Tevfik Fikret: Meyusum! Kardeşim; dehşetli bir buhran-ı infial içindeyim, sönüyorum

Mustafa Kemal Paşa: Ben Fikret’e yetişemedim, onun sohbetinden istifade edemedim. Kendimi bedbaht sayarım. Fakat onun bütün eserlerini okudum, birçoğu da ezberimdedir. O, hem büyük şair, hem de büyük insandır!

O gece Mustafa Kemal Paşa sofrada sözü bir şekilde edebiyata getirdi. Ardından büyük bir keyif içinde sessizce kendisini geri çekerek sofradakilerin tartışmalarını usulca ve dikkatle izledi. Tartışmalar tam heyecanını kaybedip de yeni bir faslın açılmasına geçilecekken arkadan cılız bir ses “Tevfik Fikret büyük bir şair değildi” deyiverdi.

Paşa hemen canlanıverip kalabalığın uğultusu içinde sesin sahibine doğru seslendi;

Efendim? Efendim, anlamadım ne dediniz? Tevfik Fikret büyük bir şair değil miydi dediniz?


Mustafa Kemal muhatabına sözünü tekrar ettirdikten sonra yüksek bir sesle Fikret’ten şu beyti okudu;

Milyonla barındırdığın ecsad arasından 
Kaç nâsiye vardır çıkacak pâkü dirahşan!


Paşa şiiri okuduktan sonra masadakiler pür dikkat kendisine odaklandı. Paşa büyük bir ciddiyet ve gür bir sesle konuşmaya başladı;

O karanlıklar içinde bir nur gören ve halkı o nura doğru götürmeye çalışan Fikret bu feryadı koparırken sizler nerelerde idiniz, niçin içinizden kimse onun gibi feryad etmedi?

Ben Fikret’e yetişemedim, onun sohbetinden istifade edemedim. Kendimi bedbaht sayarım.

Fakat onun bütün eserlerini okudum, birçoğu da ezberimdedir. O, hem büyük şair, hem de büyük insandır!

Efendiler! Zaten parmakla gösterilecek kadar az olan büyük adamlarımızı küçültmeğe kalkışmayalım!


Bu sözlerden sonra sofradaki Fikret aleyhtarı hava biranda dağıldı ve Paşa’nın misafirleri büyük şairin meziyetlerini saymaya koyuldu. Hatta Celal Sahir’in Fikret’ten “Zerrişte” şiirini ezbere okuması Paşa’yı öylesine keyiflendirdi ki bu hadise Celal Sahir’e mebusluk kazandırdı. (Bu olayı İsmail Hikmet Ertaylan Tevfik Fikret portresinde iddia etmektedir.)

Bu hikâyeden de anlaşılacağı üzere Fikret ölümünden sonra da ifrat ve tefritin şairi idi. Ya çok sevildi ya da nefret edildi; ama izzetli yaşadı.

Ve bu topraklarda ezelden beri bir kaide olduğu üzere “izzetli yaşamanın bir bedeli” vardı. 

İstibdat ve jurnalcilik yüreğini daraltıyordu

Fikret, adeti olmadığı halde bir gün çok sevdiği kız kardeşini okula kendisi götürdü. Normalde topluluk içine çıkmayan şairin okullarına teşrif ettiğini gören okul müdürü kendisini büyük bir hürmetle karşıladı. Bu vaka Fikret’i takip eden polisin dikkatini çekmiş ve derhal jurnal edilmişti. Fikret henüz eve dahi dönmeden kendisini karakolda meşhur polis müdürü Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın karşısında bulmuştu.

Hasan Paşa, babacan bir sesle Fikret’e şöyle söyledi;

Oğlum! Ben seni severim! Karını, kardeşini mektebe filân götürme, nene lâzım!..


Bu sözler Fikret’in narin ruhunda derin bir tahribata sebep oldu. İktidar onun kız kardeşiyle mektebe bile gitmesini hoş karşılamıyordu. Duruma içerleyen Fikret, eve döndüğünde İstanbul’a öfkeyle bakarak şu beyitleri yazdı;

Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;
Bir tozlu ve heybetli kesâfet ki nazarlar
Dikkatle nüfûz eyleyemez gavrine, korkar!
Lâkin sana lâyık bu derin sürte-i muzlim,
Lâyık bu tesettür sana, ey sahn-ı mezâlim!
Ey sahn-ı mezâlim…Evet, ey sahne-i garrâ,
Ey sahne-i zî-şâ'şaa-i hâile-pîrâ!
Ey şa'şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;
Ey kanlı mahabbetleri bî-lerziş-i nefret
Perverde eden sîne-i meshûf-ı sefâhet;
Ey Marmara'nın mâi der-âguuşu içinde
Ölmüş gibi dalgın uyuyan tûde-i zinde;
Ey köhne Bizans, ey koca fertût-ı müsahhir,
Ey bin kocadan arta kalan bîve-i bâkir

(Sarmış ufuklarını senin gene inatçı bir duman,
Beyaz bir karanlık ki, gittikçe artan
Ağırlığının altında herşey silinmiş gibi,
Bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü;
Tozlu ve heybetli bir yoğunluk ki, bakanlar
Onun derinliğine iyice sokulamaz, korkar!
Ama bu derin karanlık örtü sana çok lâyık;
Lâyık bu örtünüş sana, ey zulümlér sâhası!
Ey zulümler sâhası... Evet, ey parlak alan,
Ey fâcialarla donanan ışıklı ve ihtişamlı sâha!
Ey parlaklığın ve ihtişâmın beşiği ve mezarı olan,
Doğu’nun öteden beri imrenilen eski kıralıçesi!
Ey kanlı sevişmeleri titremeden, tiksinmeden
Sefahate susamış bağrında yaşatan.
Ey Marmara’nın mavi kucaklayışı içinde
Sanki ölmüş gibi dalgın uyuyan canlı yığın.
Ey köhne Bizans, ey koca büyüleyici bunak,
Ey bin kocadan artakalan dul kız)


Bu dizelerle İstanbul’a öfkesini haykırmıştı; ama yüreğini daraltan zulüm öyle bir noktaya varmıştı ki artık bu memleketten gitmek istiyordu. Bu fikri taşıyan tek kişi Fikret’in kendisi de değildi. Servet-i Fünun dergisi etrafındaki birçok dostu İstanbul’u hatta ülkeyi terk etmenin hayallerini kuruyordu.
 

mehmet rauf.jpg
Mehmet Rauf


Fikret yakın dost Mehmet Rauf’a yazdığı mektupta çektiği ıstırabı şu sözlerle anlatacaktı;

Yeis.. Yeis.. Yeis!.. Meyusum! Kardeşim; dehşetli bir bühran-ı infial içindeyim, sönüyorum!

Bu biraz daha devam ederse, eyvah!.. Sebebini söyleyeyim mi?

Fakat o kadar tuhaf ki gülersiniz, diye korkuyorum; bazen kendim bile kendi halime gülüyorum.

Koca bir âlem içinde yalnızım, en samimî arkadaşlarımın arasında sokağa çıplak çıkmış bir adam hissiyle titriyorum; herkesin vicdanı kapalı, örtülü; yalnız ben çıplak!

Herkes hiç olmazsa üniformalarla -ne diyeyim- setr-i cibillet ediyor, herkes zamanın âlâyiş-i denaetine bürünebiliyor; herkes namuslu geçinerek alçak yaşamanın kolaynı buluyor!

Herkes bu hava-yı rezilette nefes alabilmek için suhulete, bir çareye, bir efsuna mâlik...

İşte namus-ı kalem, namus-ı matbuat, namus-ı edeb...

O da öldü, o da çiğnendi...

Yeisimin derecesini düşünemezsin kardeşim!

Kendimi taşlara çarpacağım geliyor.

Fakat hani benim hun-ı hamiyetimle kirlenecek bir temiz taş!


Sultan Abdülhamid iktidarının aman vermez havası içinde günden güne eriyen şair, bugün Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüsü içinde bulunan evine çekilmişti. Görenleri hayran bırakan evinin ismini kuş yuvası anlamına gelen “Aşiyan” koymuştu. Hayata dair tüm ümidi ve neşesini kaybettiği bir sırada beklenmeyen bir teklif aldı.
 

tevfik fikretin aşiyandaki evi.jpg
Tevfik Fikret'in adını "Aşiyan" koyduğu evi


Mehmet Rauf olayı şöyle anlatacaktı;

O zaman ben, Tarabya’da karakol gemisinde ikinci kaptandım.

Geminin vazifesi yazın o sulara gelen sefaret gemileriyle teşrifat münasebetinde bulunmak olduğundan bu sayede Fransız, İngiliz, Alman, Rus, İtalyan zabitleriyle hararetli bir dostluğum vardı.

Bilhassa İngiliz sefâret gemisi ‘İmojen’ süvarisi Kaptan Bain gayet samimi dostumdu. Ara sıra idare aleyhinde hissiyâtımı döktüğüm olmuştu.

Bu tafsilâta vâkıf olan Fikret: - İmojen süvarisiyle sen de bir görüş de ondan belki bir fikir alırsın, dedi.

Kaptan Bain bu teşebbüsümüzü alkışla karşıladı:

- Azizim Rauf dedi, İngiltere’de muhâceret için bu günlerde herkes bilhassa Yenizelanda’ya gidiyorlar. Orası gayet münbit ve mahsuldâr, iklimi âb u havası pek latif bir yerdir. Eğer istersen sana muhâceret heyetleri için neşrolunan rehberlerden getireyim. Okur, tedkik eder ona göre karar verirsiniz.


Fikret bu haberi aldığında küçük bir çocuğu dönmüştü ve iri cüssesine yeniden hayat gelmişti. İçi içine sığmıyordu. Sonunda yaşamak için bir sebebi vardı.

İçlerinde Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit Yalçın ve Mehmet Rauf gibi bir grup genç yazarın bulunduğu arkadaş grubu Yeni Zelanda’ya giderek “Yeşil Yurt” ismini verdikleri yeni bir hayat kuracaktı.

Abdülhamid, jurnaller, ihanetler, istibdat her şey geride kalacaktı.

Tevfik Fikret öylesine mutlu idi iki “Yeşil Yurt” için bir şiir bile kaleme aldı. 

Yeşil Yurt hayali de kursağında kaldı Fikret’in; çünkü ekonomik zorluklar bu denli uzun bir yolculuğu imkânsız kılıyordu. Bu kez grup Manisa’da bulunan ve Doktor Esad’a ait olan bir çiftliğe yerleşmeyi düşündü. Hatta Hüseyin Cahit İstanbul’dan kaçarak çiftliği ziyarete bile gitti. Aslında bölge Yeni Zelanda’dan dahi daha çok beğenilmişti; ama bu hülyadan bir şekilde vazgeçildi. Bu defter de kapanıp gitmişti.

Her defasında hayal kırıklığına uğradı: Fakat niçin bu güzel yol sonunda bir uçurum?

Tevfik Fikret’in tüm ümitlerini yitirmeye başladığı zamanda 1908 yılında İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Fikret yine hayata dönmüştü. Öyle ki sığındığı tek liman olan Aşiyan’ı bile kiraya vererek Boğaz’da bir yalıya taşındı. Yıllarca bu günleri beklemişti ve tüm gücüyle hürriyeti savunmak istiyordu; fakat makam ve mevki verilen birçok kimselerin içine düştüğü bedbaht durumu görünce irkilmişti.
 

Tevfik Fikret Wikipedia.jpg
Tevfik Fikret 


Bu yüzden kendisine teklif edilen sayısız makamı elinin tersiyle itmişti. Evvela Fikret’e mebusluk teklif edildi; ama bunu kabul etmedi ve kendisi yerine yakın dostu Hüseyin Cahit’i önerdi.

Dostları ile Fikret arasındaki mebusluk hadisesi şöyle cereyan etmişti;

Peki ama senin gibi hakikî vatanseverler de bu vazifeleri kabul etmezlerse kimleri bulup getireceğiz?


Fikret bu sözlere şöyle cevap verdi;

İşte Cahit! Bu işin hakikaten eridir. 

 

hüseyin cahit yalçın.jpg
Hüseyin Cahit Yalçın 


Dostları zor da olsa ağızlarındaki baklayı çıkartmışlardı;

Fikret Bey biliyorsun ki Abdülhamid’e verilen jurnaller arasında Cahid’in de jurnalleri var.


Hayatının en büyük ıstırabı olan jurnallere Fikret şu cevabı verecekti;

- Onlara jurnal denmez, kimsenin şeref ve haysiyetine, hak ve hayatına kasit yollu yazılmış yazılar değildir.

Genç ve emelli bir insanın memleketin padişahından bir lütuf, bir âtifet temennisidir.

Bunlara da jurnal adını verirsek memlekette namuslu adam kalmaz.

Bana itimadınız var mı? 

- Elbet te, yerden göğe kadar!

- Öyleyse ben Cahit’e itimad ediyorum!


Hüseyin Cahit’e mebusluk yolu bu şekilde açılmıştı. Devrimden sonra Fikret’in ıstırabı azalacağı yerde daha da artmıştı. Liyakatsiz isimlerin göreve atanması, milletvekillerinin tutumu ve iktidarın keyfi uygulamaları onu yaralıyordu. Büyük hayallerle desteklediği “Tanin” gazetesinin İttihat ve Terakki Partisinin propagandasını yapmaktan başka bir misyon üstlenmemesi üzerine tekrar yuvası olan Aşiyan’a çekildi.

Fikret’in kabuğuna çekildiğini öğrenen dostları bu duruma son derece üzüldü ve hükümete bir şey yapmaları için çağrıda bulundular. Hükümet bunun üzerine Tevfik Fikret’e bugün Millî Eğitim Bakanlığı olan Maarif Vekilliğini teklif etti.

Tevfik Fikret bunca muhteris ve eyyamcının içinde politika üretmenin mümkün olmadığını düşünerek bu teklifi reddetti; ama kendisine Galatasaray Lisesi Müdürlüğü teklif edilince reddedemedi. İstanbul’u yeniden ‘sis’ örterken en azından talebe yetiştirmek onu biraz teskin edecekti.

Okul müdürlüğüne başlaması ile istifa etmesi arasında geçen süre yalnızca 3 hafta idi. Fikret, öğrencilik yıllarının geçtiği ve hocası Recaizade Mahmut Ekrem ile tanıştığı okuldaki ahlaksızlıklara bir ay dahi dayanamayarak istifa etti.

Enver Paşa aldığı mektupla neye uğradığını şaşırdı

Tevfik Fikret, Devrimin ellerinden kayıp gittiğine acı bir biçimde şahitlik ediyordu. Kendi partisi İttihat ve Terakki kendisine de cephe almaya başlamıştı. Enver Paşa gibi kifayetsiz ve liyakatsiz kişilerin hem hükümet hem de ordu içinde eşkıyalık ile yükselmesine tahammül edemiyordu.

Fikret’in yakın dostu Rıza Tevfik Edirne’de Enver Paşa holiganlarının saldırısına uğramış ve başından yaralanmıştı. Başka bir dostu olan Ahmet Samim ise yine gündüz vakti sokak ortasında İttihatçılar tarafından zalimce öldürülmüştü.
 

enverve cemal paşalar.jpg
Cemal Paşa (solda) ve Enver Paşa (sağda)


Fikret, konuşmanın bile cesaret istediği günlerin gelip çattığı vakitte bir mektup yazarak Enver, Cemal ve Talat Paşa başta olmak üzere devletin önemli isimlerine bizzat kendisi gönderdi.

Mektupta bir şiir vardı ve şu satırlar yazıyordu; 

Bu sofracık, efendiler- ki iltikaama muntazır
Huzurunuzda titriyor- bu milletin hayatıdır;
Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki muhtazır!
Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

Efendiler pek açsınız, bu çehrenizde bellidir
Yiyin, yemezseniz bugün, yarın kalır mı kim bilir?
Bu nadi-i niam, bakın kudumunuzla müftehir!
Bu hakkıdır gazanızın, evet, o hak da elde bir...

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!

 
Mektubu alanlar Fikret’i görmezden gelmeyi tercih etmişti.

Tevfik Fikret 19 Ağustos 1915 senesinde yani bu şiiri yazdıktan kısa bir süre sonra hayata veda etti.

Hayatı büyük bir yeis içinde geçti; büyük ümitler bağladığı oğlu Haluk kendisini büyük bir hayal kırıklığına uğratarak dinini değiştirdi ve ülkesine bigâne oldu.

Hayatta ümit bağladığı ne varsa elleri arasında kayıp giden şairin kabri bugün Bebek sahiline tepeden bakan Aşiyan’da bulunmaktadır.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU