Bugün birçok şey çağdaş; ama çok azı zamansız.
Çağdaşlık artık bir düşünme biçiminden çok, bir zamanlama biçimine dönüştü.
Sanat, derinleşmekten çok yetişmeye; düşünmekten çok görünmeye çağrılıyor.
Bienaller, fuarlar, sponsorluklar, koleksiyoner ağları…
Hepsi bir sistemin estetiğine dönüşüyor.
Sanatın vicdanı, yerini bir tür dolaşım hızına bırakıyor.
Görünen o ki yalnızca Türkiye'ye özgü bir tablo değil.
New York'tan Londra'ya, Berlin'den İstanbul'a uzanan sergi haritaları artık birer güzergâh gibi değil, birer algoritma gibi işliyor.
Aynı yüzler, aynı biçimler, aynı politik sloganlar…
"Çağdaş" olmanın bir formülü var: Görünür ol, güncel ol, sistemin hızına ayak uydur.
Olursa tabii…. Ancak anlamın kendisi biçimlerin altında kayboluyor.
Çünkü çağdaşlık, çoktan bir estetik tutum değil, bir stratejiye dönüştü.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
1980'lerden itibaren sanat piyasasının yönünü belirleyen merkezlerde, üretim biçimleri de piyasanın estetiğine göre şekillendi.
Bienallerin politikleşmiş temaları -iklim adaleti, göç, bellek, direniş- her seferinde yeni bir görsel dekor olarak dolaşıma giriyor.
Ancak bu temalar çoğu kez eleştirdikleri sistemin bir parçasına dönüşüyor. Jacques Rancière'in dediği gibi:
Estetik, siyasetin biçimidir ama artık çoğu zaman siyaseti simüle eden bir biçimdir.
Yani sanat, görünüşte politikleşirken, özünde nötrleşiyor.
Türkiye'de ise tablo biraz daha derin ve daha çelişkili.
Burada sanat hâlâ kendi kimliğiyle, coğrafyasıyla, hatta diliyle çatışıyor.
Bir yanda dünyaya eklemlenme arzusu, öte yanda kendi belleğini taşıma yükü var.
1987'de düzenlenen ilk İstanbul Bienali, Batı'ya açılmanın sembolüydü, ama bu açılım zamanla bir benzeşme baskısına dönüştü.
1990'lar ve 2000'lerle birlikte küratöryel diller, temalar, biçimler Batı'dan neredeyse olduğu gibi ithal edildi.
Adeta ithal edilmiş bir çağdaş sanatın versiyonu servis edilmekte…
Sanat, içsel sezgiden çok kurumsal stratejiye evrildi.
Kökeninden çok yetişme hızı önemsendi bana göre.
Ve çağdaş olmanın ölçüsü, ne kadar çok görünür olunduğuna indirgenmeye başladı.
Bugün birçok genç sanatçı hâlâ bu gerilim hattında üretim yapıyor: Bir yanda görünürlük, dolaşım ve uluslararası fuarlara dahil olma arzusu; öte yanda kendi sesiyle kalabilme mücadelesi.
Tam da bu noktada sanatçının sesi çoğu zaman kendi yankısında boğuluyor.
Türkiye'de sanat alanı giderek bir tür "kes-kopyala-yapıştır" çağdaşlığına sürükleniyor.
Uluslararası görünürlük adına üretilen işler, çoğu zaman "evrensel estetik" adı altında yerelin ruhunu yitiriyor.
Küratör dillerinin egemenliği, sanatçının iç sesini bastırıyor.
Böylece üretim, neredeyse bir prototip üretimine dönüşüyor: benzer formlar, benzer metinler, benzer politik göndermeler… ama hiçbiri yerle temas etmiyor.
Oysa sanatın anlamı, evrensel olanı tekrar etmekte değil, yerel olanı evrenselleştirebilmekte gizli.
Bugün sanat piyasası, görünür olmayı bir tür varlık kanıtına dönüştürmüş durumda.
Ama görünürlük çoğu kez varoluşun değil, onaylanmanın alanına ait.
Sanatçı, kendi sesini değil, duyulmak isteneni üretmeye yöneliyor.
Böylece sanat, tanıklık ettiği dünyayı değil, taklit ettiği sistemi temsil ediyor.
Oysa sanatın en büyük gücü, taklit ettiği dünyayı değil, tanıklık ettiği insanı anlatmaktır.
Van Gogh'un sarısında, Edvard Munch'un çığlığında, Frida Kahlo'nun kendi bedeninde taşıdığı acıda olduğu gibi…
Zamansız olan tam da burada doğar: Piyasanın hızında değil, insanın derinliğinde.
Çağdaş olmak zamanla yarışmak değil, bazen o yarışın ortasında durabilme cesaretidir.
Çünkü gerçekten çağdaş olan, aslında zamansız olandır.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish