Selanik’te ateşlenen bomba İstanbul’da infilak etti: 6-7 Eylül olayları

Mehmed Mazlum Çelik Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi

Yaşlı bir kadın olan madam Vasiladis büyük bir endişe içindeydi.

Beyoğlu sokaklarının her tarafında koşuşturan öfkeli adamlar “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacak!” diye bağırıyordu.

Kalabalık ellerindeki listelerle tek tek apartman ve iş yerlerine giriyordu ve Rum kökenli vatandaşları arıyordu.

Caddeler bir savaştan arda kalmış gibiydi, yerlerde parçalanmış kürkler, şamdanlar, etekler, dolap parçaları, çocuk bezleri, cam parçaları kısaca yağmada nasipsiz bulunan her şey yürümeyi imkânsız kılıyordu.

Eşi benzeri görülmemiş bir sarhoşluk kalabalığı esir almış, dükkândan dükkâna sürüklüyordu; fakat en korkuncu kalabalığın apartman kapılarını kırarak evlere girmesiydi.

Madam Vasiladis, kalabalığın Rum ev ve dükkanlarını eliyle koymuş gibi bulmasını fark ettiğinde dehşete kapıldı.

Sıra her an kendilerine gelebilirdi, o sırada karşılarına dikilen kapıcıları Mehmet Efendi yardım elini uzattı;

Korkmayın Madam, bizim evde saklanabilirsiniz. 


Mehmet Efendi, Madam Vasiladis ve ailesini kendi evine aldıktan sonra bir Türk bayrağı bularak kapının önüne çıktı.

Öfkeli kalabalık Kalyoncu Sokakta bulunan apartmanın önüne geldiğinde Mehmet Efendi, burada hiçbir Rum’un yaşamadığını belirterek kalabalığı gönderdi. 
 

Fahri Çoker Arşivi 4.png
Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi


O gün Mehmet Efendi, Madam Vasiladis’i ve ailesini evine alarak hayatlarını kurtardı; fakat Mehmet Efendi kalabalığın apartmandan uzaklaştığından emin olduktan sonra Madam Vassiladis’i dehşete düşürecek başka bir şey yaptı.

Türk bayrağını büyük bir intizam ve saygı ile kaldıran Mehmet Efendi eline kallavi bir sopa aldıktan sonra “Kıbrıs Türk’tür Türk kalacak” naraları savurarak aşağı sokaktaki apartmanları yağmalayan gruba katıldı.

Kendi Rum’unu korumayı namus sayan Mehmet Efendi, karşı apartmanlarda yaşayan Rumların mahremine tasallut olmakta bir beis görmemişti.

6 Eylül 1955’te başlayan hadiseler ancak 7 Eylül’de son buldu.
 

Fahri Çoker Arşivi 2.png
Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi


İstanbul fethedildiğinde çıkarılan fermanla bir Rum’un dahi burnunun kanamasına izin verilmemişti.

Oysa 6-7 Eylül’de meydana gelen hadiseler birer utanç vesikası olarak takvimlere düşüldü. 

İlk utanç: Varlık Vergisi

Varlık Vergisi İkinci Dünya Savaşı sırasında haksız kazanç sağlayarak zengin olduğu düşünülen bir kesimin yaptığı eylemleri cezalandırmak ve ekonomiyi dengelemek amacıyla 1942 yılında çıkarıldı.

Bu yasa başlangıç itibariyle herkesi kapsayacak şekilde hazırlanmışsa da asıl amaç azınlık durumundaki vatandaşların ekonomik üstünlüklerine son vererek Türk burjuvasını güçlendirmekti.

Nitekim yasa çıkartılırken o sırada Meclis Başkanı olarak görev yapan Şükrü Saraçoğlu şu ifadeleri kullanır;

Bu yasa aynı zamanda devrimci bir yasadır. İktisadi bağımsızlığımızı kazanmak için bir fırsattır.

Piyasaya hâkim olan yabancıları eleyip, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.


Meclis Başkanı tarafından ‘Yabancılar’ olarak nesneleştirilen ve hedef tahtasına oturtulan kişiler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak ticaret yapan Rum, Yahudi ve Ermeni azınlıklardı.

Devletin en üst makamından yapılan bu açıklamanın medya ve halktaki yansıması korkunç oldu.

Kamuoyu bilhassa Rum düşmanlığı ile dolup taştı.

Gazeteler; “soyguncu”, “vurguncu”, “hırsız”, “yağmacı” gibi korkunç manşetlerle çıkarak Rum vatandaşları açıkça hedef göstermeye başladı. 

Kanun yasalaştıktan sonra uygulama beklendiği gibi korkunç haksızlıklara sebep oldu.
 


Yorgi'ler, Salamon'lar, Kyriako'lar, Artin'ler artık hiçbir vicdan ve adalet emaresi göstermeyen vergi müfettişlerinin insafına bırakılmıştı.

28 TL aylık maaş alan bir kişi tam 500 TL vergi vermek gibi akıl ve mantık ile izah edilemeyecek uygulamalara maruz bırakıldı.

Dönemin tanığı kereste tüccarı Parseh Gevrekyan başına gelen vakayı şöyle anlatıyor;

Varlık Vergisi konulduğunda 31 yaşındaydım ve odun ticareti yapıyordum.

Ödenecek vergi 150 bin lira idi. Düşünün, o zamanlar bir kamyon dolusu odun 25 lira.

Bütün malımı da satmış olsam, bu meblağı ödeyemezdim; bu arada aslında ödenmesi gereken rakam bunun iki katıymış, ancak komisyondaki arkadaşlar yarıya düşürtmüşler.


Hukuku korunmayan, devlet tarafından hedef gösterilen pek çok Rum kökenli Türkiye vatandaşı doğup büyüdüğü şehirleri İstanbul’u terk ederek Yunanistan’a göç etti.

Az sayıda da olsa İstanbul’da kalan Rum vatandaşlar ise köpeklerine “Varlık” ismi koymak gibi pasif protestolar dışında bu yasaya karşı hiçbir direniş gösterememişti.

Olayları medya kışkırttı

“Varlık Vergisi” sonrası halkın ‘yabancı’ düşmanlığı kısa bir süreliğine de olsa bir nebze azaldı.

Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Batı İttifakının önemli bir unsuru olan Türkiye, komünizm tehdidine karşı Yunanistan ile yakın ilişkiler geliştirdi.

1953 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Yunanistan’ı ziyaret etmiş ve iki ülke arasında dostluk rüzgârı esmişti; fakat kısa bir süre sonra Kıbrıs adasında Yunanlıların Enosis iddiasında bulunması ipleri tekrar gerdi.

Enosis kavramı ilk defa Girit’in ilhakında kullanılmış bir stratejiydi ve Türk halkı üzerindeki acısı tazeydi.

6 Eylül gecesi saat sabah 4’e doğru Mustafa Kemal’in doğduğu evin bahçesine el yapımı bir bomba atıldı.

Evin bir penceresi çatlarken bahçede ufak bir delik oluştu.

Bu olay gerçekleştiğinde Fatin Rüştü Zorlu Türkiye’yi temsilen Kıbrıs sorununa bir çözüm arayışında bulunuyordu.

Haber saat 13.00 sıralarında Anadolu Ajansı’ndan Türk halkına duyuruldu;

Selanik'te Aziz Atatürk'ün doğduğu ev ile Türk Konsolosluğu binası arasında bahçede saat gece yarısını dört geçe bir bomba patlamış ve bu infilak neticesinde Aziz Atatürk'ün doğduğu evin pencereleriyle Konsoloshanenin camları hasara uğramıştır.

İnfilak esnasında insanca zayiat olmamıştır. Yunan polisi tahkikata başlamış ve daha sıkı emniyet tedbirleri almıştır. 5 şüpheli şahsın tevkif edildiği bildirilmektedir.

Yunan Hükümeti meydana gelen hasarı ödeyeceğini söylemiştir.

Yunan Dahiliye Vekili basına verdiği beyanatta ‘Bu işi hakiki bir Yunanlının yaptığını zannetmiyorum’ demiştir.


Anadolu Ajansı’nın geçtiği haber yüzleri asmış; ama halkı galeyana getirecek bir tesir uyandırmamıştı.

Ortamı gerecek ve kalabalıkları harekete geçirecek hadise İstanbul Ekspres gazetesinin ikinci baskı olarak verdiği manşetti.
 


Yıllar sonra gazetenin yazı işleri müdürü Mithat Perin, İstanbul Ekspres’in provakatif manşeti için şunları söyleyecekti;

İkinci baskı yapıldığı sırada gazetede bulunmadığımı, buna yazı işleri müdürleriyle bayilerin karar verdiğini, işin vahametini ancak sokakta gazetenin kapışıldığını gördüğüm zaman anladığımı ve matbaaya koşup baskıyı durdurttuğumu ama iş işten geçtiğini gördüğümü bir bir anlattım.


Olan olmuştu bir kez, Kıbrıs Türk Cemiyeti’nin organize ettiği miting sonrası kalabalıklar akın akın Beyoğlu tarafına doğru dağılmaya başladı.

Zaman ilerledikçe protesto eden kalabalıklar şiddete başvurmaya başladı.
 

Fahri Çoker Arşivi 1.png
Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi


Üniversite öğrencilerinin yoğunlukta olduğu kalabalık yerini biranda çoğu İstanbul dışından geldiği tahmin edilen saldırgan gruplara bıraktı.

Bir görgü tanığı kalabalığın davranışlarını şöyle anlatacaktı;

Bir Rum arkadaşımın dükkanının önünde elimde bir Türk bayrağı ile nöbet tutuyordum.

Ellerinde bir listeyle geldiler. Onlara bu dükkânın bir Türk’e ait olduğunu söyledim.

O bunun imkânsız olduğunu, çünkü ismin listede olduğunu belirti.

Ben de 'O zaman listede bir hata olmuştur' dedim.

Ellerindeki listelerde tüm cadde isimleri ve ev numaralan vardı.

Kendi arlarında sürekli birbirlerine talimat veriyorlardı.

'Bu ev bir Rum’un, şu Ermeni’nin, bu dükkânı yağmalayın, şu eve girin ' vs. 

 

Fahri Çoker Arşivi 3.png
Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi


Sözlerin devamında ise işlerin bir noktadan sonra çığırından iyice çıktığını anlıyoruz;

Yüksekkaldırım'da bir Yahudi, o kargaşada kendi levhasını bir Türk dükkanının tabelasıyla değiştirdi.

Yahudi'nin dükkanına hiçbir şey olmadı ama Türk’ünki yağmalanmıştı.

Sonra komşusuna dedi ki 'Ne yapalım, senin insanların bunu yaptılar.'

Ama garip hatalar da oluyordu.

Benim bir profesör arkadaşım vardı. Muayenehanesinin üzerinde Doçent Dr. diye bir levha yazılmıştı.

Doçent kelimesini gayrimüslim bir isim zannedip muayenehanesini tahrip etmişler.


Camların vitrinleri kırılıyor, ardından demir parmaklıklar göstericilerin yanında getirdiği kaynak makineleriyle koparılıp içeriye giriliyordu.

Mağazada bulunan her şey yağmalanıp dükkanlar ateşe veriliyordu.

Göstericiler zaman zaman ellerine tutuşturulan listelerdeki dükkanları karıştırıp Türk dükkanlarına da giriyordu. 

Kalabalıklar kamyonlarla Rum mahallelerine taşındı;

Sekiz buçuğa doğru dışarIdan sesler gelmeye başladı.

İki kamyon evimizin önünde durdu. İlk kamyondan kıyafetlerinden fakir oldukları anlaşılan adamlar indi.

İkinci kamyon ise sopa ve kalın demirlerle doluydu.

Kilisenin ön avlusundaki aileyi papazın ailesi zannetmişlerdi.

İki buçuk metrelik duvarlara tırmandılar ve aniden bahçenin içindeydiler.

Evimize girmek istiyorlardı. Kapı ve camları parçalamaya başladılar.


İstanbul’da yaşanan kaosa polis müdahale etmediği gibi göstericilere alkışla cesaret veriyordu.

İtfaiye yangın mahalline gitmiyor, gittiğinde ise araçta su olmadığı gibi mantık dışı gerekçeler göstererek müdahalede de bulunmuyordu.
 

Fahri Çoker Arşivi 10.png
Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi


Olayları engellemek için görevlendirilen ordu ise halkla çatışamayacağını söyleyerek geride durmayı tercih etmişti.

Fakat en vahimi, olaylara Ankara’dan müdahale etmeye çalışan eski Devlet Bakanı Mükerrem Sarol ve İçişleri Bakanı arasında geçen şu diyalogdu;

Telefona Vali Fahrettin Kerim Gökay çıktı:

'-Vali Beyefendi' dedim, ciddiyetini anlasın diye,

'İstanbul yakılıp yıkılırken nasıl gönlünüz razı oluyor da orada polislerin size sağladığı emniyet içinde oturuyorsunuz' dedim.

‘Ayıp değil mi’ dedim; 'Bu büyük bir felaket. Milli bir felaket.'

'Yanımda Dahiliye Vekili var, O'nu veriyorum' dedi. Telefonu Namık'a verdi.

Namık dedi ki, 'Öyle milli felaket filan değil', 'Bu milli bir isyan. Gençliğin milli kıyamı.'

'Namık' dedim, 'Bunu senden duyduğuma çok üzüldüm. Bu gerçekten milli bir felaket. İstanbul'da devlet yok, emniyet yok, can güvenliği yok. Beyoğlu'nda mağazaları yağma ediyorlar ve sen buna “Milli gençlik kıyamı” diyorsun.


Sayısız Rum kadın tecavüze uğradı ve bunu sakladı

6-7 Eylül olaylarının en acı yanı şüphesiz yaşanan sayısız tecavüz suçuydu.

Resmi kayıtlarda hastaneye tecavüz vakası sonrası yatırılan kadın sayısı 15 olarak geçer; ama 1955’lerin İstanbul’unda namus kavramı Rumlar arasında da en az Türkler kadar önemliydi.

Bu yüzden yüzlerce belki de binlerce genç kız tecavüze uğradığını resmi makamlara bildirememişti.

Hastaneye yatırılan kadınların çoğu yüzlerce kişinin saldırısına uğradıktan sonra bedenleri ağır yaralanan kişilerdi.

Yine de olaydan bir süre sonra tecavüze uğrayan kadınlardan bir kısmı Yunan konsolosluğu vasıtasıyla durumu polise bildirdi.
 

Fahri Çoker Arşivi 6.png
Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi​​​​​​​


Olayın tanıklarından biri durumu şöyle anlatıyor;

Ahlaka aykırı davranışlar da vardı. Mesela, evlerde kadınlara tecavüz ediliyordu.

O gün, çok tecavüz oldu. Kadınlar sonradan Yunan Konsolosluğunu haberdar ettiler.

O zaman polisler sivil olarak bana geldiler, doktor olduğum için. Hastaneye gittik, ama kadınlar orada susuyordu.

Bunun üzerine polise sordum: 'Evli misin?', 'Evet' dedi.

'Bir gecede 500 kişi senin karını ya da kızını taciz etse, sen ne anlatırdın?' Susacağını söyledi.

Kadınların suçu yok. Failleri resmi makamlara ihbar ediyor, ama olayın herkesçe bilinmesini istemiyorlardı.

Bu genç kızların pek çoğu sonradan evlendiler. Delikanlılar, bundan sorumlu olmadıklarını söyleyerek, buna rağmen onlarla evlendiler.


Olayların sorumlusu Adnan Menderes mi?

Aslında Kıbrıs’ta yaşanan tatsız hadiselerin İstanbul’da bir iç karışıklığa sebep olabileceği önceden düşünülmüş ve buna yönelik tedbirler alınarak sorumluluk bizzat orduya verilmişti.

Buna göre Patrikhane, Yunan Konsolosluğu gibi stratejik yerler güvenlik kordonuna alınmıştı.

Kordona alınan bölgeler dışında meydana gelebilecek hadiselerin sokak gösterileri şeklinde cereyan etmesi öngörülüyordu. 

Başbakan Adnan Menderes öğleden sonra İstanbul’da birtakım hadiseler yaşandığı bilgisini aldı ve şu emri verdi;

Hacet hininde askeri kuvvetlere müracaat etme lüzumu sizce maluldür, tahmin ve tasavvurlarınıza göre arzu ettiğiniz miktarda beş kişinin dahi bir arada toplanmamasına sureti katiyede müracaat edeceksiniz.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Menderes, İstanbul’dan ayrılmadan önce Taksim’de toplanan kalabalığı görmüş, çoğunluğu öğrencilerden oluşan kalabalığın tehlikesiz olduğu bilgisini aldıktan sonra Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile beraber Ankara’ya dönmek için Haydarpaşa’ya geçmişti.

İstanbul’da olayların çığırından çıktığını İzmit’te Validen öğrendi. Bunun üzerine ayarlanan bir otomobille derhal İstanbul’a dönme kararı aldı.

Menderes İstanbul’a vardığında korkunç tabloyla karşılaştı.
 

Fahri Çoker Arşivi 5.png
Fotoğraf: Fahri Çoker Arşivi


Hatta Başbakan Menderes ve Fuat Köprülü’nün bulunduğu kafileyi gören kalabalık aldırış etmeden yağmayı sürdürmüştü.

Duruma sinirlenen Fuat Köprülü’nün elindeki bastonu yağmacılardan birinin sırtına oracıkta indiriverdiği meşhurdur. 

Başbakan Menderes; İçişleri Bakanı, İstanbul Valisi ve 3 Generali görevden süratle aldı.

Olaylardan sonra Rum vatandaşların yarasının sarılması ile yakından ilgilendi.

Olaydan hemen sonra Menderes’in yaptığı açıklama şu şekildeydi; 

Bütün vatandaşlar bir araya gelerek çalışacağız.

Tahribattan iz bırakmayacağız.

Manevi zararların telafisi için milli bir tesanüt göstermeli, şefkat elimizi uzatmalı onlara kardeşçe yaşamak istediğimizi anlatmalıyız.

Mabetleri ve mektepleri süratle tamir edeceğiz.

Bütün mağazaları kısa zaman da açacağız.


1960 Darbesi gerçekleştikten sonra Adnan Menderes 6-7 Eylül Olaylarının faili olarak yargılandı ve 6 yıl hapis cezası aldı.

Yassıada mahkemesinde söylenen meşhur; “Burada bir rejimi yargılıyoruz” sözleri Menderes’e isnat edilen 6-7 Eylül Olayları suçlamaları sırasında sarf edilmişti.

Menderes aleyhine kullanılan en büyük delil sonraları yolları ayrılan Fuat Köprülü’nün 6-7 Eylül Olayları için Menderes’i suçlayan açıklamasıydı.

Menderes belki olayların olmasını bekliyordu ve her politikacı gibi kendi lehine kullanmayı istemişti; ama Yassıada Mahkemesi hükmüyle yargıda bulunmak insafsız olacaktır. 

6-7 Eylül olayları Başbakan Menderes’in de boyunu aşan kontrgerilla stratejisine sahip bir organizasyondu.

Nitekim yıllar sonra emekli birçok generalin anı ve röportajlarında 6-7 Eylül Olayları için kusursuz bir plan olduğuna dair beyanatları ortadadır. 

 

 

*Konuyla alakalı daha ayrıntılı bir okuma için Dilek Güven’in "Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları" isimli kitabı incelenebilir. 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU