Beni kötülerin zulmü değil, iyilerin sessizliği korkutuyor.
Martin Luther
Sessizlik, zalimin diliyle konuşan en eski dildir.
Ve insanlık, bu dili hâlâ terk etmemiştir.
Yıl 1938… Almanya'da Adolf Hitler'in başında olduğu Nasyonal Sosyalist Parti'nin "arî ırk" politikaları birçok kişide, açık hedef hâline gelme tedirginliği yaratıyor.
Nazi Partisi; antikominist, antisosyalist düşüncelerin yanı sıra 1930'lu yılların başından itibaren daha çok antisemitik duruş sergiliyor.
Ülkede kalan ve bu duruşun keskinliğini fark edenler, göze batmamak için sessiz bir yaşam sürmeye çalışıyor.
El altından gelen bilgilere güvenip ülkeden kaçanların ise akıbeti hakkında sağlıklı bilgi edinilemiyor.
Okullar ırkçı ideolojilerle bileniyor, kamu daireleri arî olmayanları listeleniyor, parti gerçeklik payı olmayan haberlerle Almanlara, kendilerinden başka müttefikin olmadığını servis ediyor ve uzun zamandır aynı mahallede yaşayanlar dahi birbirlerine şüpheyle bakıyor.
Tüm bu ayrıştırıcı politikalar "olgunlaştığında" ise plan devreye giriyor; 9 Kasım'ı 10 Kasım'a bağlayan gecede, Adolf Hitler'in talimatıyla Berlin ve farklı şehirlerdeki bazı mahallelere baskın düzenleniyor.
Nazi Partisi'nin paramiliter biriminde yer alanlar; partinin antisemitik fikirleri çerçevesinde insanların evlerini basıyor, dağıtıyor, dükkânlarını yağmalıyor, vitrinlerini indiriyor.
O gece kırılan camların, acıyla kıvranan insanların ve silahların sesi dolduruyor tüm mahalleleri.
İşte bu kırılan camlardan, vitrinlerden yola çıkarak 9 Kasım gecesine halk arasında Kristal Gece (Kristallnacht) ya da Kırık Camlar Gecesi deniliyor.
Ancak yıllar sonra geçmişi ile yüzleşecek olan Almanya'nın o gece nasıl büyük bir yıkım gerçekleştirdiği siyaset tarihine sunduğu iki sözcükle kesinleşiyor: Kasım Kıyımı (Novemberpogrom).
Peki, dünya tarihinde neden önem taşıyor Kristal Gece ya da resmî adıyla Kasım Kıyımı?
Neden, Naziler için birkaç mahallede başlayan bu olay, stratejik açıdan farklı bir yerde bulunuyor, neden o tarihten sonra Naziler şiddeti ve holokostu artırıyor?
Buna verilecek tek cevap, toplumun tepkisizliği olmalıdır.
Naziler, antisemitizm gölgesinde gerçekleştirdiği bu lokal baskınla, pilot uygulama yapmıştır aslında.
Daha önce kamu dairelerinin yardımıyla fişledikleri insanların evlerine girmeleri de aile üyelerinden bazılarını yanlarına alıp bazılarını öldürmeleri de bu pilot uygulamanın işleyip işlemediğini tespit etmek üzerine kuruluyor.
Sadece 9 Kasım'da 400'e yakın insan öldürülüyor, onlarcası evinden alınıp götürülüyor ancak yakın ya da uzak çevrede kimse karşı çıkmıyor bu hukuksuzluğa.
Ölümlerin yaşandığı evlerin hemen yanı başında sabah kalkıp işe, okula ya da günlük rutinine dönenleri izliyor Hitler.
Direnişin olmadığını, sessizliğin hâkim olduğunu gören Nasyonalist Sosyalist Parti, daha acımasız ve daha cüretkâr kararlar almaya başlıyor o tarihten itibaren.
Çünkü Hitler; insanlar öldürülürken gösterilen sessizliğin bir kayıtsızlık olarak değerlendirilemeyeceğini, aksine bu durumun bir yönelim biçimi ya da bir tercih süreci olarak yorumlanacağını biliyor.
Ayrıca küçük de olsa ihtimal gördüğü toplum baskısını ya da kitlesel halk ayaklanmasını da 9 Kasım gecesinden itibaren planlarından uzaklaştırıyor.
O gece yaptıkları, yapacaklarının önüne koca bir kapı açıyor.
Kısaca, toplumun nabzını tutmak için lokal olarak başlayan bu yıkım, geniş bir kitle imha mekanizması düzeneğine çevriliyor.
Böylece Kristal Gece'den başlayarak 6 milyonu Yahudilerden; diğer 6 milyonu ise Sovyet savaş esirlerinden, Romanlardan, Polonyalı sivillerden, siyasî mahkûmlardan, sosyalistlerden, eşcinsellerden, Yehova Şahitleri'nden, muhalif dinî gruplardan ve T4 Ötenazi Programı ile fiziksel ve/veya zihinsel engel taşıyanlardan olmak üzere 12 milyon insan katlediliyor.
Tuzla buz olan camlara ses vermeyenlerin, sözde kendi ırkından olmadığı için aman dileyenlere el uzatmayanların dâhil olduğu 12 milyon ölüm…
9 Kasım'ın yankısı, sonraki yıllarda farklı dillerde, farklı coğrafyalarda, farklı çocukların çığlıklarına karışarak duyuldu yeniden.
Bazen Avrupa'nın orta yerinde Srebrenitsa oluyor adı, bazen Kürt oldukları için öldürülmelerinde bir beis bazen Kürt; bazen ülkelerinden çok uzakta olan iki Avrupalı devlet tarafından pompalanan ırkçılık söylemiyle paramparça edilen Ruanda, bazense çok uzun zamandır dünyadaki modern toplumların gözleri önünde bombalanan bebeklerin ülkesi Filistin…
Her biri Nazilerin açtığı o ırkçılık çukurundan besleniyor; hiçbiri kadın-erkek, yaşlı-genç, çoluk çocuk dinlemiyor.
Her birinin tek amacı var, kendi güçlerini egemen kılmak, halkı bir toplum olmaktan çıkarıp kalabalıklar hâline getirmek ve yalnızca itaat eden bir grup yaratarak erk tahtını oluşturmak.
Kristal Gece'nin kırık camları bizlere yalnızca stratejik ve acımasız bir pogromu sunmuyor.
Naziler 12 milyon insanı öldürmekle kalmadı aynı zamanda toplumdaki sessizliğe/tepkisizliğe dayanarak o toplumun içindeki bir grubun hangi formülle yok edileceğini de öğretti diğer ülkelere.
Sessizlik büyüdükçe bu dünyadan gerekçesiz koparılan insan sayısı arttı, her diktatör kendi düşmanını yarattı, her erk sahibi yeni bir katliam alayı saldı ortalığa.
Suçun görünmeyen biçimi sessizlik
Peki, dünyanın birçok yerinde soykırım, pogrom ya da şovenizm devam ederken neden susuyor bu insanlar, karşılarında onlarca hayat yok edilirken neden tepkisizliği seçiyor, insanların öldürülmesine ses çıkarmıyor ve hatta günlük rutine devam edebiliyor?
Bu sorularla ilgili insanî, vicdanî cevaplar vermek de mümkün ancak sosyolojik olarak değerlendirdiğimizde bir toplumun susması yalnızca korkuyla açıklanmıyor; kimi zaman çıkarlarını korumaktan, kimi zaman konfor alanından sapmamaktan, kimi zaman kendi yakınlarını korumayı isteyişten, kimi zaman ise itaatsizlik yapmamayı seçmekten ya da öğrenilmiş çaresizlikten…
Sessizlik sosyolojisi dediğimiz bu durum, toplumu derinden etkileyecek bir olay karşısında bireyin nasıl tavır alacağı ile cevap bulur.
Eğer ağır basan, kişinin bireyselliği ve çıkarları ise sessizlik ve tepkisizlik büyüyor ancak ağır basan kolektif sorumluluk ise birey harekete geçiyor ve tüm bu yıkımlara karşı çıkıyor.
Bireyselliği seçen kişilerin ağırlıklı olduğu toplumlarda sosyolojik açıdan kolektif sorumluluk göz ardı edilir ve görsel alışkanlık/görsel duyarsızlaşma denen yeni bir kayıtsızlık biçimine vücut bulur.
Bireyselliği seçen kişiler bir bakıma acıya tanıklık etmek yerine, acıyı tüketirler.
Katliamlara karşı çıkan grubun yolu ise biraz daha karmaşık bir süreçten geçer.
Karşı çıkanlar öncelikle çevrelerindeki sessizlik toplumuyla ve onların informal kurallarının etkisiyle örseleniyor, daha sonra devlet erklerinin formal kanunları onları farklı ceza yöntemleriyle eliyor.
Sessizliğe bürünmeleri için zorluyor, genele uymaları için yeni kılıflar veriyor.
Vazgeçenlerin büyük bir çoğunluğu anlamsızlığa, boşluğa, hedefsizliğe sürükleniyor ve bedenen yaşasalar dahi ruhen kendilerini geride bırakıyor.
Pierre Bourdieu'nün "sembolik şiddet" kavramı bu durumu şöyle açıklıyor: İnsanlar, baskıyı içselleştirdiklerinde artık ona direnmezler, hatta onu meşrulaştırırlar.
Sessizliğin en tehlikeli dallarından biri de tam olarak burada doğuyor: içselleştirilmiş itaat.
Bu da kolektif sorumluluk bilincini öteliyor; yeni katliamlara, pogromlara, kıyımlara, kıyımlara davetiye çıkarıyor.
Irak Kürdistan Bölgesi'ndeki Halepçe de saldırılar sonucu soykırıma uğrayanlardan.
1988'de Saddam Hüseyin'in talimatıyla sivil halkın üzerine gökyüzünden kimyasallar atılıyor.
Resmî rakamlara göre çoğu kadın, yaşlı ve çocuk olmak üzere 5 bin kişi; insan hakları kuruluşları ve Kürt kaynaklarına göre ise 5 bin ila 7 bin sivil yaşamını yitiriyor.
Fotoğrafların çekilmesi, raporların hazırlanması hiçbir şeyi değiştirmiyor.
Kitaplarda ve bürokratik yazışmalarda bunlar, birkaç kınama cümlesi ve insanlığın gündeminde bir dipnot olarak kalıyor uzun bir süre.
Ve hatta Halepçe'nin hemen yanı başındaki Türkiye'de bu katliama yönelik komplo teorileri konuşuluyor, Halepçe'nin kendi içinden zehirlendiği de teoriler arasında.
Neyse ki Irak Parlamentosu 2013 yılında çıkardığı yasayla Halepçe saldırısını soykırım olarak tanıdığını beyan ediyor.
Birleşmiş Milletler ise kimyasal saldırı olarak tescilliyor.
Fakat diğer taraftan değişen çok bir şey olmuyor çünkü böyle bir soykırımın ömrü, bir haber bülteni kadar yer alıyor hayatımızda.
Bunlar konuşulurken 1994'te, Afrika'nın ortasında Ruanda'da ortalama 1 milyon insan Birleşmiş Milletler, Uluslararası İnsan Hakları Toplulukları ve televizyondan izleyen milyonlarca insanın gözü önünde 100 gün boyunca doğranıyor.
Parası olanlar; satırların, bıçakların, kılıçların vereceği acıdan kurtulmak ve çabuk ölmek için kurşun alıyor.
Tutsiler ve Hutulardan resmî rakamlara göre sekiz yüz elli bin, gayrıresmî rakamlara göre ise bir milyon iki yüz bin kişi öldürülüyor.
Bu kez öldürenler, devlet ya da iktidara gelen parti görevlilerinden değil, yıllarca kapı kapıya oturdukları komşuları oluyor.
1950'lerde Belçika'nın körüklediği ırksal ayrımcılık ve daha sonraki süreçte Fransa'nın Hutu milislerine yönelik destekleyici tutumu ülkeyi koca bir mezarlığa çeviriyor.
Hatta öyle ki Hutu milisleri, öldürdükleri Tutsilerin ve ılımlı Hutuların cesetlerine köpeklerin gelmesine kızıyor ve yine satırlar, kılıçlar, palalarla ortalama on bin kadar köpeği de öldürüyor.
Ruanda, nefretin sosyolojik açıdan öğrenilebilir bir davranış olduğunu ve insanları bir ölüm makinesine çevirebileceğini gösteriyor dünya siyaset tarihinde.
Hutular propaganda ile Tutsilere yönelik toplumdaki duygusal refleksleri yeniden biçimlendiriyor.
Bu bağlamda Hannah Arendt'in "otoritenin psikolojisi" adını verdiği kuramı Afrika'daki iz düşüm olarak görülebilir.
Arendt'in insanların emir almadığını, inanç yüklendiğini belirten cümlelerinde bir suçluyu yaratmanın suçu yaratmaktan geçtiği görülüyor.
Suçlu her zaman bulunabiliyor ama peşinden sürükleyecek kuvvette bir suçu yaratmak daha çok çaba istiyor.
Ruanda, yanlış inançla yüklenmiş milislerin zihinlerinde öldürülecek olanı, bir insan olmaktan uzaklaştırarak bir metafor hâline getirdiğini de kanıtlıyor.
Halka, genişledikçe genişliyor.
Avrupa'nın göbeğinde yeni bir katliamın kapısını aralıyor bu tepkisizlik.
Yıl 1995, Yer Srebrenitsa…
11-22 Temmuz tarihleri arasında BM güvenli bölge statüsündeki şehir, Sırp güçleri tarafından ele geçiriliyor ve 8 binden fazla Boşnak erkek ve çocuk, sistematik biçimde öldürülüyor.
Kimilerinin hâlâ cesetleri bulunamamışken kimileri öldürülmelerine rağmen yerlerini "mavi kelebekler"in kanatlarıyla duyuruyor dünyaya.
Bu olay, II. Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa'da gerçekleşen en büyük toplu katliam olarak görülüyor ve 2007'de Uluslararası Adalet Divanı'nda soykırım olarak kabul ediliyor.
Tüm bunların yanında bölgede bulunan Barış Gücü bünyesindeki askerlerin yetersiz müdahalesi konuşuluyor ayrıca ve bir de bunca kaybın arasında farklı bir durumla da sınanan Srebrenitsa.
Müslümanlardan yeterince destek göremeyen Srebrenitsa, Sırp Ortodoks güçlerinin işlediği bu katliam karşısında Hıristiyan dünyasının sessiz kalmasına derin bir kırılma yaşıyor.
tarafından ise konuyu çarpıtmak ve ülkenin büyük çoğunluğunun içinde olduğu inanışa dair kamuoyunu Kısaca Bosnalılar; yalnız, 8 binden fazla yakınını toprağa gömmenin acısıyla değil, kendisiyle aynı kanatta olduğuna inandıklarının ve aynı coğrafyada yaşayanların sessizliğiyle de sınanıyor.
Srebrenitsa bu açıdan, son zamanların en büyük soykırımına maruz kalan ve her gün onlarca vatandaşını kaybeden Filistin'in insanlığa gücenmesine de hak veriyor.
Sürgüne mahkûm edilmiş bir mirasın çocuğu Filistin1
Kristal Gece'nin kırık camları, Srebrenitsa'nın mezar taşları, Halepçe'nin dumanı, Ruanda'nın parçalara ayrılmış bedeni…
Her geçen gün acımasızlık bir kerte daha artırıyor şiddetini ve insanlığın kolektif tarihinde yeni bir utanç haritası beliriyor.
Savaşı başlatan ile buna seyirci kalan, aynı çarkın içinde insanlığı öğütmeye devam ediyor.
Gazze'de resmî rakamlara göre üçte biri çocuk olmak üzere 67 bin kişi artık bu dünyada değil.
Üstelik Batı Şeria'yı da eklediğimizde bu sayı yükseliyor.
Siyasî el üstünlüğüyle sivil halkı yıllardır bombalayan ve yayın kanallarına "haklı mücadele"nin içinde olduğunu belirten İsrail'e karşı, her gün bir aile ferdini enkaz altından çıkaran Filistin beliriyor.
Filistin'deki ölümler, görsel medya aracılığı ile ulaştığında kişilerin amacına göre sömürülen bir metaya dönüşüyor, tüketilen bir içerik hâline geliyor.
Kimileri için siyasi bir kutuplaşmayı temsil ettiğinden bolca hükümet propagandası eklenerek paylaşılıyor, kimileri için ise dinî inanışları radikalleştirmek adına paha biçilemez bir fırsat hâline getiriliyor.
Ortalama yetmiş bin kişinin yitip giden hayatı, yine başka çıkar sahiplerine hizmet ederek sosyal medya üzerinden görsel malzemeye dönüştürülüyor.
Sonuç olarak yaşananlar, yalnızca Filistinliler ve İsrailliler arasında geçen coğrafi bir çatışma olmaktan uzaklaşarak modern dünyanın ahlâkî tükenmişliğini yansıtan bir portre özelliğine evrildi.
Ancak unutmamak gerekir ki Filistinlilerin toprağın bağrından zorla sökülen kökleri, sularına ulaşmak için muhakkak yol bulacaktır.
Ancak sessizlikle başlayan kurumsallaşmış kayıtsızlık, haber bültenlerinde bombardımanları kuru bir istatistik gibi okuyanlar, bölgeye göndereceği yardımla kaç kahve storysi atabileceğini düşünenler, bireysel amaca hizmet eden sosyal medya paylaşımları, rakamlar arttıkça kısılan vicdanların sesi, uluslararası basının denge adı altında gerçeği sterilize etmesi, diplomatik masalarda insan haklarının zalim-mazlum ikilemi gözetilerek yapılmaması da tarihin zifirine gömülmeye mahkûm olacaktır elbette.
Bu noktada insanlığını elinden bırakmamış olanlar sormadan edemiyor hâliyle, suçluların yalnızca tetiği çekenler olduğunu söylemek hâlâ mümkün mü?
Ya gözlerini kapatanlar, sesini kısmayı seçenler, olay yerinden uzaklaşıp tarafsız kalanlar?
Tarafsızlık, zalimin en güvenli limanını oluşturuyorsa her ölümde sessizliğin payı yok mudur?
Kristal Gece, Srebrenitsa, Halepçe, Ruanda…
Bu katliamlar soykırım olarak tanındığından hayatını kaybedenlere bir nevi saygı duruşuna geçiliyor.
Fakat Filistin'de her gün yeniden bombalar atılırken tanıdık bir nefes, yanındakine veda edemeden tükenirken, molozlar altında küçücük bedenler ezilirken sessizlik, masumiyetini koruyabilir mi?
Edward Said, The Question of Palestine 2 kitabında Filistin'in iki kez yok sayıldığını belirtir:
- Biri Filistinlilerin üzerinde yaşadığı haritada, İsrailliler tarafından yok sayıldığında;
- İkincisi ise tüm mazlumluğuna rağmen Filistinlileri görmeyen, anlatılarına dâhil etmeyen insanlar aracılığıyla.
Said; sessizliğin/tepkisizliğin, onlarca nefesi keseceğini bilerek susan insanlara yönelik en çarpıcı örneği verir ve sorar:
İnsan, acıya tanıklık etmek yerine bölüşürse acıyı ortadan kaldırabilir mi?
Belki, Said'in dileğini gerçekleştirecek kuvveti ve kudreti bulur insanlık.
Belki de kim bilir dünyanın herhangi bir yerinde sürgününün bittiğine inanan Filistinli bir çocuk, çatırdayarak toprağın bağrından sökülen köklerini yine kendi toprağına salmak ister; belki o gün Filistin'in sokaklarında top oynamayı, ip atlamayı, kana kana su içip doyasıya çocukluğunu yaşamayı ister.
Belki bizler, gözlerimizdeki bağı çözerek, dillerimizdeki kilidi açarak o Filistinli çocuğun hayalini gerçekleştirmek için yollara düşeriz.
Sınırları silikleştirir, inançları barıştırır, ırkları yalnızca birer kültürel zenginliğe dönüştürüp tüm molozları yemyeşil bir bahçeye çeviririz.
Ve kim bilir belki de dünyadaki tüm çocuklar gibi Filistinli çocukların da sıcak evlerinde sevdikleriyle yaşamına devam etmelerini, kendi yataklarında uyumalarını, en büyük telaşlar içinde gördükleri rüyaların yarın arkadaşlarıyla kuracakları oyunlar olmasını sağlarız.
Niyetten geçenin kaşığa çıkmayacağını kim söyleyebilir?
1. Mahmud Derviş'in cümlelerinden esinlenilmiştir.
2. Edward W. Said, Filistin Sorunu, Alfa Yay., 2024.
BBC Türkçe, 25 yıl sonra Halepçe Saddam'a Kim Silah verdi
Avrupa Demokrat, Ruanda Soykırımı'nda Fransa'nın sorumluluğunu kabul eden Macron ‘affedilmeyi' diledi
Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları, İletişim Yay., 2018.
Dünya Sağlık Örgütü (WHO) & UNICEF, Gazze ve Batı Şeria sivil kayıp raporları, 2024–2025.
Dergi Park Akademi, Nazi Antisemitizminde Dönüm Noktası: Kristal Gece
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish