Deprem diplomasisi ve Güneydoğu Anadolu depremi

Dr. Eren Alper Yılmaz Independent Türkçe için yazdı

Kolaj: Independent Türkçe

6 Şubat 2023'te saat 04.17 ve 13.24'te sırasıyla 7.7 ve 7.6 şiddetindeki depremlerle Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin yerle bir olduğu, 15 milyona yakın insanın direkt veya dolaylı olarak etkilendiği, Türkiye'nin son 100 yılda gördüğü en büyük yıkımlardan birisine şahit olduk.

Sadece bölge halkı için değil tüm Türkiye için izleri kolay kolay silinmeyecek bir yıkımdı bu.

Yaşananları "afet" olarak tabir etmenin hafif kaldığı, "felaket" kelimesinin bu kalıba daha uygun geleceği bir milat yaşadık.

On binlerce ölü, yüz binlerce yaralı ve enkaz altında günlerce haber alınamayan fakat son ana kadar umutla kurtarılmayı bekleyen sayısız bedenin var olduğu ağır bir bilançoyu gözler önüne serdi bu felaket.

Böyle olumsuz durumlarda toplumların kanayan yarasına bir nebze de merhem olan, gönüllerde az da olsa tatmin duygusu yaratan bazı olaylara tanıklık ediyor tarih.

Ülkelerin kendi imkanlarıyla bazı olumsuzlukların üstesinden gelmeleri zor, zaman alıcı ve meşakkatli olabiliyor.

Dışarıdan bir yardım elinin uzanması hem işleri daha kolaylaştırıyor hem de ülkeler arasındaki dostluğu ve iş birliğini güçlendiriyor.

Yıkıma uğrayan ülkeye gönderilen yardımlar, yalnızca o ülkeye maddi anlamda bir kazanım getirmiyor, aynı zamanda manevi olarak moral ve motivasyon duygularını artırıyor, devleti ve vatandaşıyla o ülkenin yalnız olmadığını, acısını paylaşan birileri olduğunu gösteriyor.

Tarihinin en ağır yıkımlarından birini yaşayan Türkiye, uluslararası toplumdan örneğine az rastlanır bir şekilde dayanışma ve destek gördü.

Uzun bir süredir sorunlu olduğumuz ülkelerin bile deprem sonrasında bölgeye çok sayıda arama kurtarma ekibi, insani yardım kapsamında ayni ve nakdi destek, iş makinesine varana kadar teçhizat gönderdiğine; hatta bazı ülkelerin yaralıların iyileştirilmesi için sahra hastanesi bile kurduklarına şahit olduk.

Yardım gönderen ülkelerden birkaçını sıralarsak; Azerbaycan, Brezilya, Çekya, Fransa, Almanya, Macaristan, Hindistan, Hollanda, Japonya, Güney Kore, ABD, İran ve Rusya gibi 80'e yakın ülke var.

Bu ülkelerden en dikkat çekenleri ise, Yunanistan, İsrail ve Ermenistan oldu hiç şüphesiz.

Tarihsel süreçte uzun yıllardan beri siyasi ve askeri sorunların baş gösterdiği, zaman zaman seslerin yükseldiği, hatta sözlü tehditlerin yerini askeri misillemelere bırakarak savaşın eşiğine gelindiği, bazı kesimlerce "ezeli ve ebedi düşman" olarak görülen ülkelerin Türkiye'ye yardım elini uzatması, "deprem diplomasisi" kavramını bir kez daha akıllara getirdi. 

Uzun yıllardan beri kara suları, kıta sahanlığı ve adalar sorunlarını halen çözemediğimiz, son zamanlarda da Doğu Akdeniz bölgesinde münhasır ekonomik bölge ve hidrokarbon arama faaliyetleri konularında aramızda tansiyonun bir hayli yükseldiği Yunanistan'dan deprem bölgesine önemli yardımlar geldi.

Bu yardımlar bana 1999 Gölcük depremini hatırlattı. O depremden sonra da Yunanistan büyük bir insan gücü ve teçhizat olanağı ile Türkiye'deki yaraların sarılmasına destek olmuştu. Hatta "deprem diplomasisi" kavramı ilk kez o zaman literatüre girmişti.

Taraflar arasındaki diplomatik ilişkiler 2002 yılına kadar sorunsuz bir şekilde ilerlemişti. Yunan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ile Türk Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in karşılıklı sirtaki oynayıp barış güvercini uçurduğu güzel yıllardı.

Bu görüntüler aslında ülkeler arasında düşmanlığa gerek olmadığını, kültürel ve tarihsel anlamda ortak noktaları olan bu iki toplumun gayet iyi anlaşabileceklerinin de sinyallerini vermişti.

O dönemin yakın tanıklarından bir emekli büyükelçinin deyimiyle Gölcük depremi Türk-Yunan yakınlaşmasında "mucizevi bir sıçrama" yaratmış, Gölcük depremine yakın bir dönemde yaşanan Kardak Krizi'ni bile neredeyse unutturmuştu.

Kahramanmaraş merkezli depremde de Yunanistan Başbakanı Miçotakis Türkçe mesaj yazarak taziyelerini paylaştı.

Ayrıca, Yunanistan Dışişleri Bakanı Nikos Dendias deprem sonrasında Türkiye'yi ziyaret etti. Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu tarafından sıcak bir şekilde karşılanan Dendias, "Türkiye ve Yunanistan ilişkileri yumuşatmak için bir depremi daha bekletmemeli" minvalinde açıklamalar yaparak Türk-Yunan ilişkilerindeki tarihsel sorunların çözülebilmesi için yeşil ışık yakmış oldu.

Ayrıca Yunanistan'dan gelen 67 kişilik arama kurtarma ekibi Hatay'da ve Adıyaman'da günlerce çalıştılar. Yine Yunanistan'daki vatandaşlardan ve STK'lardan tonlarca ayni yardım kolisi gönderildi.

Bu depremin hiç hafızlardan silinmeyecek görüntülerinden birisi de Yunan kurtarma ekibinden iki kişinin, küçük bir kızın enkaz altından kurtarılmasından sonra birbirine sarılarak sevincini paylaşması olmuştur herhalde.

Yunan devlet kanalı ERT'nin sabah haberlerine girişini "Ben seni sevdiğimi dünyalara bildirdim" isimli Türkçe şarkısıyla yapmasını da es geçmemek lazım.

1999'dakine benzer şekilde bu sürecin Türk-Yunan diyaloğunda olumlu bir iklim yaratması, hem Atina hem Ankara'da dış politikada gündem konusunu oluşturdu.

Ege ve Doğu Akdeniz'den kaynaklanan gerilimlerde tansiyonun önümüzdeki süreçte düşmesi, iş birliği ve yardım gündemin yeniden öne çıkması öngörülüyor.

Fakat bu sorunlar yalnızca ortamı yumuşatıcı açıklamalar yapmakla çözülmüyor, her iki tarafın da birbirini bağlayan konularda net ve somut adımlar atması gerekiyor.

Söylemle değil, ancak ve ancak bu somut politikaların karşılık olarak hayata geçirilmesiyle "deprem diplomasisi" olgusunun başarıya ulaştığı söylenebilir.


Ermenistan'dan da deprem sonrasında Türkiye'ye önemli destekler geldi.

Öncelikle Dağlık Karabağ Savaşı sonrasında Azerbaycan Devleti'ne askeri destek veren Cumhurbaşkanı Erdoğan'a karşı ses tonunu bir hayli yükselten Ermenistan Başbakanı Paşinyan'ın Erdoğan'ı arayıp taziye dileklerini iletmesi, ilişkilerin düzelmesi noktasında sinyallerin verilmesinde olumlu bir adımdı.

Sonrasında Ermenistan Dışişleri Bakanı Ararat Mirzoyan, mevkidaşı Mevlüd Çavuşoğlu ile görüşmek üzere Türkiye'yi ziyaret etti.

Ziyaretin ardından Çavuşoğlu'nun, Ermenistan'ın ülkemizin yaşadığı bu zor günde Türk vatandaşlarına dostluk elini uzattığını vurgulaması, geçmişte yaşanan olumsuzluklara set çekerek bir nebze de olsa buzları eritti. 

Diplomatik nezaketin yanı sıra Erivan, deprem bölgesine 28 kişilik arama kurtarma ekibi göndererek sahada da Türkiye'ye destek olmaya çalıştı.

Ermenistan ekibi lideri, Türkiye'den ayrılırken Türk vatandaşlarının kendilerine çok iyi davrandıkları, depremzedelere yardım ettikleri için sürekli teşekkür ettikleri ve minnet duygularını gösterdikleri minvalinde açıklamalar yaptı.

Bu ifadelerden; aslında düşmanlaştırdığımız devletlerin "halkları" arasında bir sorun olmadığını, sorunları bu boyuta getirenlerin devletlerin çıkar çatışmaları olduğunu anlayabiliyoruz sanırım.

Ayrıca 1988 yılındaki Ermenistan bölgesindeki Spitak depreminden tam 35 yıl sonra Ermenistan ile Türkiye arasındaki Alican Sınır kapısı açılarak, depremden etkilenen illere Ermenistan'dan çıkan tırların insani yardım götürmelerine izin verildi.

Ne yazık ki devletler arasındaki ticari ilişkilerin gelişmesi için en kilit noktalar olan sınır kapılarının yalnızca böyle felaket durumlarında açıldığına şahit olduk.

Bu süreçte belki de en dikkat çeken insani durum; 11 yıldır yaşadığımız husumetin ve bu düşmanlığın siyasi, askeri ve toplumsal sonuçlarının ülkemize verdiği zararların bir kenara bırakılıp, Suriye Devleti'ne dışişleri bakanlığımız tarafından insani yardım yapılmasıydı.

Çavuşoğlu'nun depremden ötürü Suriye'deki yollarda hasar olduğunu ancak bu ülkedeki depremzedelere başka ülkelerden gönderilen yardımların ulaştırılması için Türkiye'nin gerekli desteği verdiğini söylemesi, halihazırda açık olan tek kapı olan Cilvegözü Sınır Kapısı'na ek olarak iki kapının daha açılması çalışmalarının sürdürülmesi, "siyasetle insani konuların ayrı tutulması" gerektiğini bir kez daha kanıtlamış oldu.

Suriye ile ilişkilerin normalleşme sürecine girilmesinin konuşulduğu şu dönemde, Ankara-Şam arasında uzun yıllardır süren krizin fırsata dönüştürülerek deprem diplomasisi kavramının hayata geçirilmesi, gerek Türkiye'deki sığınmacıların akıbeti, gerekse sınırımızı tehdit eden PYD/YPG tehlikesinin bertaraf edilmesi açısından hayati bir önem taşıyor. 

20'nci yüzyılın devletler arasında ortaya çıkan gerilla savaşları yüzyılı, 21'nci  yüzyılın ilk çeyreğinin ise iç savaş ve siber savaşlar yüzyılı olduğunu söylemek mümkün.

Bu savaşların bitirilmesi için panzehir rolü üstlenen "barış ve diplomasi" kavramlarının da güçlü bir şekilde ağırlığını hissettirdiğini defalarca gördük.

"Yeni kamu diplomasisi" anlayışı kapsamında bir ülkenin kültürel, ekonomik, tarihsel, toplumsal ve siyasal değerlerinin başka ülkelere tanıtılmasının yanı sıra, insani değerlerinin de gösterilmesi ve yardım elinin uzatılması, devletler ve halklar arasındaki iletişimin güçlenmesi adına şüphesiz değerli bir araç.

Fakat devletler arasındaki sorunların savaştan ziyade diplomasi ve uzlaşma yoluyla çözülmesi; yalnızca deprem, doğal afet gibi durumlarda kendisini göstermemeli, normal şartlar altında da bu kanallar kullanılmalı.

Türkiye de son dönemde yaşadığı bu felaketten ötürü birçok ülke ile insani diplomasi ağını geliştirdi.

Fakat bu ılımlı diplomatik süreç yaralar sarıldıktan sonra yerini tekrar gerginliğe bırakırsa yine başa dönmüş oluruz ve sorunlar kaldığı yerden devam eder.

Mühim ve zor olan, şimdi kurduğumuz güçlü bağı uzun vadeye yayabilmek ve düşmanlıkları bitirip dostane bir çizgide ilerleyebilmek.

Devletler arasındaki diplomatik kanalların sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için illa bir deprem veya doğal afet olmasına gerek yok.

Siyasilere naçizane tavsiyem; belki ortamın gerginleştiği anlarda, Alman kurtarma ekibinden Daniel'in yarım yamalak da olsa Türkçe olarak "Zeynep Hanım korkma, ben buradayım" dediği, Macar arama kurtarma personelinin Macar televizyonuna verdiği röportajda gözyaşlarını tutamadığı anları hatırlasınlar...

Son söz olarak tüm ülkemizin başı sağ olsun, Allah bir daha böyle felaketler yaşatmasın.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU