Ülkenin sorunlarının cezaevleri ile konuşana, muhalefet edene ceza verilmeyle çözülemeyeceğini belirterek konuşmasına başlayan Bakırhan, 4 Kasım 2016'da HDP'ye yönelik operasyonları hatırlatarak sözlerine başladı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Bakırhan şunları söyledi:
Bu ülkenin sorunlarının, cezaevleriyle, konuşana ve muhalefet edene ceza verilerek çözülemeyeceğini bir kez daha belirterek konuşmama başlamak istiyorum. Tam 9 yıl önce, 4 Kasım 2016’da demokratik siyaset susturulmak istendi. Eş Genel Başkanlarımız Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş ile birlikte birçok milletvekilimiz, tam 9 yıl önce bugün evlerinden, iş yerlerinden tutuklanarak cezaevlerine gönderildiler. 4 Kasım 2016, salt bir hukuk operasyonu ve basit bir tutuklama dalgası değildi. Bu tarih, iktidarın Kürt meselesine yaklaşımında yaşanan radikal bir paradigmanın aynı zamanda miladıydı. Hedef sadece tutuklanan arkadaşlarımız değildi; onların temsil ettiği üçüncü yol paradigmasıydı. Bu, demokratik Kürt siyaseti ile Türkiye sol-sosyalist güçlerinin kurduğu ittifakı dağıtmaya dönüktü. Barışı ve eşitliği kararlılıkla savunanları cezalandırma girişimiydi. 4 Kasım’da siyasi iradeye yapılan müdahale, kısa bir süre sonra yerel yönetimlerle devam etti. Yine o tarihlerde birçok belediyemize kayyum atandı. Bugün Sayın Ahmet Türk de burada. Onun da içinde bulunduğu birçok belediye eş başkanımız ve yöneticimiz bu kumpas davaları sonucu cezaevlerine konuldu. O gün döşenen yol, bugün Hakkâri’den İstanbul’a uzanan kayyum uygulamalarıyla devam ediyor. Bu süreç, hukukun bir siyasi araç olarak kullanılmasına geçişi hızlandırdı. Bugün hep birlikte yaşıyor ve görüyoruz: 4 Kasım sonrasında hukuk çok daha fazla keyfiyet alanına çekildi. Geçen tüm zorlu süreçlere rağmen, ne biz dışarıda kalanlar ne de içerideki arkadaşlarımız mücadele etmekten vazgeçmedik. Hiçbirimiz geri adım atmadık. Onun için bugün buradayız. Barışın, eşitliğin ve özgürlüğün en ön saflarında yer almaya devam ettik.
Biz Meclis’te, arkadaşlarımız cezaevlerinde; biz meydanlarda, onlar mahkemelerde adaleti ve barışı savunmaya devam ettiler. Demokratik siyaseti susturmak isteyenlere yanıtımız, “Barışın dili susmaz, barışın dilini susturamazsınız.” oldu. Bugün konuştuğumuz barış süreci, tam da 4 Kasım’da dayatılan tasfiye politikalarına karşı gösterilen mücadelenin, sabrın ve kararlılığın bir meyvesidir. Şimdi bu sürecin selameti için kumpas davaları artık sona ermeli. Barış konuşacaksa, kumpas bitmeli.
"Arkadaşlarımız serbest bırakılmalı"
Bakın, dün AİHM, Selahattin Demirtaş hakkında 8 Temmuz 2025’te verdiği kararda, Kobani davasındaki tutukluluğun siyasi saiklerle sürdürüldüğünü açıkça tespit etmiş ve tahliyesini istemiştir. İktidarın 8 Ekim’de son gün yaptığı itiraz reddedildi. Böylece Selahattin Demirtaş ve Kobani kumpas davasında yargılanan arkadaşlarımız hakkındaki karar kesinleşmiş oldu. Türkiye, AİHS’in 46. maddesi gereği bu ve daha önce verilmiş AİHM kararlarına uymakla yükümlüdür. Bu nedenle vakit kaybetmeden, bir an önce başta Figen Yüksekdağ, Selahattin Demirtaş ve Kobani kumpas davasında yargılanan bütün arkadaşlarımız serbest bırakılmalıdır. Dün de ifade ettim: Türkiye’nin normalleşmesi ve toplumsal barışın tesisi, hukuka uymaktan geçer. Bu hukuksuzluğu sürdürmenin vicdani ve siyasi bir karşılığı artık kalmamıştır. Bu kısır döngü, bu ayıp artık bitmelidir. Yüksekdağ, Demirtaş, Ali Ürküt, Nazmi Gür, Alp Altınör, Günay Kubilay, Aynur Aşan, Bülent Parmaksız, Dilek Yağlı, İsmail Şengül, Pervin Oduncu, Zeynep Karaman, Zeynep Ölbeci, Zeki Çelik artık özgür olmalıdır. Leyla Güven, Selçuk Kozağaçlı, Osman Kavala, Can Atalay, Selçuk Mızraklı, Mehmet Sıdık Akış, Cihan Kahraman, Bekir Kaya, Ayşe Gökkan ve adını sayamadığımız yüzlerce, binlerce siyasi tutsak arkadaşımız da derhal serbest bırakılmalıdır. Yine Selim Sadak gibi sürgünde bulunan arkadaşlarımız da artık kendi topraklarına dönmelidir. Kumpas dosyaları kapanmalı, demokratik siyasetin alanı genişletilmelidir.
Barışın temeli demokratik siyasettir. Sürecin güvencesi de demokratik siyasettir. Tam da 4 Kasım'ın yıl dönümünde bir kez daha çağrımızı açık ve net bir şekilde yapmak istiyoruz. Sürgündeki arkadaşlarımız ülkesine, tutsak siyasetçiler meydanlara, arış da artık bu topraklara dönmelidir diyoruz. İşte bu dönüşlerin olabilmesi için devletin demokratik dönüşümü gereklidir. 1 Ekim'de başlayan süreç sadece bir barış süreci değil, bu aynı zamanda devletin demokratik dönüşümünün imtihanıdır. Peki devletin demokratik dönüşümü ne demek? Çok basit bir şekilde bunu anlatmaya çalışacağım. Türkiye hepimizin ortak evidir. Bundan ötürü duvarları tek tipçilikle örülen, pencereleri tek yöne baktırılan bir evde ne ortak yaşam olur ne mutluluk olur. 10 yıllardır hatalar yapılıyor. Devlet ben bilirim dedikçe hatalar büyüyor, yurttaş küçülüyor, yurttaşın hakları küçülüyor. Devlet, halkın hizmetkarı değil, sahibi gibi davrandı ve davranmaya devam ediyor. Ben bilirim kibriğine halkın sesini boğdu. Türkiye'nin binbir rengini, dilini, inancını bir tehdit olarak gördü. Toplumu tek bir kalıba zorlayarak kutuplaştırdı ve milyonları ortak evin dışına itti. Demokrasinin temeli olan denge ve denetleme mekanizmaları yok edildi , yargı siyasi bir aygıta dönüştürüldü. Meclis etkisiz kılındı.
"Yas hakkına saygı duyulmalı"
Yerel yönetimler merkezin kıskacıyla nefessiz bırakıldı. Kim kimi denetliyor, belli değil. Bir denetleyen var mı? O da belli değil. Demokrasilerde Meclis yürütmeyi denetler, yargı herkes için eşit çalışır, hükümet de Meclis’e hesap verir. Peki, Türkiye’nin bu durumda ihtiyaçları nedir? Devletin halka hükmetmediği, halka hizmet ettiği bir düzen kurulsun. Hiç kimsenin kimliğinden ve inancından dolayı ötekileştirilmediği bir ortak yaşam inşa edilsin. Yargının bağımsız, Meclis’in güçlü ve yürütmenin şeffaf olduğu gerçek bir denetleme ve denge sistemi tesis edilsin. Sorunlar şiddetle değil, müzakere ve diyalogla çözülsün. Toplumsal barış sağlansın. İrade yerellerde olsun. Halkın bizzat kendisinde olsun. Güçlü bir yerel demokrasi güvence altına alınsın. Yas gibi en kutsal hakka saygı duyulsun. Bu vesileyle ifade etmek isterim ki, dün Şırnak’ta, ondan önceki gün Urfa ve Ağrı’da taziyelere yapılan çirkin saldırıları kabul etmiyoruz ve kınıyoruz. Barışmanın en gerçekçi yolu, herkesin yasına saygı göstermektir. Bunun gibi onlarca öneri yapabiliriz, fakat kısaca sözün özü şudur: Bir ülke barışla büyür, korkularla küçülür. Biz barışla ülkeyi ve demokrasisini büyütmek istiyoruz. Bu süreç toplumun tüm kesimlerini içine almak zorunda. Bunun yolu, 2024 Ekim’de başlayan süreci gerçek bir demokratik dönüşüme çevirmekten geçiyor. Mardin’den Muğla’ya, Kars’tan Hatay’a herkes bu dönüşümün öznesi olmalı. Çünkü biliyoruz ki, Kürt meselesi Türkiye’nin demokrasisinin kilit taşıdır. O taş yerine oturmadıkça, üzerine inşa ettiğiniz hiçbir şey sağlam olmaz. Haliyle Kürt meselesi çözüldükçe Türkiye demokratikleşecek, demokratikleşme genişledikçe hepimiz daha özgür ve rahat nefes alacağız.
"Öcalan, Türk-Kürt ilişkilerini güçlendirmeyi öneriyor"
Bu vesileyle, dün heyetimiz Sayın Öcalan’la bir görüşme gerçekleştirdi ve bir açıklama yaptı. Sayın Öcalan’ın herkese, hepimize, Türkiye’deki emekçilere, yoksullara selam ve sevgileri var. Sağlığının ve moralinin güçlü olduğunu arkadaşlarımız söylediler. Sayın Öcalan dün özellikle tarih ve sosyoloji üzerinde durarak, tarihsel Türk-Kürt ilişkilerini bu iki kulvarda onarmayı ve güçlendirmeyi öneriyor. Tarihi bir mesele için büyük çalışmalar yapıldığını, bunu yaparken de özellikle çizgiler çekerek değil; kapsayıcı, yıkıcı ve negatif değil; pozitif bir bakışla ilerlemek gerektiğinin altını çizdiğini belirtti arkadaşlarımız. Son olarak da Kürt olgusunun Cumhuriyet’in yasallığına dahil edilmesi için demokratik entegrasyona dikkat çekerek, ciddiyet ve sorumluluğa herkesi davet ettiğini ifade etti. Peki, bunu nasıl yapacağız? Elbette demokratik entegrasyon yasalarını geçirerek yapacağız.
"Demokratik entegrasyon, birbirine uyumdur"
Peki, nedir bu demokratik entegrasyon? Çünkü herkes bu süreci biraz kendine göre okuyor, kendine göre tarif ediyor. Biz gerçeğini söyleyelim: Demokratik entegrasyon kavramı özce birbirine alışma, birbirine sahip çıkma, birbirine uyumdur. Demokratik entegrasyonu, zıttı olan asimilasyonla kıyaslayarak açıklayacağım. Çünkü birileri bu süreci asimilasyon süreci olarak tarif ediyor. Yıllardır bu topluma dayatılan asimilasyon “unut” der: Dilini unut, kimliğini unut, benliğini unut, onurunu unut, benim gibi ol der asimilasyon. Asimilasyon eritir, yok eder, tek tipleştirir. Sayın Öcalan’ın önerdiği demokratik entegrasyon ise “var ol” der. Sen Kürt olarak, o Türk olarak, diğeri Süryani olarak, Alevi olarak, hep birlikte demokratik cumhuriyetin eşit yurttaşları olarak yaşayalım der. Biri yok eder, diğeri kucaklar. Biri reddeder, diğeri sahip çıkar. İkisinin arasındaki fark işte bu kadar net ve açıktır. Demokratik entegrasyon, hakların ve inançların kendi diliyle, kültürüyle, kimliğiyle özgürce yaşamasının adıdır. Devletin buradaki görevi, halkları birbirine benzetmek değil; herkese eşit mesafede durup, her birinin kendi kökleriyle büyümesini garanti altına almaktır. Bu yüzden demokratik entegrasyon sadece Kürt sorununun çözümü değil, Türkiye’nin topyekûn demokratikleşmesinin anahtarıdır. Kimsenin devlete ters düşmeden, tarafların birbirini kabul etmesi ve birlikte yaşamayı esas almasıdır. Farklı renklerin, kültürlerin bir araya gelip birbirini tamamlamasıdır. Önemli olan birlik ve uyumdur. Bunun yolu da demokratik entegrasyon yasalarıdır. Sıkça dile getirdiğimiz, henüz bir adımın atılmadığı ama önümüzdeki günlerde atılacağına dair umudumuzu koruduğumuz entegrasyon yasalarıdır. Yani birlikte yaşamın önünü açacak düzenlemeler, bu yasaların bir an önce çıkarılmasına bağlıdır. Tarih bize bu fırsatı sunuyor. Vakit, bu büyük dönüşümü gerçekleştirme vaktidir. Bu tarihi fırsatı hep birlikte değerlendirelim, heba etmeyelim diyorum.
"Milyonlar kuru ekmeğe muhtaç"
Değerli arkadaşlar, şimdi ülkemizin temel konularından biri olan ekonomiye biraz değineceğim. Ülkenin en büyük yarasına, kime dokunsan bin “ah” işittiğin bir meseleye değineceğim. Ve sefalete biraz değineceğim. Milyonlar neredeyse kuru ekmeğe muhtaç. Bunu biz söylemiyoruz, sahalarda, sokakta buluştuğumuz vatandaşlar söylüyor. Perişan haldeki esnaf söylüyor. Açlıkla yüz yüze olan asgari ücretliler ve emekliler bunu feryat ederek dile getiriyorlar. İktidarın kendi verileri de bu bedbaht durumu açık bir şekilde ortaya koyuyor. 2026 yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programı’nda, sosyal yardıma muhtaç hane sayısı 4,5 milyona ulaştı. 4,5 milyon hane demek, 18 milyon kişi demek. Yani yardıma muhtaç 18 milyon vatandaşımız var demek. Bu sıradan bir rakam değil, bu bir faciadır. Bu, ekonominin en net fotoğrafıdır. Geçim sıkıntısı her geçen gün daha da zorlaşıyor. Milyonlarca hane yardıma muhtaç hale geliyor. Peki iktidar ne yapıyor? Ha bire eli yurttaşın cebinde; vergilerle milyonlarca yurttaşın kesesinden yandaşlara aktarmaya çalışıyor. Mutfaklar yangın yeri; etin tadını unutan aileler ve çocuklar var. Sebzeye, meyveye hasret kalanlar var. Kuru ekmekle, makarnayla karnını doyurmaya çalışanlar var. Bunu ben söylemiyorum, rakamlar söylüyor. 2013’te kişi başına Türkiye’de makarna tüketimi 4,4 kilogramdı. Peki 2025’te ne olmuş? Yaklaşık 8,1 kilograma çıkmış. Yani iki katına çıkmış. Bu, iktidarın ayıbıdır; bu, yoksulluğun fotoğrafıdır. Neredeyse 360 günün 60 gününü insanlar makarna yiyerek geçiriyorlar. Öyle bir ekonomide yaşadığımızı belirtmek istiyorum.
Ev kiralarını düşünün. Sadece ev kiralarına bakarsanız nutkunuz tutulur. Kiralar son 4 yılda 8 kat artmış. İnsan hakları, hukuk ve gelir dağılımında istatistiklerde sonlardayız ama kira artışında Avrupa’da birinci sıradayız. Ne acı değil mi? Açlık sınırı 28.000 lira, yoksulluk sınırı 92.000 lira. Peki asgari ücret ne kadar? 22.000 lira. En düşük emekli maaşı ne kadar? 16.881 lira. Milyonlarca emekli bu parayla yaşamaya çalışıyor. Asgari ücret zamları enflasyon karşısında buharlaşıyor. Bugün bir asgari ücretli, ayın yarısında cebinde para kalmadan yaşam mücadelesi veriyor. Bu ülkenin yurttaşları, emekçileri, insan onuruna yaraşır bir yaşamı en çok hak edenlerdir. Bunun için DEM Parti olarak diyoruz ki: Asgari ücret 2026 yılı için en az yoksulluk sınırının yarısı olan 46 bin lira olmalı ve yılda iki kez enflasyon rakamlarına göre güncellenmelidir. İktidar “Az kaldı, toparlanıyoruz.” diyor. Televizyonları, oradaki yorumcuları izlerseniz, sanki böyle bir ülkenin ekonomi fotoğrafı yok. Onlar “toparlanıyoruz” hikâyesi anlatsalar da biz her geçen gün geriye gidiyoruz. Niye? Düzelecek gibi değil. Çünkü emekçiye, emekliye, asgari ücretliye değil; varsa yoksa sermayeye, yandaşa çalışma yapıyorlar. Yıldır düşecek denilen enflasyon yine yükselişe geçti. Üretim yavaşladı. Fabrikalar artık kapısına kilit vuruyor. Tekstil sektörü başta olmak üzere üretim alanları kriz içinde. Tekstil fabrikaları ya kapanıyor ya da yurt dışına geçiyor. Bunun bedelini kim ödüyor? Orada çalışan işçiler ödüyor. Ama bir taraftan da işçiler, emekçiler direnmeye devam ediyor. Bu vesileyle Bigel Tekstil’de direnen kadın işçileri, Smart Solar’da direnen, hakkını arayan işçileri ve onların onurlu direnişlerini selamlıyoruz. Başarılar diliyoruz, yanlarında olduğumuzu belirtmek istiyoruz. Bu ülke emeğin sömürülmediği bir ülke olabilir. Yoksulluğun kader olmadığı bir ülke olabilir. Her yurttaşın insanca yaşayabildiği bir ülke olabilir. Yeter ki halktan, emekten yana bir düzen kurulsun. Karar bizim. Emeğin hakkını, halkın iradesini ve herkes için onurlu yaşamı güvenceye alan düzeni birlikte kurana kadar mücadele edeceğiz, mücadele etmemiz gerekiyor.
Afrika'daki çatışmalara dikkat çekti
Değerli arkadaşlar, basın emekçileri, bizleri dinleyen çok değerli dostlarım; dünyanın birçok yerinde katliamlar, sürgünler, büyük acılar ve kan akmaya devam ediyor. Orta Doğu’da çatışmalar yayılıyor. Takip ediyoruz zaten. Şimdi Afrika’da da iç savaşlar kıtayı kan gölüne çeviriyor. Bu noktada Sudan’daki gelişmeler çok kaygı verici. Geçtiğimiz hafta Sudan’ın El-Fashir kentinde yaşanan soykırım, aslında hegemonik güçlerin Afrika’ya dayattığı politikaların bir sonucudur. Bu yaşananları en sert şekilde kınadığımızı belirtmek istiyorum. Yüzyıllar boyunca Batı sömürgesinden kurtulmaya çalışmış Afrika halkları bugün küresel ekonominin çıkar mücadelesinin sahasına dönüştürülmüştür. Bölgede toplumsal, etnik, inançsal farklılıklardan kaynaklanan çelişkiler bilerek derinleştirildi. Kıta, kan pahasına çıkar hesaplarının yürütüldüğü bir alana dönüştü. Tıpkı 1994’te Ruanda’da Hutular ile Tutsilerin sömürgeci politikalarla nasıl düşmanlaştırıldığı ve bunun nelere mal olduğunu acı bir şekilde gördüğümüz gibi, bugün Sudan’da yaşananlar da benzerdir. Farklı gruplar arasındaki siyasi husumetler derinleştirildi. Her iki taraf da farklı güç odakları tarafından silahlandırıldı. Ortaya çıkan tablo soykırım eşiğidir. Sonra hegemonik güçler çıkıp ne diyor? “Saldırıları kınıyoruz, kaygıyla izliyoruz.” Zaten yaptıkları başka bir şey yok. Bu nasıl bir ikiyüzlülük ki; hem bölgeyi soykırım pahasına silahlandıracaksın, hem toplumsal kesimler, inançlar ve halklar arasındaki çelişkileri derinleştireceksin. Hem de verdiğin silahlar yüzünden halk soykırıma uğrayacak ama sen kınamakla yetineceksin. Sudan’dan, Afrika’nın birçok bölgesinde değerli madenler uğruna halklar karşı karşıya getiriliyor. Bu ikiyüzlülüğe derhal son verilmelidir. Afrika’da savaşı körükleyen değil, barışın domino etkisini yaratacak politikalar hayata geçirilmelidir. Yüzlerce yıldır kan, savaş ve gözyaşından kurtulamayan Afrika’nın üzerinden sömürgeci eller çekilmelidir. Afrika artık huzura kavuşmalıdır.
"YÖK'le akademik özerklik boğuluyor"
6 Kasım, 12 Eylül’ün ürünü YÖK’ün üniversiteleri karanlığa hapsetmesinin yıl dönümü. Biliyorsunuz, 44 yıldır bilimsel özgürlük, akademik özerklik boğuluyor. Gençlerin söz hakkı gasp ediliyor. Akademisyenler ihraçlarla, öğrenciler gözaltı ve disiplin cezalarıyla susturuluyor. Üniversiteler fikir üreten değil, iktidara biat eden yapılara dönüştürülmek isteniyor. Öğrenciler düşük burs, yüksek kira, yetersiz yurt ve geleceksizlikle boğuşuyor. Liyakatsızlık ve torpil ülkede yaygın.
YÖK ve iktidar gençliği tehdit olarak görüyor. En son Hacettepe’de palalı, satırlı saldırıda bulunan saldırganlar korundu; dayanışma gösteren öğrenciler cezalandırıldı. DEM Parti olarak gençlerin yanında olduğumuzu bir kez daha belirtmek istiyoruz. Özgür, eşit, parasız ve anadilde eğitim mücadelesinde onları desteklediğimizi, bizim de bunları savunduğumuzu belirtmek istiyorum. Gündüz ortası üniversitede kaybedilen Rojinlerin, yüreği susturulanların kaybolmadığı bir gelecek kuruncaya kadar bize rahat olmadığını belirtmek istiyorum. Son olarak da cezaevindeki ve sürgündeki arkadaşlarımız, açlıkla boğuşan milyonlar, ezilenler ve tüm mazlumlar çok iyi bilsin ki mücadelemiz onların özgürlüğü ve sofralarının bereketi içindir. Bunu sağlayıncaya kadar yedi yirmi dört bütün arkadaşlarımızla birlikte çalışacağımızı belirtiyorum. Kimse bu ülkede tek başına değil, çünkü DEM Parti var. Ezilenlerin, emekçilerin, öğrencilerin, hak arayanların yanında duran bir zemin var.
Bakırhan grup toplantısı gazetecilerin sorularını yanıtladı ve Bahçeli'nin mesajının sorulması üzerine şu yanıtı verdi:
Çok doğru söylemiş. Değil bir gün, değil bir saat, bir dakika, bir saniye geçirmeden başta Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ, Eş Genel Başkanlarımız olmak üzere Kobani kumpas davasından yargılanan bütün arkadaşlarımızın özgürlüğüne kavuşması gerekiyor, serbest bırakılmaları gerekiyor
Independent Türkçe