahne hazırlıkları arasında onun hayatında ritim hiç eksik olmuyor. "Şu an sürekli yeni şeyler yazıyorum. Bir yandan da sahneye hazırlanıyorum" diyor.
Türkiye'deki müzikseverlerin ona olan hayranlığını hâlâ şaşkınlıkla karşıladığını itiraf ediyor. "Onca yıl geçti, hâlâ bunun nasıl böyle geliştiğini bilmiyorum" diye gülüyor. Sonra bir an durup düşünüyor:
Sanırım sesimle ilgili. Söyleyiş biçimimde çok fazla melankoli ve özlem var. Belki de bu yüzden Türk dinleyicilerle bu kadar güçlü bir bağ kurdu.
Yıllar içinde sahneye her çıktığında hissettiği coşkuyu da unutmamış. İstanbul konserlerini anımsadığında gözleri parlıyor:
Kalabalık hep tutkuluydu. Canlı müzik sözkonusu olduğunda adeta kendilerini adayarak karşılık veriyorlar. Benim için bu, sanatçı olarak saf bir cennet.
Bu defa İstanbul performansına hazırlanırken aklında aynı tutkuya layık bir sahne kurmak var. "Büyük bir prodüksiyonla geleceğim. Dinleyicilerim bunu hak ediyor. Türkiye'ye geldiğimde mutlaka cebimde bazı sürprizlerim olur, bu kez de öyle olacak" diyor.
Müziğinin yıllar içindeki evrimini sorduğumda cevabı hiç düşünmeden veriyor:
Tamamen içgüdüsel. Bir gün kelebek olmak istiyorum, ertesi gün okyanusta bir denizkızı. Müzikte de aynı gerçeği yaşamak hoşuma gidiyor.
Onun için bu dönüşümler planlı bir rota değil; daha çok ruhunun peşinden giden bir yolculuk.
Kendi tanımıyla "yetişkinler için Disney müziği" yapıyor. Masalsı ve karanlık, orkestral bir yoğunluk taşıyan şarkılar... "Ama sözler 18 yaş üstüne sesleniyor" diye hatırlatıyor Colombie. Her albümde ise başka bir evren kuruyor: Entity onun için "doğum", Infinity "ölümsüzlük", The Shimmer "ilahi", Taste ise "ölümlülük" demek.
Oscar and the Wolf'un dünyasında ses kadar görüntü de belirleyici. Colombie, hayal gücünü sadece melodilerle değil, görsel bir dil aracılığıyla da kuruyor. "Genellikle True Blood gibi kurmaca işlere bakarım" diyor. Süper kahraman estetiğine özel bir tutkusu var. Sahnedeki duruşunu, kostümlerini, ışık tasarımını bu dünyanın parçalarıyla şekillendiriyor:
Kendimi şiir yazan, yitip giden aşklara dair şarkılar söyleyen karanlık bir prens gibi görüyorum.
Moda onun için yalnızca sahne kostümlerinden ibaret değil, aynı zamanda gerçekliğe yeni bir renk katmak anlamına geliyor. Dries Van Noten gibi tasarımcılarla yaptığı işbirlikleri de bu yüzden özel. "Modayı gerçeği boyamanın bir yolu olarak görüyorum" diyor:
Tasarımcılar bana göre ressam ya da heykeltıraş gibiler ama müze duvarlarının ötesine geçiyorlar.
Onun için defile müzikleri bestelemek de sahneye çıkmak kadar doğal; iki disiplin birbirini besliyor.
Canlı performanslarında bir araya gelen melankoli ve coşku ise dinleyiciyi baştan çıkaran bir gerilim yaratıyor. Colombie bu dengeyi nasıl kurduğunu şöyle anlatıyor:
Her gün farklı hissediyorum, o yüzden şarkıları yazdığım zamanki duygularla hissetmem mümkün değil. Bunun yerine zihnimi kandırıp o günkü hislerimi şarkıya yüklüyorum. Sanki beynimle müzik arasında bir kolaj yapıyormuşum gibi.
Onun repertuvarındaki şarkılardan biri, yalnızca dinleyiciler için değil, kendi hayatı için de dönüm noktası oldu: Warrior. Belçika Milli Takımı'nın marşına dönüşen bu şarkı, Colombie'nin kaygılarıyla yüzleşmesinde de güçlü bir rol oynadı.
"Kesinlikle öyle" diyerek ekliyor coşkuyla:
Warrior tam anlamıyla bir süper kahraman şarkısı; adeta gişe rekorları kıran bir Avengers filmi gibi. Böyle filmler izlediğimde hissettiğim güç ve özgüveni, bu şarkıya taşımak istedim.
Son albümü Taste'in sevilen parçası Angel Face ise kariyerinde daha kırılgan, daha otobiyografik bir sayfa açtı. Colombie, bu yeni dönemde DNA'sının bile dönüşüp geliştiğini söylüyor. "Belki kulağa muğlak geliyor ama şu an yaptığım işe aşığım. Eğer daha derin bir şey bulamazsam mutsuz olur, uzun süre yazamazdım" diye itiraf ediyor.
Bu şarkıyla birlikte parıltılı pop personasının ardındaki gerçek Max'i daha fazla ortaya çıkarsa da bu açıklık beraberinde yeni bir sınavı getiriyor: Mahremiyet.
Belçika gibi küçük bir ülkede gizliliği korumak çok zor. Bazen dürüst olmakla gizliliği korumak arasındaki çizgi bulanıklaşıyor. Dinleyiciler daha yakın olmamı beklediğinde üzülmeleri mümkün. Ben hâlâ doğru dengeyi arıyorum.
Colombie için müzik hiçbir zaman sabit kalmıyor; her albüm yeni bir dönüşümün, yeni bir varoluşun habercisi. 2024 çıkışlı Taste'ten sonra geleceğe dair sorularıma verdiği cevaplar çoğunlukla muğlak ama bir o kadar da heyecan dolu:
Ben sürekli evriliyorum, o yüzden zaman gösterecek.
Onun için bu evrim kaçınılmaz bir yol; kelebekten denizkızına, oradan da bambaşka bir mitolojik figüre dönüşmek kadar doğal.
Sahneye çıkmak onun için çoğu zaman evinde olmaktan farksız. 70 bin kişinin önünde dev bir festival sahnesi de, 500 kişilik samimi bir mekan da ona aynı duyguları hissettirebiliyor. "Bazen ikisi de evim gibi" diyor:
Ama bazen de bitmeyen bir korku filmi gibi.
Seyirciden aldığı enerji, mekanın büyüklüğünden bağımsız olarak konserin ruhunu belirliyor.
Adını duyurarak Lou Reed gibi efsane isimlerden önce sahne almasını sağlayan 2013 tarihli teklisi Orange Sky'dan bu yana uzanan yolculuğuna baktığında öğrendiği en büyük ders, belki de tüm bu kariyerini özetliyor:
Sanatı başkaları için değil, yalnızca kendin için üretmek.
Onun için müziğin sırrı, başkalarının beklentilerinden bağımsız, kendi iç dünyasını dürüstçe ortaya koyabilmekte saklı.
Peki, ardında nasıl bir miras bırakmak istiyor? Colombie, Oscar and the Wolf'un bir ses ya da tür yaratmasından ziyade, dinleyicilerin sığınabileceği kişisel bir evren bırakmayı hayal ediyor.
İnsanların kaçmak istediklerinde gidebilecekleri bir dünya bırakmak istiyorum. Yaptığım şey internette sonsuza kadar kalıyor ve silme düğmesi yok. Bu yüzden çok ciddiye alıyorum.
Türkiye'deki dinleyicilerin sevgisi, onun için hâlâ açıklanamaz bir sır. Ama şarkılarının ezbere söylendiği, coşkuyla paylaşıldığı konserlerde bulduğu yanıt ona tek bir şey söylüyor: Bu bağ artık müziğin ötesinde, hayatın kendisine ait. Colombie'nin son sözü de bunu doğrular nitelikte:
Hayatıma kattığınız bütün güzellikler için minnettarım.
© The Independentturkish