Türkiye ve Ortadoğu tarihsel bir süreçten geçerken, aslında "dijital psikopolitika" çağının insanı-insanlığı avuçlarına alırken, sanat ve edebiyattın boyutları, sanat ve sanatçının, yazmak ile iyi ve kalıcı yazar olmanın anlamları da değişiyor.
Hızla dijitalleşen dünyada siyaset arenasında, özgürlükler yeniden sorgulanıp, hatta kısıtlanırken, iyi ve kalıcı bir edebiyat, gerçeklik algısı üzerinden imge ve hayalin kışkırtıcılığıyla, ön koşulsuz bir etkinlik alanında varlığını oluşturmaya çalışırken, bir gün bu savaşlar ve bu karmaşa biterse geriye elbette, sanat, edebiyat ve felsefe kalacaktır.
Sanatı, edebiyatı ve felsefesi olmayan halkların tarihi ve geleceği söz konusu olmayacağı kaçınılmazdır.
Her ne olursa olsun, edebiyatta dilin ve estetiğin sınırlarını zorlayan yaratıcı eserler göz ardı edilseler de tarihin gerçekliğinde yitip gitmeyecekleri gibi varlıklarını korumaya devam ederler.
Göz ardı edilen ya da yeterince değerlendirilmeyen yazarlara dair şair Metin Turan'a "Son dönemlerde değerinin yeterince bilinmediğini düşündüğünüz öykücüler ve romancılar var mı?" diye sorulduğunda, öyle çok ki!
Türkiye'den seçerek söylersem derken, adını verdiği birçok edebiyatçının yanı sıra, özellikle Adalet Ağaoğlu ve Suzan Samancı'nın yapıtlarının yeterince değerlendirilemediğini düşündüğünü dile getiriyor.
Tufan Erbarıştıran, Suzan Samancı için, Yaşar Kemal'den sonra siyasi atmosferi edebiyat kaygısını unutmadan yazan en özgün yazar olduğuna dikkat çekerken, Necmiye Alpay da "Her durumda Suzan Samancı ülkemizde korkarım henüz hiç incelenmemiş olan ikidilliğin o artırıcı, büyük verimlerinden biri; yazdıkları birbirine hiç benzemese de Yaşar Kemal ve daha niceleri gibi" diyor.
Camus, "Edebiyatta bir başkaldırıdır!" der.
İnsanın var olma çabası, mücadelesi coğrafya, kültür, ulus, kimlik, tarihsel mirasa dönük üretilmiş kompleksler ve benzeri sayısız sorunun kuşattığı bireyin anlam arayışı bir mekâna sahip olur sonunda.
Suzan Samancı'nın yazma süreci ve yazdıkları, yaşadığı çetin coğrafyasının bir izdüşümüdür.
Bir söyleşisinde Samancı, "Ve insan ne denli toplumsal olursa olsun, kendini oluşturma ediminde yapayalnızdır, bu yalnızlığın içsel yoluculuğunu göze alamayan gerçek anlamda aydınlanamaz. İçtenlikle kendi değerlerine tutunurken, evrenselliğin halesinde gezinmek büyük eser yaratma zeminini oluşturur" diyor.
Samancı, çok sesli gerçekliğin ve estetizmin büyülü dünyasından yola çıkarak kendi coğrafyasının varoluşunu geniş bir perspektiften resmeder.
Yazar, tahakkümcülerin dayatmalarına karşın, inkârın, sömürülmenin, sömürge psikolojisinin, zorla göç ettirilmenin, savaşın, baskının ve şiddetin insanı nasıl savurduğunu her çalışmasında sıkıca dokuyor.
Böylece anlatımın ötesinde, savaşın insanı nasıl yaraladığını ve travmatik hale getirdiğine dikkat çekiyor ki; güçlü edebiyatın, insanların nasıl savaştığını değil, savaşın insan üzerindeki etkisinin, gücünün edebiyat olduğunu birçok eserinde dile getiriyor.
Ürettiklerinin, toplumsal hafıza bağlamında sanatın şekillenmesi üzerindeki etkisini gözler önüne seriyor.
Özellikle mevcut veya geçmişteki yönetim biçimleri, sosyo-kültürel ve iktisadi ortam gibi iç dinamikler kaleme aldığı her eseri için oldukça önemli.
Sanat, toplumdan aldığını topluma göndererek, bir geri besleme sürecine girer ve kesintisiz bir devinim oluştururken, bu dairesel döngü toplumdaki siyasi değişim ve dönüşümler, sanatın özgün sınırları çerçevesinde görsel, işitsel ya da yazınsal ifade olanakları ile hayat bulur.
Özellikle metinlerini iç ses tekniği ile düş- sanrı ve gerçeklik üçgeninde şiirsel senfoniye dönüştüren Samancı, düşündürücü ve ahenk içindeki cümleleri ile ürettiği her esere ayrı bir bakış açısı katıyor.
"Bir toplumda kimlik bunalımı yaşanıyorsa, katılımcı ve çoğulcu olan gerçek bir demokrasi sadece sözde kalıyorsa ve her şey 'ait olanlar ve olmayanlar' diye algılanıyorsa, 'ötekilik' başlamıştır. Dahası toplum teyakkuz haline getirilip, dost ve düşman ikilemine dönüştüğünde, tehlike ve çatışma da kaçınılmaz olarak kendini dayatır" derken, bu minvalde Samancı'nın Türkçe ve Kürtçe edebiyatta yaşanan dönüşümün ötekiler bağlamında "Türkiye'nin toplumsal-kültürel yapılanması ve ötekilere tahammül etme bilincine eleştirel bir bakış, tüm gerçekliği göz önüne serebilir."
Söyleminin altını çizerken, gerçeklik ve kurgu arasındaki kırılgan dokuya da işaret ediyor.
Hafıza birçok açıdan kırılgan olabilir ancak sanatın dayanma ve direnme gücü her zaman olur.
"Türk Edebiyatı"nda "ötekiler"in var ettiği edebiyat anlayışından çok, "ötekiler"in derinden derine uğuldayıp oluşturduğu has ve özgün bir edebiyat damarından sözü açıp, Yaşar Kemal ve Bilge Karasu örneğini veriyor.
"Dünya edebiyatına baktığımızda, iki dil ve kültür arasında sıkışmış olan, ya da ötekileştirilenlerin eserlerinin daha damıtık, şiirsel, özgün yaratımlar olması ve kanonlaşması James Joyce, Kafka, Samuel Beckett'lar bir tesadüf mü?" diye sorarken, "Ötekileri soyut olarak kabullenmek, sevmek ve işaret etmek kolaydır; gerçek anlamda işaret edişi göze almak, kendiliği, insaniliği, yanardöner olmayan, omurgalı ve has bir aydın olma durumunu gerektirdiğine" dikkat çekiyor.
İnsanları ortak bir öze indirirken farklılıkları dikkate almamak ve düşman göstermek ürkütücüdür ve bir topluma yapılacak en büyük kötülük olduğunu birçok röportajında dile getiriyor.
Samancı, sanatçı ve aydın duyarlığın ortaya koyacağı eserleriyle, demokrasiye, özgürlüğe dair inancını hiç kaybetmez.
Her metninde bu yönde güçlü argümanlar barındırır. Savrulan, göçe maruz bırakılan ve kendi aidiyetlerine tutunmaya çalışan bireylerin, kimlik yaralarına yakın durur.
Sosyolojik, siyasi ve kültürel çatışkıların sonuçlarını ve nedenlerini derinlikle analiz eder. Geleneklerin ve kültürün gücünü yarattığı kahramanlar üzerinden fısıldar.
Özgür düşüncenin ve insan yaratıcılığının önündeki tüm engellerin uygarlıkların birikimine rağmen, daha güçlü olduğu günümüzde zekâ üretmenin, maddi güç üretmenin üstünde tuttuğunu çeşitli söyleşilerinden okuyabiliyoruz.
Sömürge psikolojisinin etkisinin fazlasıyla bilincinde olan ve her zaman bağımsız düşünebilme alanını oluşturabilmiş, edebiyat yolculuğunda bir başına yolculuk ederken, bu mücadelesiyle hem Türkçe hem de Kürtçe edebiyatta önemli katkı sunanların önde gelenlerindendir.
Her toplumda şiddetli dalgalanmalar, ifadelerini öncelikle sanat alanında bulurlar.
Bunda; sanatçıların, dünyayı farklı ölçekte algılama, yüksek duyarlık, sınır tanımayan hayal gücü ve politik yelpazenin her iki zıt kutbuna gidip gelebilen, aykırı karakterlerinin etkisi vardır.
Bu yönleri ile sanatçılar ait oldukları toplumların ya da çağın ötesinden giden düşünceler üreterek, dönemlerinin düşünsel önderliklerini yaparlar.
Ancak bu düşünceler çoğu zaman devletler için bir tehdit unsuru olarak algılandı.
Sanat eserleri kendi döneminin toplumsal olaylarından, her türlü devinişinden, zamansal ve mekânsal ilişkilerinden doğduğuna göre, eserler zamanına ve mekânına bağımlıysa, her ülkenin sanatı ve edebiyatı ülkesinin gerçekçi tarihidir.
"Tarih, özellikle resmi tarihler çarpıtılıp, yapay doğrular üzerinden yeniden inşa edilebilir" derken, döneminin tanıklığını resmî ideolojinin çok ötesinden yaşadığı coğrafyanın gerçekliğini, o baskıyı ve şiddeti Herta Müller ve Hang Kang gibi dile getiriyor.
Samancı'nın edebiyatı "minör edebiyat" çerçevesinde de değerlendirilebilir.
Hülya Yetişen ile gerçekleştirdiği söyleşide, "'Korkunun Irmağında' ve 'Halepçe'den Gelen Sevgili'yi majör edebiyat içinde nasıl ve nerede konumlandırabiliriz?" sorusuna verdiği cevap; "anadilinde yazamayan azınlığın majör bir dilde yaptığı "minör edebiyat"ın çemberindeyiz bir bakıma.
Minör edebiyatın en önemli özelliği her şeyin siyasal olmasıdır. Toplumsal plan ve çevre arka plan olarak kalır.
Deleuze ve Guattari, "Minör Edebiyat ve Kafka" adlı eserlerinde bunu çok güzel açıklıyor.
Kafka'yı en iyi inceleyenlerden Gilles Deleuze ile Felix Guattari'dir.
Minör Edebiyat İçin Kafka adlı incecik kitap çok şey söyler.
Anadillerinde yazamayan ne kadar çok insan var günümüzde?
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Göçmenlerin, sürgünlerin ve çocukların sorunu… Minör edebiyatın sorunu, aynı zamanda hepimizin sorunu.
Deleuze ve Guattari, "İnsan nasıl kendi öz dilinin göçebesi ve çingenesi olur" derken, Kafka "Çocuğu beşikten çalmak, gergin ipte dans etmektir" diyor. Ve bizler de beşikten çalındık, gergin ipten öte, hem de ateşler üstünde dans ediyoruz; kendi dilimizin göçmeni, çingenesi ve günahkârıyız" diyor.
Suzan Samancı, ilkin Türkçe yazan, sonra anadiline dönüş yapan bir yazar.
Foucault'nun da ifade ettiği gibi: "Tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir" derken, anadile dönüşün vazgeçilemeyecek bir gerçeklik olduğunu anımsatıyor.
Metin Aydın'ın yaptığı röportajında "Dilin yaşantısına sahip olmakla, dile sahip olmak arasında fark vardır, bize dilleri teknik olarak öğretenler ya da anadilimize ket vuranlar, dillerin yaşantısına sahip olmayabilirler. Sınırsız yaşantıyı ve çok kültürlülüğü tehlike olarak görenler maalesef çağdışı bir bilinci sırtlamış, sonsuz maviliğe bakmayı değil, duruk ve kokuşmuş göllere bakmayı tercih eden, tabanı güçlü olan politik yapılanmalardan konuyu açar ki sadece siyaset ile sınırlı olmayan sert kabuklu toplulukları" da işaret eder.
1700'lü yılların sonunda Paris'te yaşamış Madame de Stael, "Dilin uygunluğu, asaleti, saflığı tüm ülkelerde ve özellikle de siyasal eşitliğin, kurulduğu bir ülkede bizi yönetenlerin, saygınlığına katkıda bulunur. Yazma yeteneği özgür bir devletin güçlerine dönüşebilir, bu nedenle görü geliştikçe dil, dil geliştikçe görü gelişir; bunun temeli doğal, kendiliğinden hakiki bir özgürlükle mümkündür" diyor.
Yazmayı bir yaşam biçimi haline getiren yazar, içsel dinginliğinin kaynağını yazınsal ifadeye dayandırıyor.
"Herkes yaşar, ama göremez, herkes okur ama, yazamaz" söyleminin somut yaşamdaki karşılığı çok boyutludur.
Ciddi ve kararlı bir okur olup, dünyaya mesleki bilginin ötesinden bakmaya çalışanlarla, sanat ve politik bilinci harmanlayıp, kitapların büyüsüne inanları arkadaş olarak seçerken, ilk gençlik yıllarımda var olma bilincinin oluşmasına etki eden Simone de Beauvoir'i hatırlatıyor:
"Gelişmiş bir bilinç, gelişmemiş bir bilinci reddeder kendiliğinden gerçeği, bin parçaya bölünüp dağıldı, ayrıştı, çarpıştı ve yeniden oluşumunun diyalektik sürecinde, bu gerçekten kaçış yoksa, yazmasaydım da kendi gerçekliğimde varlığımı anlama çabasına girecektim" diye anlatıyor.
Şöyle diyor:
Her çağ, her toplum, tarihsel akışında, akımları ve düşünceleri yaratırken, klasik çağlarda yaratılan metinler ile şimdiki metinler büyük farklılıklar içeriyorsa, yazar, hatta okurlar da bu farklılıkları içerir. Görselliğin hüküm sürmediği dönemlerdeki romanlar ve öykülerde coğrafya, kahramanlar oldukça belirgin ve somuttur, tıpkı o dönemin mimarisi gibi dantel gibi işlenmiş ve detaycıdır. Yazarlar Tanrı–yazar konumundayken, ciddi okurları da kendinden bir parça olarak görürken, magazinleşmemiş ya da şeyleşme ihtimalleri de uzaktı. Her şey daha temkinli, ciddiyetle ve bir başına bir eylemken, şimdi görünürlük ile iyi yazar olma ya da çok satma ile iyi edebiyat yapma arasındaki çizgi silikleşmiş, anlamını yitirmiştir. Dikey bir gelişme ve dijitalliğin egemenliği, toplumu allak bullak etmiş, piyasa ideolojisi kararlı ve bilinçli okur kitlesini statikleştirmiştir. Bu hızlı gelişim, ülkeler arasında kalkan mesafe, küçülen dünya fast food okur ve yazar yaratma zemini oluşturmuş durumda. Herkes yazmak, herkes ünlü olmak ve kısa yoldan para kazanmak istiyor. Günümüz edebiyatçıları elbette kendi çağlarının metinlerini yazacaklar, bu kaçınılmaz bir gerçek.
Oysa gerçek bir sanatçı ve yazar olmak, bir ömür ister, sanat ve yazma eylemi boş zamanlarınızı dolduracak bir eylem olmadığı gibi, iğne ile kuyu kazmaktır, çok şeyden vazgeçmektir, zorlukları ve acıları göze almak olduğu gibi, edebiyatta torpilin olmadığına inananlar ve dirsek temasına ihtiyaç duymamakla başlar iyi bir yazar olmak.
Onat Kutlar, "İshak" adlı bir kitabıyla kalıcı öyküler yazmıştır. Bazen yazılan bir kitap ile yazarlık sıfatı elde edilir, bazen 15 kitap ile elde edilmeyebilir, tarihin sayfaları bu örneklerle dolu.
Ahmed Arif, "Hasretinden Prangalar Eskittim" şiir kitabıyla kendi döneminde çığır açmıştır.
Virginia Woolf, J. Joyce, Dostoyevski neden hâlâ kanonikliklerini koruyorlar?
Donald Kuspit, Sanatın Sonu adlı kitabında, "Yüksek sanat, mutlu azınlığa hitap ediyor olabilir, ama mutsuz çoğunluğa seslenmez. Modern zamanlarda sanat, sırça sarayından çıkıp kalabalığa karışmıştır, çünkü kendini yalnız hissetmiştir, artık tam anlamıyla sanat değildir, ya iyi metinler yazmak için zorluğu ve sürekliliği göze almak, ya da tatmin olmak için kitap yayımlamak" Diyor.
Suzan Samancı, Türkçe, Kürtçe ve çağdaş dünya edebiyatın kültürlerarası ilişkisinde mihenk taşı olma varlığını koruyanlar arasında daha fazla görünür olmayı hak ediyor.
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish