İstanbul'un köyleri: Gideniyle kalanıyla bir masaldı Yeniköy

Boğaz’ın kıyısında yalılarıyla, sokaklarıyla kentin en güzel mahalleleri arasında yer alan Yeniköy, hasret ve sevdayla örselenmiş halde bir ağrı gibi duruyor İstanbul’un kalbinde

Fotoğraf: Agnelika Vinga arşivinden

İo’nun boynuzlarının açtığı yarıkların bir kıyısında kurulmuş bir köy. Bizanslılar, İstanbul’un Karadeniz kıyısına doğru Boğaziçi’nde yer alan, bolca çilek tarlaları yer aldığı bu köye Komarodes dermiş. Zamanla Romanya Geni’den gelen Ulahlar yerleşmiş ardından da Rumlar mesken tutmuş Boğaz’ın bu sakin köyünü. Geniköy demiş Ulahlar buraya. Sultan Süleyman’ın fermanıyla Yeniköy olmuş sonradan ismi. Rumlar da Neohori diye anmış o vakitten bugüne. Anlattıklarım bir masal gibi geliyor kulağa. Çünkü bu kent her bir köyüyle, semtiyle masal gibiydi. Bugünlere erişen hali biraz hayal kırıklığı yaratsa da içinde yaşattığı, kıyıda köşede saklı kalan hazineleriyle hala heyecanlandırabiliyor bizi. Balıkçılarıyla meşhur bu köy de bana kalırsa İstanbul Boğazı’nın incisi. Bugün bir mahalleye dönüşse de ben metropol gerçeğini göz ardı etmekte ısrarcıyım. Kimliğini kaybetse de elinde kalan kültürünün son kırıntıları yaşatmak için çabalayan Boğaziçi’nin bu mütevazı incisine köy demekten vazgeçmeyeceğim. Bu köyün son 80 yıllık hikâyesinde bir gezintiye çıkıyoruz şimdi sizlerle. 

balıkçılar angelika vinga arşivi.jpg

Balıkçılar / Fotoğraf: Angelika Vinga arşivinden


İlia Koulouridis doğma büyüme Yeniköylü. Sakız Adalı dedeleri gelip de İstanbul'un boğazında bulunan bu köye yerleşir. 1800'lü yılların sonuna doğru Yeniköy'de başlayan hayatları 1966 yılına kadar devam eder.

"4-5 yaşımdan itibaren Yeniköy'ü hatırlayabiliyorum" diyor İlia Bey. Çocukluğunun geçtiği dar sokaklarda dolandırıyor beni sohbetimiz esnasında. O anlattıkça ben bir çocuğun elinden tutup geziyorum Boğaziçi'nin küçücük köyünde.

"420-430 Rum aile vardı Yeniköy'de. Tek tük Türk aile vardı. Bizim mahalle tek taraflıydı. Alt tarafı bostandı. Köybaşı ekseriyetle Rum idi. Sağlı sollu çınar ağaçları vardı etrafta. Sait Halim Paşa Köşkü'nden yukarı doğru aşağı yukarı 39 dükkân vardı. 33-34 dükkân Rumlara aitti."

İlia Bey anlattıkça dönüp bir daha bakıyorum etrafıma. Ne bahsettiği insanlar kalmış ne de o dükkânlar… 1957 senesinde istimlâktan sonra çehresi değişiyor Yeniköy'ün.

"Balıkçı köyüydü" diye anlatıyor İlia Bey, balıkçı olmayan esnaftı diye ekliyor. "Fakirlik olduğu halde yetiyordu insanlar" diyor, eli çenesine gidiyor. Bir iki saniye sessizlikten sonra "bilmiyorum nasıl oluyordu" diye sorup gülmeye başlıyor, yüzündeki mahcup tebessümle anlatmaya devam ediyor:

"Yeniköy'de iki tane telefon vardı biri bakkalda, biri manavdaydı. Araba desen öyle herkeste yok. Ben 13 yaşımdan beri çalışıyorum. İstanbul'a gider gelirdim. Vapura bindiğimiz zaman herkes birbirini tanırdı."

orta mannşet angelika vinga arşivinden.jpg
Angelika Vinga arşivinden

 

Adresler farklı acılar aynı

İlia Bey'in babası demirciydi. 1932 senesinde çıkartılan Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanun ile Yunan uyruklu olduğu için mesleği ona yasaklandı. O da Rum mezarlığın aşağısında bulunan babadan kalma bahçesinde bahçıvanlık yaparak geçindirdi ailesini. Kaçıncı semtten kaçıncı hikâyeyi yazıyorum. Her kapıda aynı tanıdık acılara rast geliyorum. Ortada tek "kabahat" vardı: Rum olmak. Bunun bedeli bu memleketin her şehrinde, her semtinde her köyünde ödetilmişti.

6-7 Eylül hiç sakin geçmemişti Yeniköy'de de. Tüm dükkânlar talan edilmişti. Evlere saldıran olmadığını söylüyor İlia Bey:

"Birkaç evde küçük hasarlar vardı. Kiliselerde de zaiyat yoktu. Bir tek Aya Yorgi Kilisesi'ne örfi idare ilan edildikten sonra askerler yerleştirilmişti. İkonalar biraz tahribata uğramıştı. 6-7 Eylül canımızı yakıyor ama unutmaya çalışıyoruz. Biz alışmıştık yokluğa. 20 Kur'a nafia askerleri, Varlık Vergisi… Terzinin makinesinin dükkânın önünde satışa çıkarıldığını gördü gözlerim."

Bir bir sıralıyor acıları İlia Bey. Sonra duruyor bir müddet "Hiçbirisi 1964 kadar canımızı yakmadı" diyor:

"1955'te sarsıldık ama yıkılmadık. 1964 ile kıyaslarsak o hiçbir şeydi. Babam Yunan tebaalı, annem ve ben Türk. 1965 senesinde babamın tezkeresi bitti, Yunanistan'a göç etmek zorunda kaldı. Onlar gidince biz de gittik 1966 senesinde. Geri dönme ihtimali var diye düşündük ama olmadı."

Tam 21 sene sonra dönebildi İlia Bey. 1987 senesinden itibaren her sene 3 ay geldi, mahallesinde, köyünde yaşamaya devam etti. Şimdi de pandemi şartları onu yurdundan uzakta tutuyor. Ancak ümidi kuvvetli, bu Ağustos'ta geleceği günü sabırsızlıkla bekliyor.

emek kafe angelika vinga arşivi.jpg
Emek kafe Aneglika Vinga arşivinden

 

"Arkamızdan yazlıkçı derlerdi"

Bir Yeniköylü ile katılıyor sohbete. Mehmet Cemal Beşkardeş, bugün Yeniköy’ün meşhur Emek Kafe’sinin yanındaki ikiz yalılardan birinde doğdu. Tüm çocukluğu boyunca yazlarını Yeniköy’de geçiren Beşkardeş bir hatırlatma yapıyor bana: 

"Burada bir yazlıkçı vardır bir de yerlisi. Arkamızdan bu yazlıkçı derler. Yazlıkçı olmama rağmen ben kendimi burayla özdeşleştiriyorum."

Yazlıkçıyım dediğine bakmayın Cemal Bey'in Yeniköy damarlarına kadar işlemiş. Bana İstanbul'un bu küçük Boğaz köyünü anlatırken adeta bir ressam gibi küçük ama narin fırça darbeleriyle, adeta bir şair gibi tüm coşkunluğu mürekkebinden satırlarına akar gibi anlatıyor:

"Kulağıma sesler geliyor çocukluğumdan. Kulağımda bu kilisenin çanının sesi var. Kulağımda vapur düdüklerinin sesi var, halatın gıcırtıları var. Balıkçıların daha gün doğmadan balığa çıkarkenki bağrışları var. Yalının altındaki kayıkhanede kalan Barba Spiro'nun sesi var hala kulaklarımda…"

Hala çocukluğun her anını heyecanla hatırlıyor Cemal Bey ve köyünü karış karış kelimeleriyle gezdiriyor. Kurulduk Panayia Kilisesi'nin bahçesindeki çardağa. Emek Kafe'den çaylar geldi. Cemal Bey anlatıyor bir yandan, yalıları, kıyıları, aşkları… Ben hayallerimde 1940'ların, 50'lilerin Yeniköy'ünde geziniyorum. Egzoz sesleri, etraftaki kafe-barlardan gelen karma müzik gürültüsü baltalıyor hayallerimi. Ancak inat ettim o hayal kurulacak ve kaptırdım kendimi Cemal Bey'in sözlerine, daldım gittim. Şimdi o hayali kurma sırası sizde. Kaybetmek üzere olduğumuz bir başka kültürün son sahiplerine el uzatıyoruz bu hayalle. Sımsıkı tutuyoruz ve bırakmıyoruz. "Bizim yalının kapısı hep açıktı" diyor Cemal Bey. Hadi hep birlikte o kapıdan içeriye giriyoruz.

"Zengin, fakir fark etmez. Herkes içeriye girer. Acıkan, acıktım der. Susayan, susadım der. İsteyen denize girer. Komşuluk vardı o zamanlar."

yeniköy alt manşet angelika vinga arşivi.jpg
Angelika Vinga arşivinden

 

Yeniköy'ün yazmaları

Köybaşı caddesi'nde adım adım dolanıyoruz. Cemal Bey, teker teker yalıları anlatıyor. Her yalının ilk isminden başlıyor, el değiştire değiştere aldığı son isme kadar bütün öyküsünü aktarıyor.

Peksimet atölyeleri, mumhane, yazma atölyeleri… Bir zamanlar Yeniköy'de birçok ailenin ekmek kapısı olan bu atölyeler artık yok. Cemal Bey en çok da bir zamanlar Yeniköy'ün meşhur yazmalarının unutulup gitmesine içerliyor:

"Yazmalar bir sanattı. Rum kızlar çalışırdı çoğunlukla. Bu yazmaların imalatı gece yapılırdı. Özel kök boyaları hazırlanırdı. Ihlamur ağcından baskılar yapılırdı."

Cemal Bey’in dedesi 1932 yılında satın alıyor yalıyı, iki kızı da yüzme öğrensin, deniz havası alsın diye. Anneannesini ise köyün dert ninesi olarak anlatıyor Cemal Bey. Komşuluk ilişkilerinin daha güçlü olduğunu ve insanların her zaman birbirine koştuğunu söylüyor. Yazlık sinemalarda zengin fakir herkesin bir araya geldiği ve o tahta sandalyelerde herkesin eşit olduğunu anlatırken Cemal Bey, o yılların bu naif köyünü asla bırakıp gitmek istemiyorsunuz. Birden o yazlık sinemadan kalkıp, Sipahi Ocağı’na doğru gidiyoruz. Kadınlar giyinmiş kuşanmış, beyler smokinlerine sarınmış bir yandan kumar oynuyor bir yandan Münir Nurettin’i dinliyorlar. Yanlış anlamayın efendim, bizim boyumuz yetmiyor içeriye girmeye. Tüm geceyi yalıya yanaştığımız kayıkla izliyoruz. Ne muhteşem bir gece ne hoş bir köy diye geçirirken içimden Cemal Bey noktalıyor sözlerini ve masal bitiyor.

Yeniköy’ün iki beyefendisiyle bütün köyün en az son 80 yılını birlikte gezdik. Biri Rum biri Türk. Biri sımsıkı sarılıyor köyüne, biri hala hasret. Bir yerde vuslat, bir yerde hiç bırakmamış olmak… Bir yerde tüm acılarla kanayan hatıralar bir yerde keyfin, zevkin ve huzurun getirdiği neşe... Tüm bu duyguların orta yerinde bir ağrı gibi bırakıyorum bu masalı sizlere… Acıların orta yerinde kendini yeniden doğurmanın masalını…

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU