15 Temmuz darbe girişimi cumhuriyet tarihinin en trajik olaylarından birisi olarak kayıtlara geçti.
Ordu ve emniyet içerisinde yapılaşmış bir cemaatin tüm ülkeyi ayağa kaldıran teşebbüsü, ancak halkın direnişi ile engellenebildi.
Bu trajik vakanın neden olduğu travma hala tazeliğini koruyor.
Toplum ise yıllarca kendisini 'Hizmet' olarak tanımlayan bir dini cemaatin nasıl olur da böylesi habis ruhlu canavarlara dönüştüğünü hala anlamaya çalışıyor.
Konuyla alakalı henüz ciddi literatür taraması yapılabilecek kaynak oluşmuş değil.
15 Temmuz ile ilgili yazılan birçok eserin hamasi bir üslupla yazılmış olması konunun ciddiyetle ele alınıp incelenmesini zorlaştırmaktadır.
Cumhurbaşkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu’nun öncülüğünde yayımlanan "Farklı Boyutlarıyla FETÖ/PYD" çalışması derli toplu bir çalışmanın meydana getirilmesini sağladı.
FETÖ'nün eğitim, propaganda ve teşkilatlanma alanlarında izlediği stratejinin anlaşılmasını sağlayan kaynak eser, aynı zamanda da bu örgütün beslendiği entelektüel havza hakkında doğru bilgiye ulaşmamıza büyük katkı sağlamaktadır.
FETÖ'nün "altın nesli"
FETÖ’nün devletle bir mücadele içerisinde olduğu ilk kez 'MİT Krizi' sürecinde mücessem örnekleriyle görüldü.
Dershanelerin kapatılması ile başlayan tartışmalar '17-25 Aralık Operasyonları' sürecinde farklı bir noktaya evirildi.
Mahkemelerin birbirinin aleyhine aldığı kararlar, emniyet içerisindeki çatışmalar ve bürokraside yaşanan tıkanmalar, devlet içerisinde bir gücün devletin kendisiyle bir rekabet halinde olduğunu gösteriyordu.
15 Temmuz’da ise TSK içerisinde malum cemaate iltisak etmiş kişilerin darbe teşebbüsü, Fetullahçıların devlet içerisindeki en kılcal damarlara kadar sirayet ettiğini ispat ediyordu.
Geçmişte devlet içerisinde bu denli yapılanmış benzer örgütlerin varlığı mevcuttu.
Kendisini İslam’a nispet eden İsmailiye cemaatleri bilhassa da Haşhaşiler, devlet içerisinde kadrolaşmayı bir cemaat misyonuna dönüştürmüş yapılardı; fakat FETÖ’cüler bu dini fanatizmi modern Hristiyan menşeili cemaatlerin stratejisiyle birleştirerek büyük güç devşirdi.
Sözgelimi Cizvitler, Moonculuk, Scientology ve Opus Dei bunlardan sadece bazılarıydı.
FETÖ’nün toplum içerisindeki en güçlü argümanı, nitelikli ve inançlı bir nesil yetiştirme projesiydi.
Prof. Dr. Mehmet Büyükkara, FETÖ’nün toplum içerisinde büyük bir karşılık bulmasını sağlayan bu meşruiyet aygıtını şöyle açıklamaktadır:
‘Güzel dünya’yı inşa edecek bir nesil olarak ‘altın nesil’ vurgusu. Altın neslin ‘mümtaz’ hususiyetleri. Bu nesli yetiştirmek için yapılacak faaliyetlerin ve gösterilecek fedakârlıkların en sevaplı iş olduğu iddiası.
Bu neslin Gülen ve cemaati olduğuna dair güçlü imalar. Altın neslin de aynı zamanda fedakâr bir nesil olduğu vurgusu:
Sonraki nesillerin selameti ve zaferi için bu neslin kendi maddî ve manevî hayatlarını feda etmeye hazır bir şuurda olmaları lazımdı. Tarihteki bu tür fedakârlıkların sunumu mutlaka yapılmaktaydı.
İslam tarihinden verilen birçok örneğin yanı sıra, mesela II. Dünya Savaşı’nda bir Alman komutanının, başarılması gereken askerî bir görev için tanklarını bataklığa sürüşü anekdotu çok etkileyici bir örnekti.
Tanklarla birlikte bataklığa gömülen askerlerin sayesinde, o tankların üstünden geçen arkadaki tanklar ve askerler zaferi sağlamışlardı.
Gülen, yetiştirdiği altın nesli, bu fedakârlık şuurunda olan insanlar olarak tanıtmaktaydı.(Prof. Dr. Mehmet Büyükkara - Teorik Çerçeve, DİB)
Bu ‘altın nesli’ kontrol etmek ve güçlendirebilmek için Fetullahçıların iki önemli vasıtayı kullandığını görüyoruz.
Bunlardan ilki güçlü ve modern bir cemaat örgütlenmesi; diğeri ise sapkınlık boyutuna ulaşan öğreti ve inançlar.
Büyükkara, FETÖ’nün cemaat teşkilatlanmasını iki çerçevede ele almaktadır.
Bunlardan ilki Hizmet olarak bilinen legal yapıdır ve bunu sarımsak benzetmesiyle açıklar.
Diğeri ise karanlık yönünü teşkil eden yapılanması o da soğan benzetmesiyle Büyükkara tarafından ele alınır:
Şeffaf ağlar, eğitim-öğretim faaliyetleri, sivil toplum ve meslek kuruluşları, uluslararası ve yerel ticarî işletmeler, basın-yayın ve medya organları türünden legal yapılardan oluşmaktadır.
Bu ağlardan oluşan yapı, bir bütün halinde, 'Hizmet Hareketi' olarak anılmaktadır. Bu ağlarda Gülen’in sıfatı, ilim ve maneviyat sahibi bir 'kanaat önderi'dir.
Allah rızası için çalışan, Said Nursi’nin izinde ilim ve irfan yayan, Müslümanların barışçıl ve demokrat yüzünü yansıtan, hoşgörü ve diyalog faaliyetlerinde her zaman en önde olan, samimiyet, çalışkanlık ve fedakârlıklarıyla tebarüz eden insanlar şeklinde görüntü veren bu şeffaf ağların hiyerarşik yapısı sarımsak demeti modeliyle açıklanabilir.
Okullar, işletmeler ve diğer kuruluşlar hukuken bağımsız özel ve tüzel şahsiyetlere ait olsalar bile (sarımsağın bağımsız dişleri), işletmelerin ortak federasyonlara üye olmaları, yahut okulların aynı müfredat havuzundan yararlanmaları türünden güçlü ortaklıklar birleşik bir bütünü (sarımsağın sapı) oluşturmaktadır.(Prof. Dr. Mehmet Büyükkara - Teorik Çerçeve, DİB)
Asıl korkunç tarafı olarak kabul edilebilecek yapılanma ise Büyükkara’nın soğan teşbihi ile açıkladığı yapıdır.
Fetullah Gülen’in her hareketinin bir anlam taşıdığı bu teşkilatlanma yapısında, Gülen’in bir sohbette kendisine çekidüzen vermesini sıradan vatandaşlar anlamazken, cemaatin içindeki karanlık yapılanmanın üyeleri bulundukları meclise Hazreti Muhammed’in geldiği sanrısına kapılarak kendisinden geçebilmektedir.
Büyükkara bu teşkilatlanmayı şöyle açıklamaktadır:
Gizli ağlarda ise katı bir hiyerarşik yapının baskın olduğu görülür.
…
Doktrinasyon ve beyin yıkama tekniklerinin uygulandığı bu ağlarda Gülen’in bir 'kanaat önderi' olmasının ötesinde onun mehdi-mesih kimliği ve bu inancın etrafındaki ezoterik kurgu ön plana çıkar.
Bu yüzüyle örgüt, gevşek bir 'hizmet' yapısının ötesinde farklı çarkların birbirini döndürdüğü sistematik bir şekil alır. Bu ağlar soğan özelliği gösterir. İç içe geçmiş soğan halkaları (bürokrasi, yargı, polis, ordu) birbirlerinden ince bir zarla (kurumsal kimlikler) ayrılırlar ve soğanın cücüğü olan mehdilik kültü etrafında kümelenirler.
Küçük yaşlarda örgüt evlerine alınan, yetiştirilip uygun bir devlet pozisyonuna yerleştirilen çekirdekten FETÖ’cüler bu ağın hücreleridir.
Cücük, yeni soğanların çıkmasını besler ve buradan yükselen yeni saplar (imamlar) ile yeni soğanlar oluşur ve demetlendirilir.
Şeffaf ağlardaki hiyerarşi dikey iken, gizli ağlarda yatay bir hiyerarşi gözlenmektedir. Gizli ağlar söz konusu olduğunda, terfi alıp yükselmek yerine güven kazanıp soğanın cücüğüne doğru ilerlemek daha önemli hale gelmektedir.
Bu durum bize 15 Temmuz darbe girişiminde generallerin albaylardan nasıl emir alabildiğine makul bir açıklama getirir.(Prof. Dr. Mehmet Büyükkara - Teorik Çerçeve, DİB)
Hedefe giden yolda her şey mubah mıdır?
Önemli İslam âlimlerinden birisi olan Seyyid Kutup, Müslümanların İslam uğrunda giriştikleri mücadelede ahlaksızlığa tevessül etmemek adına “Aşağılık bir yöntem kullanılarak şerefli bir hedefe varılmaz” sözleri ile tavsiyede bulunmaktadır.
FETÖ olarak bilinen yapının mensupları ise, hedefe ulaşmak ve karşılarındaki engeli ortadan kaldırmak adına en ‘aşağılık’ yöntemlere başvurmaktan çekinmemeleri ile bilinir.
Bu düşünceleri ise Hocaları olarak kabul ettikleri Fetullah Gülen’in açık beyanına dayanmaktadır:
Hizmet insanı kendisini davasından alıkoyacak her şeyi elinin tersiyle itmesini bilmelidir. Ev mi, çoluk çocuk mu, iş mi her neyse ayağına pranga olan hiçbir şeyin esiri olmamalıdır.
Zaman zaman aile gibi kutsal bir müessese bile bu amaca karşı bir pranga olarak gösterilmeye çalışılmıştır.
Bu yapıda İslam en büyük istismar kapısına dönüşecektir.
Amaca ulaşabilmek için İslam’ın tüm esasları füruda indirgenecek ve müritlerin vicdan azabı duymaması için başta Peygamberimiz olmak üzere pek çok kutsal değerlerin içi boşaltılacak, hatta Allah’ın kendisi ete kemiğe büründürülmekten çekinilmeyecekti.
Tüm bu süreçlerde takiye bu cemaatin en önemli kuralıydı. Kitmanîlik olarak tanımladıkları takiyeyi savunma amaçlı kullandıklarını iddia ederek büyük bir erdem olarak kabul ediyorlardı.
Zaman içerisinde ‘kimden veya kime karşı saklanıyorsunuz’ sorusunun cevabını 15 Temmuz’da eylemleriyle göstereceklerdi.
İslam dininde bireyin inandığı gibi yaşaması en kutsal erdemlerden birisi olarak kabul edilirken FETÖ’nün kendi içerisinde kitmanîliği böylesine göklere çıkarmasını Fetullah Gülen şöyle açıklıyordu:
Onun (Hz. Peygamber) kitmânîliği tamdı. Ne taarruzda ne de müdafaada onun hedef ve stratejisini kimsenin bilmesi mümkün değildir.
Yolun bir bölümünü kat etmeden evvel şuraya buraya gidiyorum, demezdi. Mekke’ye bir konak mesafe kalıncaya kadar ne müşriklerin ne de kendi ordusunun net olarak hedeften haberi yoktu.
Evet, Allah Resûlü kendi hesabına bir haber ağı kurmuştu. Ama ona ait sırları elde edecek haber ağlarına fırsat ve malzeme vermemişti.
Onda öyle bir kitmânîlik vardı. Sezilmemeye dair kim ne söylerse söylesin 14 asır evvel her şeyi ona talim eden zat (Allah), bunu da ona talim etmiş ve insanlık gerçek kitmânîiliği Hz Muhammed Mustafa (s.a.v.) ile tanımlamıştır.
Böylesi ‘aşağılık’ bir yöntemle zafere ulaşmaya tevessül eden yapının gücünü tahkim edebilmesi, ancak dini istismar etmesi ile mümkün olabilirdi.
Bu çerçevede Fetullah Gülen, toplulukları harekete geçirmek ve kendisine tabiyeti artırabilmek için yapacaklarının sınırı yoktu.
Bu uğurda Allah’tan doğrudan talimat aldığını ve görüştüğünü söylemekten de çekinecek değildi:
Ben, sizin tırmandığınız bu helezonda hav hav ederek arkanızdan tırmanıp dururken, kasemle size teminat vereyim, bu helezonda o kadar beklenmedik şeyler gördüm. Gözüm açık bir bir gördüm.
Size tarif edem bir bir; Felekler burcuna çıktım, melekten merhaba gördüm, bana Hak’tan nida geldi: Gel ey âşık ki mahremsin, bura mahrem makamıdır, seni ehl-i vefa gördüm.
Sizin içinizde çok şey gördüm, öyle insanlar gördüm ki, hak dostlarına henüz kapaklar açılmamıştı, zarfının üzerine bantlanmış gibi zarflar içinde size gelen ihsanlara şahit oldum…
Gülen’in sapkın öğretisinde en fazla istismar edilen kutsal ise Peygamberimizden başkası değildi.
Sık sık sohbet meclisine ve rüyasına uğradığını iddia ettiği Peygamberimizi temel atma törenine dahi getirtecekti:
…Ve sonra aradan bir ay gibi kısa bir zaman mı, iki ay gibi bir zaman mı geçmişti, bir kardeşimiz görüyor:
‘Bir hayır müessesesini, mübarek teftiş etmeye gelmişler. Bütün halk yığın yığın etrafında akıyor oranın, oraya akıyor, bir müessese yapılıyor, ervahı hoşnut edecek bir müessese yapılıyor, temiz eller onun temeline harç atarken unutmasınlar, aleyhissalatü vesselam elini o harç atan elin üzerine koyuyor, o müesseselerin bütününü alkışlıyor.’
Bu ikinci müşahade eden diyor ki:
Vallahi gördüm, Resûl-i Ekrem aleyhissalatu vesselam cihan hükümdarı gibi –cihanın hükümdarlığı da ne oluyor-, oraya kadar gittiler, teşrif buyurdular ve sonra bir cami gibi yer oldu, minberin önüne geldi oturdular, orada vazife yapacak insan da vardı, teklif ettiler va’zu nasihat edin diye.
Ya Resûlellah! Teeddüp ederim, siz varken burada nasıl nasihat eda edelim.
Bu istismarın doruk noktası ise ne yazık ki Hazreti Muhammed’i bir TV dizisinde kamyon arkasına indirmeye kadar varacaktı.
Mürit akıllı olsun; ama aklını kullanmasın
'Altın nesil' iddiasındaki bu yapı, memleketin en zeki çocuklarını kendi tarafına çekmek için çok büyük gayret göstermişti.
Oysa tarafına çektiği gençleri adeta birer zombiye dönüştürerek, birkaç neslin en güzide akıllarının yok olmasına neden oldu.
Gülencilerin sağlıklı muhakeme yeteneğinden yoksun olmasının en önemli nedeni, cemaatin yapısı gereği akla ve sorgulamaya düşman olmasıydı.
İnsanın aklını kullanması ve felsefe gibi uğraşlara yönelmesi, çoğunlukla en iyi ihtimalle küçümsenir ya da tamamen yasaklanırdı.
Fetullah Gülen, konuyla alakalı şu ifadeleri kullanmaktan rahatsız olmayacaktı:
Çoğunluğu itibariyle felsefe ile iştigal edenler, aklı çok kullananlar hep yanılıyorlar. Aklı Allah için kurban etmek gerek. Çünkü burhan-ı limmî, burhan-ı innî üzerinde yürür.
Cenab-ı Hak baştan burhan-ı innî olarak vicdanda kendini hissettirir. Vicdan, o hakikati kendi enginliği içinde duyduğu an, bütün delil ve kitapları atar.
Aczini, fakrını hissettiği an, dua ile ona dayanır. Hele esbab bil-külliyye sükût ettiğinde insan vicdan kulağıyla kendini dinleyebilirse çok farklı buudlarda, çok farklı şeylere şahit olur.
Bir kişinin bu denli altı boş sözlere nasıl inanabileceğini de yine Fetullah Gülen’in kendisi verecekti.
Eğer ki bir toplumda bir kişi sorgulanamaz bir konuma getirilir ve her yaptığı doğru kabul edilirse o kişi, o topluluğa istediği her şeyi yaptırabilme gücüne sahip olacaktır.
Fetullah Gülen de bu konumu elde etmek için büyük gayret göstermiş ve o makamı, müritlerine şöyle anlatmıştı:
Biz milletçe bir şeye karşı aç ve muhtacız: Bizi bağrına basacak, acılarımızı dindirecek ve kötü tutkulardan kurtaracak 'Başyüce' insana.
Aslında dünden bugüne, çekilen bütün ızdırapların arkasında da, hep bu aranan insanın bulunamayışı vardır. Yaşatma yolunda yaşama zevkini unutan, başı yüce dağlar gibi dumanlı, sinesi lavların kaynaştığı kor yığını, “muzdarip insan”ın bulunamayışı.
...
Yakın geçmişimiz içinde, bu cinsten kaç insan gösterebilirsiniz? Kaç insan gösterebilirsiniz ki, yaratılışındaki esrarı kavramış? Yaratıcı’ya halife olma inceliğine âşina bulunmaktadır?
Evet, aradığımız insan her şeyden evvel bir gönül eridir. Hayatın her lahzasında karşılaştığı muammaları, varlığın her parçasına soran ve her sorusuna sonsuzluktan cevap almağa çalışan yüce âlemlere dilbeste hakikat eri…
Böylesi sapkın bir güruhu kim durduracaktı
Böylesi sapkın bir inanç ve öğretiye sahip bir cemaatin elinde uçaklar, tanklar ve ağır makineli silahlar vardı.
Neredeyse yenilmez görülen bu müritlerin en büyük zafiyeti onları bir araya getiren çarpık inanışlarıydı.
Tarihteki diğer örneklerde olduğu gibi bu tür inançlar gerçek cesaret ve inancın gerektiği anlarda kolayca çözülecek bir yapıya sahipti.
Terör yaratma ve kaos çıkartmakta başarılı olsalar da karşılarında gerçekten inanmış kitleler olduğunda bir gece içerisinde silinerek tarihin çöplüğüne sürüldü.
FETÖ’cülere karşı direniş göstererek şehit düşen vatandaşlarımızın neredeyse tamamı özgür inançlara sahipti ve samimiydiler.
Hayatları boyunca kaybedecek bir şeyleri olmadan tertemiz yaşamış bu insanları, ailelerinin anlattıkları göz önüne alınınca sanki hepsi birbirini tanıyordu.
Şehit Mehmet Şefkatlioğlu’nun eşi Vahide Hanım;
Eşim çok iyi bir aile babasıydı çocuklarına düşkün bir babaydı, eşimle ne yapsak birlikte yapardık bakkala bile birlikte giderdik o derce birbirimize düşkündük.
'Yemedi yedirdi, giymedi giydirdi' lafı var ya aynı öyleydi. Çocukların eğitimine çok önem verirdi; çünkü ailesi onu okutmamıştı.
Oğlumuzu okuttuk, ortanca kızım lise terk, küçük kızım da 6. sınıfa gidiyor.
Dört dörtlük bir babaydı, dışarıda birisi ona bir şey verse onu yemezdi çocuklarına getirirdi, dışarıda asla yemek yemezdi, illa çocuklarıyla birlikte yiyecekti, onlara kıyamazdı.
Şehit Yalçın Aran’ın eşi Asalet Hanım;
Eşimle biz on yıllık evliydik, biz birbirimizi her şeyi kaybettiğimiz zamanda bulduk. Ben eşimi bulduğumda böyle insan var mıymış dedim.
Eşim bana, 'Benimle evlenirsen seni çok mutlu ederim, hiç param yok ama çok çalışkan bir insanım' dedi. Ben de inandım o sözüne ve hiç pişman olmadım.
İki ay içinde evlendik; evlendikten bir yıl sonra ilk kızım doğdu. Eşimi babalığını görünce hayatımda hiç baba tanımamışım dedim.
Gece saatini kurardı çocukların üzerini örtmek için. Kızımı sütten kestiğimde bir ay uyumadı; gece arabaya koyup dolandırdık, sabah yedide işe gitmesine rağmen bunu yapardık.
Ben her zaman kendimi çok şanslı hissetmişimdir. Ben on yıllık evliliğime elli yıl sığdırdım. Şimdi ebediyete gitti, beni şimdi de aynı mutlulukla bıraktı.
Şehit Mehmet Yılmaz’ın eşi Ayşegül Yılmaz;
Evlenmeden önce eşimle aynı apartmanda oturuyorduk, Mehmet her sabah namazında apartmandaki geçleri toplayıp namaza götürüyordu.
Mehmet boş durmayı sevmezdi, manevi sivil toplum kuruluşlarında çalıştı.
İkra dergisini kuranlardan biriydi. Üsküdar’daki 7 Hilal Derneği'nde de çalıştı.
Şehit Şuayip Seferoğlu’nun annesi Sefura Seferoğlu;
Oğlum dünyalık yaşayan bir çocuk değildi. ‘Anne ben çoluk çocuğumu doyurdum mu bir de senin ihtiyaçlarını karşıladım mı yeter bana; ben dünya için çalışmıyorum ahiret için çalışıyorum’ derdi.
Bende ona 'Tabi ahretlik çalışacaksın, ama dünyalık da lazım; dünyada mekân ahirette iman, senin evin yok' dedim. Ben oğluma 'Sen hep iyi niyetinin kurbanı oluyorsun' derdim sonunda da iyi niyetine kurban gitti.
Şehit Erol Olçok’un eşi ve şehit Abdullah Tayyip Olçok’un annesi Nihal Olçok;
Biz mütedeyyin bir sitede oturuyorduk, Erol Bey daha iyi bir yerde yaşamak istiyordu; çünkü varlık durumu değişmişti, ama ben istemedim.
Benim din anlayışımda din hayatın içinde bizatihi olmalıdır. Ayrı bir noktada ruhani bir yerde yaşanan değil. Çocuklarımın dinin yaşayan canlı bir şey olduğunu anlamalarını istiyordum.
Yaşadığımız yer, bize küçük ve dar gelmesine rağmen orada kalmak için direndim; çünkü biz orada yaşıyorduk.
Teravihlerde imam geliyordu bahçenin ortasında cemaat kuruluyordu bunlar çok önemli şeyler.
Şehit Onur Ayanoğlu’nun annesi Ferda Ayanoğlu;
Onur nişanlıydı, sonbaharda düğünü olacaktı; olaylar olunca nişanlısı Onur’u aramış ağlayarak ‘Gitme beni seviyorsan dışarı çıkma’ demiş.
Onur, ‘Ben Reis’e gidiyorum, seni seviyorum ama vatanımı senden daha çok seviyorum’ demiş.
Bunlar ve benzeri tüm açıklamaları okuduğumuzda karşımıza çıkan sonuç; 15 Temmuz gecesi sapkın bir öğreti ve inançla eline silah alan FETÖ’nün karşısına çıkan samimi insan tipolojisi görülmektedir.
Şehit olanların çoğu, Fetullahçıların eylemlerini içselleştirmemiş hasbi ve sıradan insanlardı.
Ortak noktaları ülkelerini sevmeleri ve akıllarını bir cemaate peşkeş çekmemiş olmasıydı.
*Daha ayrıntılı bir okuma için Cumhurbaşkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu'nun öncülüğünde yayınlanan "Farklı Boyutlarıyla FETÖ/PYD" eseri ve Sema Balcı’nın "15 Temmuz ve Ailelerinin Sosyo-Ekonomik ve Dindarlık Durumları Üzerine Bir İnceleme"
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish