5 Haziran Dünya Çevre Günü: Yaşam alanları yok oluyor

Bu yıl, 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nü görülmedik koşullarda kutluyoruz

Birleşmiş Milletler Örgütü, çevre konusunda ilk önemli konferansı 1972 yılında Stockholm’de topladı. "İnsan Çevresi Konferansı" adı verilen bu konferansa aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 113 ülke katıldı. Bu konferansın sonunda uluslararası boyutta "Stockholm Bildirgesi" olarak bilinen bildiride, bütün insanlar ve hükümetler çevrenin korunması ve geliştirilmesi için ortak hareket etmeye çağrıldı.   

Bu yıl, 5 Haziran Dünya Çevre Günü’nü görülmedik koşullarda kutluyoruz. Tüm dünyayı etkisi altına alan COVİD-19 virüsü nedeniyle küresel bir Pandeminin ortasındayız. Küresel çapta insanlığı etkisi altına alan Coronavirüsü’nün insanlara yaşattıklarından şüphesiz alınacak çok ders var.

Bugüne dek tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de rant uğruna doğal alanlar yok edildi. Ormanlar ve meralar kaynak yaratmak amacıyla ortadan kaldırıldı. Kıyılarımız turizm uğruna yağmalandı. Kirlilik üretecek teknolojiler, termik ve nükleer santraller inşa edildi, ya da edilmesi için imzalar atıldı.

Pandeminin eve kapandığımız sürede gösterdikleri bile dikkate değer.  Venedik’in kanallarındaki suda uzun süreden sonra ilk defa balıklar görüldü. Hava kirliliğinin çok yoğun olarak yaşandığı Çin’de ve İtalya’da hava kalitesi arttı. İstanbul’da hava kirliliğinin yüzde 30 azaltıldığı belirtildi. Yıllarca temizlenmesi için uğraşılan Haliç’in sularında Yunuslar görüldü.

Bugüne dek kendisini dünyanın tek hâkimi olarak gören, doğayı, hayvanları ve bitkileri kendi istekleri doğrultusunda katleden insanoğlu, artık dönüp yeryüzüne yaptıklarının sonuçlarıyla yüzleşmek zorunda.

İndependent Türkçe olarak yaşam alanlarının yok oluşunu çevreci aktivistlerle görüştük,

Bölgede Ekoloji Mücadelesi ve Yaşanan Tahribatlar

Vahap Işıklı- Mezopotamya Ekoloji Hareketi

Yaşanan salgınla beraber, evrensel anlamda ekolojik krizin toplumu ne tür sonuçlara maruz bıraktığını "iyi görmek gerek" diyen Işıklı, sözlerine şöyle devam ediyor:

"Sürecin, bölgesel anlamdaki iktidarlar ve özellikle Kapitalist Modernite’nin merkezleri açısından fırsata çevrilmesini de gördük. Özellikle ülkemizde salgın kısıtlamaları, ‘Evde Kal’ çağrısı ile doğaya müdahalenin yolu açıldı ve ekonomik krizde yaşanan sıkışma ile birlikte doğanın artık bir meta konumuna taşındığı açıktır. Hal buyken bugün ülkenin tamamında talan devam ederken, bölgemizde de yaşananlardan bahsedersek, son süreçte Van/Gürpınar’ın Yolaçtı köyünde yaşananlar meselenin özetini sunmuş oldu.

Öncellikle Van’da yaşananlara gelirsek, 2003’te Dimer A.Ş tarafından ruhsatlandırılan alanda mermer ocağı çalışmasına başlanıyor. 2008’de köylülerin direnişi sonucu, yaralanan bir köylüden sonra, şirket alanı bırakmak zorunda kalıyor. 2020’de Saray A.Ş tarafından alınan alanda köylüler tekrar meseleyi kabul etmeyince, görüntülere de yansıdığı gibi önce ahırlar yıkılıyor, köylüler tehdit ediliyor son minvalde ise köylülere kurşun yağdırılıyor. Kaymakamlık ve valilik tarafından çıkarılan alan raporuna göre halk sağlığı açısından tehlikeli olduğu belirtilse de kapatılması konusunda elbette şüpheler devam etmekte."

VAHAP IŞIKLI.jpg
Vahap Işıklı

 

Mardin’den, Siirt’e, Şırnak’a kadar bütün bölgenin taş, kum, mermer ocakları tarafından talan edildiğini söyleyen Işıklı, hukuk yoluyla direnebilen köylülere ise orantısız saldırı olduğunu ifade ediyor:

"Yine bölgemizde Cengizler meselesi var, Mardin’in Mazıdağı ilçesinde açılan fosfat madeni için 3 köy boşaltılmak isteniyor, köylüler tehdit ediliyor, yine aynı alana yakın bölgeyi altın madeni üssü ilan ettiler, bunun yanında çıkardıklarını güvenli taşımak için kendilerine özel tren rayı çekerek, ana tren arterlerine bağladılar. Ayrıca Diyarbakır’dan geçecek vagonları yine güvenli geçebilsin diye kentin ortasında tellerden duvar çekmiş durumdalar.

Bunun yanında Van gölünde yaşanan kirliliğin aynısı, Dicle ve Fırat nehirleri yakınları ve üzerinde kurulan petrol rafinerileri, kum ocakları ile yaşanıyor.  Yine HES ve barajlarla kirliliğin sonucunda, su ekosistemi de tükenme noktasında. Son süreçte basına da yansıdığı kadarıyla Silvan’dan, Bismil’e, Hasankeyf’e kadar yaşanan balık ölümlerinin tehlikeli sonuçlar doğuracağı açıktır. Bununla birlikte Şırnak’ta, Dicle’nin bir kolu olan Nerdüş çayına yakın yerde yapılan kömürlü elektrik santrali meselesi var, su kömür akarken, köylüler artık ekim yapamıyor ve son süreçte köylüler ile şirket arasında bir çatışmaya da dönüşmüş oldu."

Var olan doğa, yaşam alanlarının tahribatlarının yanı sıra göç meselesinin de olduğunu söyleyen Işıklı, köylerin boşaltıldığını ifade ediyor:

"Hasankeyf’te yapılan barajla beraber 199 köy, sonrasında Botan çayında yine 100’e yakın köy, bugün Sarım çayı üzerinde yine Silvan barajı kapsamında yapılacak HES ile 100 kadar köy, sular altında kaldı/kalacaktır.  Bununla beraber Zore vadisinden, Van/Zilan’a kadar ortaya atılan, HES ve baraj projeleri var. Buna karşın ‘halka elektrik getiriyoruz’ diyerek, halkı ikna etmeye çalışıyorlar, ya da ‘işçi alıyoruz’ diyorlar. Hâlbuki sadece GAP kapsamında yapılan toplamda 22 Hes ve barajla yaşanan kuraklık gösterdi ki tamamen çöp olmuş projeler gerçeği var. Bununla beraber çiftçilere çıkarılan fahiş elektrik ve su faturaları sebebiyle köylerde sulu tarım bitmiş, Mardin, Viranşehir, Suruç’a kadar bugün dâhi aylardır, elektriksiz, susuz bırakılan köyler, öyle ki kentlerde susuz kalan mahalleler var.

Yine orman yangınları ve ağaç kesimleri meselesi var, Şırnak’ın Cudi dağında; Temmuz ayından beri günde 400 ton ağaç kesilmekte, bugün Lice’de 140 stadyumluk alanda ağaç kesimi var, yine Kulp’ta ağaç kesimleri sürmekte, yaz mevsimi ile birlikte Hakkâri’den, Dersim’e, Lice’ye, Cudi’ye orman yangınları başlamış vaziyette çoğu zaman basında dâhi yer bulamamakta, zira hâlâ mesele güvenlik meselesi diye görülüyor. Ağaç kesimi, ya da yangınların olduğu yerde birkaç ay içinde alanda karakol ve kale kollar inşa ediliyor, bunu aynen Batı’da kaldırılan otellere benzetiyoruz."

Bölgenin çoğunda Diyarbakır güncelinde bakıldığında köylere kadar inen Tokileşme sorununun olduğunu söyleyen Işıklı, "acele kamulaştırma işleminden hemen sonra ihale edilerek, köyler kentlere karışıyor" diye ifade ediyor:

"Öyle ki boşalan köyler artık istatistiklere de yansımakta, yine aynı durum kentlerde de sürmektedir. Buna ek Kayyım belediyeciliğinin yarattığı yıkım, kentin mekânsal düzenlemesinden, kent siluetlerinin değiştirilmesine kadar. Sadece Diyarbakır’da ‘Sanat Sokağı’ için kesilen ağaçların sayısı yüzden fazla, kent içinde refüjlerde kesilen ağaç sayısının zaten haddi hesabı yokken, artan asfalt artık tehlikeli boyutlara ulaşmış noktada.

Yine Şırnak, Silopi’de üç köye ve kent merkezine yakın alanda kurulan termik santraller var, son açıklanan raporda son 5 yılda artan kanser vakaları açıkça görülmekte. Yine Dersimden, Hakkâri’ye son süreçte çoğu alanın maden alanı ilan edilmesi varken, meraların tahribi var. Sonrasında Mardin/Mazıdağı’ndan, Diyarbakır’ın çoğu alanına suya yakın yerlerde kaya gazı çıkarılması var. Bunlarla beraber petrol müjdeleri var, birkaç gün öncesinde verilen petrol müjdesi ile bölgenin tamamında görülen bir gerçeklik iken, yine köyler boşalmaktadır."

İkizdere Yok Edilemeyecek

Kadir Tozkoparan-İkizdere Dernekler Federasyonu Genel Sekreteri

Rize ilinin İkizdere kazasına bağlı Ayvalık (Kapse) köyünde dünyaya gelen, üç yaşında ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınan Tozkoparan, bağlarından, köylerinden hiç kopmadıklarını ifade ediyor:

"İstanbul’daki akraba ve hemşerilerimizin kurduğu köy dernekleri ile hep geri dönecekmişiz gibi köyümüze yol, elektrik, su vb. alt yapı hizmetlerini yaptırdık. "Devlet biziz" dedik, gücümüz nispetinde derneklerimiz aracılığıyla biz sahiplendik köylerimizi. Hemşerilerimiz okullar yaptırdı, hastaneler yaptırdı, hükümet konakları, camiler inşa ettirdi. Mahkeme salonumuz vardı, devlet aldı elimizden. Askerlik şubemizi, hastanemizi. Sadece hizmet bekliyorduk köylerimizde.

Sonra derelerimiz boşa akıyor denildi, bilmem kaç proje ile sularımıza göz diktiler. 2008’de HES’lere karşı ayaklandık, derelerimizi bize bırakın dedik, korumayı başaramadık. Derelerimiz de su kalmadı. Su varken kirliliklerimiz görünmüyormuş, meğer belediyelerimiz çöplerimizi dereye atıyor, su ile denize gönderiyorlarmış. Dere yataklarımız kirli kaldı, yüzemiyoruz. Deredeki su temiz mi, onu da bilemiyoruz. Bari ilçe ve köylerimizde kanalizasyon ve arıtma sistemi kursalardı. Sorgulayan yok..."

KADİR TOZKOPARAN.jpg

Kadir Tozkoparan

 

Bir zamanlar Kırmızı pullu alabalıkların, tatlı su kefallerinin, sazan balıklarının olduğu derelerde balık tuttuklarını, eğlendiklerini söyleyen Tozkoparan, derelerde su kalmayınca balıklarında kalmadığını ifade ediyor:

"Dereler bitti, sonra karayolu dediler, tüneller dediler, Doğu Anadolu’ya İran’a kadar uzanacak, her yere yakın olacağız dediler. Dağlarımızı deldiler, yollarımızı genişlettiler. İlçe merkezlerimizin dışından transit yollarla tüneller geçirdiler. Köylerimize tanrı misafiri uğramaz oldu… Şimdi bizim de derelerimize erişmemize izin vermiyorlar. Derelerimizden iyice uzaklaştırdılar bizi ve yaban hayvanlarımızı. (Ki Karadeniz’in akar suları, yöre halkının karakterini temsil eden en önemli sembollerdendir.) Dere yatağına ne biz inebiliyoruz ne Karacalar ne Boz Ayılar ne de isimlerini sayamadıklarımız."

İkizdere’nin Unesco’nun en zengin vadiler listesinde yer aldığını söyleyen Tozkoparan, şöyle ifade ediyor:

"İkizdere’miz, endemik bitki örtüsüyle kendine has yaşamı ile bilinir. Hele Anzer balımız vardır ki, Rize’den çok Anzer’imizi bilir herkes.  Kestane balımız dünyanın dilinde, doğal yaşam efsanemizin diğer adıdır. Komar/çifin çiçeklerinin tatlandırdığı doğal antibiyotiğimiz. Son dönemlerde de çayımızın tadını almışlar. Organik üretime geçilmiş, organik üretmeyene cezalar kesmişlerdi. Fabrikalarımız yok ama verimli çay tarlalarımız hala var. Köyümüz var…"

İkizdere’de bir doğa katliamı gerçekleştirilmek istendiğini söyleyen Tozkoparan, sadece insanların yaşam alanının değil, yaban hayatının da yok olacağını ifade ediyor:

"Havanın suyun yüzyıllık ağaçların yok oluşudur. Deli balın kayboluşudur… Tüm bunlar geri dönüşü olmayacak tahribattır. Bu yüzden taş ocağına sessiz kalmadık, kalamazdık! Haklı olduğumuzu kamuoyu da gördü, arkamızda durdu. Bizim başımıza gelen şirketlerin sorgusuz sualsiz, ayarsız keyfi hak ve imtiyazlarla doğal yaşam alanlarına saldırmasının ilki değil ama dileriz son örneği olur. Bu kontrolsüz güçlere karşı verdiğimiz mücadele kamuoyu vicdanında yankı buldu. Biz kaybedersek herkes kaybeder dedik. Kazandığını sananlar da kaybeder dedik, hala da aynı sözümüzün arkasındayız. İkizdere de kaybedersek bu ayarsız güçleri nerede durduracağız? Bugün burada, yarın başka bir yerde başka bir doğal yaşam alanı aynı riski yaşayacak. Buna bir dur denmesi gerekiyor. İkizdere de bizler sadece bir taş ocağına karşı değil; önü arkası hukuksuz ve keyfi kararlara da itiraz ediyoruz.

Rize Valiliğince sadece İkizdere için bir yasak kararı dahi alındı. "İkizdere’de Taş Ocağı’na Hayır" diyen pankartı kaldırtacak kadar katlanılmaz bulanlar, ormana koydukları demir kapının üzerine kendi propaganda afişlerini koymaktan utanmadılar. 17 günlük Pandemi yasağında bizlere sokağa çıkma yasağı uygulayıp; diğer taraftan şirketi gece gündüz çalıştırdılar. Bir taraftan da yasaklara rağmen kapalı yer toplantıları düzenleyip halkı doğru olmayan bilgilerle, kendi çıkarlarınca ikna etmeye çalıştılar. Pandemi yasağı yetmedi, bizim yaşam alanımızda uygulamaya koydukları olağanüstü hal ile bizlerin bir araya gelmemizi engellemeye çalışanlar, halen şirketin gece gündüz çalışmasına, her gün daha fazla ağaç, daha fazla doğa alanını tahrip etmesine zemin hazırladılar. Halen kendi özel mülkümüze kimliklerimizle girip çıkmaktayız. Bağımıza bahçemize giderken kimlik sorgulamaları ile karşılaşmaktayız."

Hep Verdik Hiç İstemedik İkizdere’mizi Kaybettik. Öyle sandılar! Direnuyruk!

Devletin, Toz fabrikalarına ruhsat verip çay tarlalarını kurutmaya karar verdiğini söyleyen Tozkoparan, bu durum karşısında mücadele ettiklerini ifade ediyor:

"İlk ruhsatı verdiği taşocağına davamızı açtık, adaleti aradık, kazandık davamızı. Sevinçliydik kurtarmıştık köylerimizi. Hemen bir lojistik liman projesi çıkartıldı, dolgu yapılacak devlete taş verilsin dendi. Dinlemedik. Vermeyeceğuk deduk! Direneceğuk deduk, şimdilerde Direniyruk! Neden? Çünkü liman projesine ait ÇED raporunda yeni maden/taş ocağı açılmayacak denmiş. Yeni ruhsat istenmeyecek, mevcut taş ocakları yeterli denmiş. Neden yeni bir taş ocağı açtıralım ki? Bu sefer de bu taş olmazsa limanı yapamayız yalanını attılar ortaya. Vadimizi, çocukluğumuzu köklerimizi kesecekler ya! Bu taşı almalılar. Amaç taşı almak değil, bizi kaldırmak ortadan. İkizdere’yi silmek coğrafyadan. Açtık davalarımızı, kurduk direniş çadırlarımızı. Diyoruz ki "DİRENİYRUK"! Vermeyeceğuk taşimuzi da toprağumuzi da!

Kazdağları Mücadelesi Bitmeyecek

Hülya Kurt- Kazdağları Ekoloji Platformu Eş sözcüsü

Kazdağları’nda yapılan kimyasal madencilikle, milli bir servet kaybıyla birlikte gelecek nesillerin ve yaşam kaynağının yok edileceğini söyleyen Kurt, şöyle ifade ediyor:

"Kaz dağları mitolojik bir dağdır. Balıkesir Çanakkale ve Edremit’e kadar denize doğru inen bir sıra dağdır.500 milyon yıl yaşında mitolojik ismi İda ‘dır. Doğası, ekolojisi ve kültürel olarak Troya, Sarıkız, Hasan Boğuldu ve Asos ile önemli bir tarihe sahiptir. 1994 yılında yabancı yatırımlara açılan maden işletmesi 2004 yılında acımasızca devam etmesiyle bugün Kaz dağlarının yüz ölçümünün %79’u ruhsatlandırılmıştır. Şu an 1600 ruhsat sayısı var.  Arama ve işletme adı altında yerli ve yabancı yatırımcıların talanı ile karşı karşıya." 

Kazdağları’ndaki maden projelerine karşı mücadelenin on yılı aşkın süredir devam ettiğini söyleyen Kurt, sözlerine şöyle devam ediyor:

"Kirazlı‘da siyanür yöntemiyle altın madeni işletmek isteyen Kanadalı Alamos Gold ilk ruhsatı 2010 yılında aldı. On yılı aşkın süredir çevre örgütleri ve Çanakkale halkının hukuki mücadelesi sürdü. Ancak hukuki mücadeleden olumlu bir sonuç alınamayınca 26 Temmuz 2019 yılında Kirazlı’da Çanakkale belediyesinin çağrısıyla su ve vicdan nöbeti başladı. Proje alanının ağaçları kesilmiş çıplak Drone görüntülerinin medyaya yansımasıyla ülkenin dört bir yanından her kesimden insan Kazdağıları’na sahip çıkmak için nöbete akın etti. Binlerce insan doğasına sahip çıkmak için maden projesinin karşısında durdu. Türk Klasik Batı Müziği piyanisti ve bestecisi Fazıl Say nöbet alanında binlerce insana konser verdi. Ardından Çanakkale belediyesi çadırlı nöbeti bitirme kararı aldı. Ancak şirket henüz çalışmalarını durdurmamış ve alanı terk etmemişti. Hem Çanakkaleli hem de ülkenin dört bir yanından gelen yaşam savunucuları nöbetin devam etmesi gerektiğini savundu. Aldıkları forum kararıyla 7/24 çadırlı nöbete devam ettiler. Her gün 2 Km uzaklıktaki maden kapısına yürüyüş gerçekleştirerek, barışçıl protestolar gerçekleştirerek hem de şirketin ne yaptığını kamuoyuna duyurdular. Alamos Gold çalışmalarını durdurdu."

HÜLYA KURT.jpg
Hülya Kurt

 

"Her yer Kazdağları" ismi altında nöbete devam eden yaşam savunucularının kar, kış, yağmur, çamur demeden çadırlarıyla nöbet tutmaya, proje sahasını gözlemeye 425 gün devam ettiklerini söyleyen Kurt, şöyle ifade ediyor:

"13 Ekim 2019 tarihinde Alamos Gold şirketinin ruhsat süresi doldu. Ruhsatları olmadığı halde patlatıp yok etmek istedikleri Balaban tepesinde 2 kez ağaç kesimi yapıldı. Büyük bir direnişe rağmen 350 bin ağaç kesildi. Yaşam savunucuları bu kesimleri belgeleyip suç duyurusunda bulundu ve kesimler durdu. Bu süreçte birçok kez baskılar ve cezalarla yıldırılmaya çalışıldılar. Pandemi gerekçe gösterilerek 600 bine ulaşan para cezaları kesildi. Ancak yine de alanı terk etmediler. Nöbetin birinci yılında 26 Temmuz 2020 de Çanakkale’de basın açıklaması yapmaları engellendi ve şiddete maruz kalarak gözaltına alındılar. En son geçtiğimiz Eylül ayında 200’e yakın jandarma ile bir sabah baskınıyla nöbet alanı tahliye edildi ve yaşam savunucuları alandan çıkarılarak çadırları yıkıldı ama direniş sürdü. Bu direnişin içinde olan ekolojik yaşamı savunan, gözeten doğal ve kültürel varlıkları koruyan, iklim, gıda ve su krizi gibi sorunlara yol açan ve çevresel yıkıma neden olan politikalara karşı mücadele eden demokratik kitle örgütleri, platformlar, sendikalar, meslek örgütleri, kooperatifler, sivil toplum kuruluşları, partiler ve gönüllü bireyler olarak bir çatı altında bir araya gelerek mücadelemizi daha geniş bir yelpaze içinde yürütme adına Kirazlı Altın Madeni’nden Çırpılar Kömürlü Termik Santrali’ne, Tuzla köyü Jeotermal Enerji Santrali’nden Madra Barajı havzasına yayılan maden atıklarına Halilağa Bakır Ocağı’ndan Atikhisar Barajı dibindeki Koza Altın Madeni’ne, Biga Yarımadasını saran termik santrallerden tüm bölgeye yayılmış rüzgar enerji santrallerine ve metalik madencilikten taş ocaklarına kadar kapsamlı çalışmak adına Kazdağları Ekoloji Platformu adı altında bir çatı kurduk."

Sermaye, gıda ve su başta olmak üzere yaşamın sürdürülmesi için ve doğanın tüm varlıklarını meta olarak gören her türlü hiyerarşilere karşı mücadelelerinin devam edeceğini söyleyen Kurt, sözlerine şöyle devam ediyor:

"Kazdağları Kirazlı Balaban çadırlı eylem ve yaşam savunucularının yılmadan verdiği mücadele sonucunda ALOMOS GOLD 27 Ekim 2020 de işletme sahasını orman işletmeye teslim ederek ayrılmak zorunda kalmıştır. KEP olarak Cimer sosyal medya, Orman İşletme ve Çevre Bakanlığı’na yaptığımız dilekçe ve basın açıklamalarıyla "Kirazlı’yı rehabilite et" HASHTAG çalışmaları ile bir sonuç elde ettik. Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli Haluk Levent’e TV ekranından verdiği Kirazlı’yı rehabilite etme sözüyle Alomos Gold Doğu Biga Madencilik devletle karşı karşıya gelmiştir. Alomos Gold, Doğu Biga Madencilik alandan çıktığını ifade etmeyen canlı yayın, gazete, basın ve dergiler üzerinden deklare eden demeçler verse de başarılı olamamıştır.

Bugün Alomos Gold Altın Madenciliği ruhsatı uzatılmadığı için Türkiye’yi tahkim davası üzerinden sıkıştırmaya çalışıyor. Kanada merkezli şirket, Türkiye Cumhuriyetinden isteyeceği tutarın 1milyar doları aşacağını belirttiği tahkim davasının 5 yıl sürebileceğini tahmin ediyoruz. Kazdağları Ekoloji Platformu olarak süreci takip ediyoruz."

Av. Barış Yıldırım-Dersim Kültürel ve Doğal Miras Koruma Girişimi Sözcüsü

Tunceli İli Ovacık İlçesi Ziyaret Köyü sınırları dahilinde doğan ve Munzur Nehri'nin kaynaklarından biri durumunda bulunan Munzur Gözeleri’nin, 17/07/2003 tarihinde Erzurum Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu kararı ile 1. Derece Doğal Sit Alanı olarak tescil edildiğini söyleyen Yıldırım:

"Gerek 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu ve gerekse de 728 sayılı İlke Kararı uyarınca 1. Derece Doğal Sit Alanı statüsüne sahip Munzur Gözeleri'nde bitki örtüsü, topografya, silüet etkisini bozabilecek hiçbir eylemde bulunulmaması gerektiği halde 02/06/2020 tarihinde İhalesi yapılan "Munzur Gözeleri Rekreasyon Projesi" ile 1. Derece Doğal Sit Alanı sınırları içinde çeşitli yapı üniteleri inşa edilmesi öngörülmektedir. "Munzur Gözeleri Rekreasyon Projesi" Munzur Vadisi Millî Parkı'nın temel kaynak değeri Munzur Gözeleri ve çevresinde uygulanmak istenmektedir. Anılan Proje kapsamında; Çadır Kamp Alanları, Hayvan Kesimhanesi, Tuvalet, Otopark, Büfe, Stand Alanları, Yürüyüş Parkuru gibi yapılar planlanmaktadır. Munzur Gözeleri, Munzur Nehri'nin kaynağıdır ve anılan Nehirde sadece Munzur Nehri'nde habitat bulunan "Salmo munzuricus" isimli endemik Alabalık türü bulunmaktadır. (Anılan türün, 2017 yılında Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi'nden Prof.Dr. Davut Turan, Arş.Gör. Cüneyt Kaya ve Dr. Maurice Kottelat tarafından bilim dünyasına tanıtıldığı belirtilmektedir.) Anılan Alabalık türü Munzur Gözeleri ve yakın yerlerde sazlık alanlarda yumurta bırakmakta olup Munzur Gözeleri ve çevresinde insan etkileşimini arttıracak yapılar öngörülmesi anılan Alabalık türünün habitat alanlarına zarar verecek ve anılan türün neslinin yok olması dahi gündeme gelebilecektir."

BARIŞ YILDIRIM.jpg

Barış Yıldırım

 

"Munzur Gözeleri Rekreasyon Projesi" İhalesinin Malatya, Elâzığ, Bingöl, Dersim (Tunceli) 1/100.000 Ölçekli Çevre Düzeni Planı ile Munzur Gözeleri Koruma Amaçlı İmar Planı hükümlerine aykırı olduğunu söyleyen Yıldırım:

"Munzur Gözeleri Rekreasyon Projesi" İhalesi yapılmadan evvel 2872 sayılı Çevre Kanunu'nun 10. Maddesi ve Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği gereğince ÇED süreci işletilmesi ve projenin çevresel etkilerinin analiz edilmesi gerekirken anılan süreç işletilmemiştir. 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu hükümleri gereğince "Munzur Gözeleri Rekreasyon Projesi" İhalesinin Teknik Şartnamesinin bulunması gerektiği halde anılan şartnamenin bulunmadığı belirtilmektedir. "Munzur Gözeleri Rekreasyon Projesi" İçme ve Kullanma Suyu Kaynaklarının korunmasına dair mevzuat hükümlerine aykırıdır. İhaleye konu projede planlanan yapılar için Mevzuatta belirtilen koruma mesafeleri nazara alınmamıştır. Munzur Gözeleri, yöre halkı açısından kutsal bir ziyaretgâhtır. Bölgenin doğal dokusu binlerce yıl korunmuştur. Dava konusu ihale yapılırken anılan bu husus nazara alınmamıştır."

Yaban Keçileri ve Çengel Boynuzlu Dağ Keçilerinin Avlattırılması

Yaban Keçisi ve Çengel Boynuzlu Dağ Keçisinin yöre mitolojisinde ve inancında önemli yer tuttuğunu söyleyen Yıldırım, "kutsiyet taşıyan canlılardır" diye ifade ediyor: 

"Tarım ve Orman Bakanlığı 15. Bölge Müdürlüğü tarafından Tunceli İli’nde 15 adet Yaban Keçisi ve 2 adet Çengel Boynuzlu Dağ Keçisi kotalarının avlattırılmasının 13/07/2020 tarihinde ihale edileceği medyaya yansımış müteakiben tarafımızca ihalenin iptali maksadıyla tarafımızca dava açılmış deva devam ederken ilgili idare ihaleyi iptal etmiştir. İhale kararı ülkemizin de taraf olduğu Avrupa’nın Yaban Hayatı ve Yaşama Ortamlarını Koruma Sözleşmesi’ne |Bern Sözleşmesi| muhalefet teşkil etmektedir."

Munzur ekosistemi olarak bilinen ekosistem sahasındaki yaylalarda koruma altına alınan flora türlerinden çok sayıda bulunduğunu söyleyen Yıldırım, anılan bitki habitatlarında otlatma yapılmasının Bern Sözleşmesine aykırı olduğunu ifade ediyor:

"Yaylalar, hiç dinlendirilmeden her yıl sürü sahiplerine kiralanmaktadır. Koyun canlısı, bilindiği üzere tüm bitkileri ayırt etmeksizin kökünden yiyen bir canlı durumunda bulunduğundan bitki popülasyonunun yok olması söz konusu olacaktır. Nitekim, bilimsel akademik araştırmalarda aşırı otlatma vb. nedenleriyle Tunceli yöresinde endemik bitki türlerinin bir kısmının yok olduğu belirtilmektedir.

Kaldı ki, sürü sahipleri anılan Yaylaya gitmek için gerek Köy Tüzel Kişiliklerine ait taşınmazları gerekse de köy sakinlerine ait özel mülkleri kullandıklarından ihaleler Anayasa'nın 35. Maddesinde güvence altına alınan Mülkiyet hakkını ihlâl etmektedir."

Av. Arif Ali Cangı-EGEÇEP

İzmir’in yaşayacağın en önemli sorunun su sorunu olacağını söyleyen Cangı, sözlerine şöyle devam ediyor:

"Hayatımızı değiştiren Covid-19 salgını bize bir kez daha düşünme fırsatı vermiş olmalı. Gözle görülemeyen, dünya üzerindeki toplam ağırlığı bir gram etmeyen bir virüs insanlığı teslim aldı. Bu da bize şunu gösteriyor; dünyada insan yaşamının sürdürülebilmesi, insanın da doğanın bir parçası olduğunu kabul edip, onunla uyumlu bir yaşam kurmasına bağlı. Şimdiye kadar uygulanan doğal varlıkların bir metaya dönüştürülmesi, doğaya hükmetme politika uygulamalarının dünyayı getirdiği noktayı, yaşadığımız süreç çok çarpıcı anlatıyor.

İzmir’in ekolojik gündemine de yaşadığımız sürece uygun bakmalı, gündemin hukuksal değerlendirmesi ve hatta hukukun kendisi de pandemi gündemine uygun olmalı, çünkü bakış açısındaki olması gereken bu değişiklik yaşamsal hale gelmiş görünüyor. Küresel iklim değişikliği ile azalan temiz su kaynakları, bunun üstüne bir de su havzalarının kirlilik yaratan faaliyetlere açılması, yaşamsal sorunlardır. Bu konuda İzmir’in ekolojik gündeminin en önemli sorunu, Efemçukuru Altın Madeni işletmesidir. Çünkü İzmir’in en önemli su havzası bu altın madeninin kirlilik tehdidi altında.  

Kentin su ihtiyacının %40’ını sağladığı Tahtalı Barajı havzasının yüzeysel sınırında bulunan Efemçukuru Köyü’nde tüm uyarılara ve bilimsel tespitlere rağmen 1 Haziran 2011’den bu yana altın madeni işletiliyor.  Kayaç yapısı ağır metal açısından zengin olan bu bölgede yapılan madencilik faaliyeti sonucunda ağır metallerin aktive hale gelmesi, yer altı ve yüzey sularını kirletmesi riski konusunda onlarca bilimsel rapora rağmen maden halen çalışmaya devam ediyor.  Bu maden yüzünden, İzmir’in gelecekteki su ihtiyacı için yaklaşık 200 bin kişinin içme ve kullanma suyunu sağlayacak Çamlı Barajı projesine izin verilmiyor."

ARİF ALİ CANGI.jpg
Av. Arif Ali Cangı

 

Bir şirketin altın madeni işletmesi için Türkiye’nin 3.büyük kentine başka bir havzadan su taşındığını söyleyen Cangı, "İzmir temiz suya muhtaç hale getiriliyor" diye ifade ediyor:

"Söz konusu havza, İzmir’in temiz kalmış tek yüzeysel su kaynağı. Burası dışında elde edilen yer altı suları arsenik açısından zengin ve çok büyük miktarlarda paralar harcanarak arsenik arıtma tesisi kuruldu. İzmir’in eksik kalan su ihtiyacı şimdilik Gördes barajından sağlanmaya çalışılıyor. Bu arada Gördes barajı tabanı su kaçırdığı için bunda da aksamalar yaşanıyor, diğer yandan bölge de nikel madeni kirliliği tehdidi altında."

İzmir ve bölgenin çevre sorunları denilince ilk akla gelen yerlerden birisinin de Aliağa olduğunu söyleyen Cangı, İzmir’in ekoloji gündeminde Aliağa’nın önemli bir yer kapladığını ifade ediyor:

"Aliağa deyince söyleyecek çok şey var; Petrokimya tesislerine, demirçelik fabrikalarına, gemi söküm tesislerine, termik santrallere ve diğer kirletici endüstriye terk edilmiş bir yerden bahsediyoruz. Tek başına termik santraller konusu bile bölgenin ekolojik yaşamının korunmasının hiç önemsenmediğini gösteriyor.  Aliağa ve Termik Santral, yıllar önce yaşanan çevre hareketini akla getiriyor. Aliağa’da Termik Santral macerası 30 yıl önce başladı, İzmirliler Konak’tan Aliağa’ya kadar elele oluşturdukları insan zinciriyle bu belayı defetmişlerdi. Bu hareket yargı kararları ile tamamlanan süreç sonunda, bir yandan termik santrali önlemiş diğer yandan Türkiye Çevre Hareketi için güzel bir miras bırakmıştı. Yıllar sonra Aliağa’da yeniden termik santral gündeme geldi ve şu anda yasal olarak verilmiş gayri sıhhi müessese izni olmadan çalışan bir termik santral var. Aliağa, kapasitesinin çok üzerinde olan kirlilikle boğuşuyor, bu kirlilik sadece Aliağa'yı, Foça'yı, Menemen ovasını değil İzmir kentini ve bölgeyi doğrudan etkiliyor. Diğer yandan küresel iklim krizine de çok büyük olumsuz etkileri var. Dolayısıyla bir an önce önlem alınması gerekiyor. Öncelikle; bölgede yeni hiçbir tesise izin verilmemeli, var olanların açısından ise vazgeçilemeyecek olanlar haricindeki tesisler derhal kapatılmalı, kalan tesislerin ise kirliliğe yol açmayacak şekilde her türlü önlemi alması sağlanmalı. Bütün bunların uzmanlardan ve bağımsız katılımcılardan oluşacak çalışma grupları ile tespit ve değerlendirmeleri yapılmalı. Bu konuda daha fazla gecikildiği takdirde, kitlesel ölümler ve bölgemizin yaşanmaz hale gelme riski mevcut."

İzmir’in ekolojik gündemi ve sorunlarını ele alırken, soruna daha geniş pencereden bakmakta yarar olduğunu söyleyen Cangı, genel olarak çevre kirliliğinin ve ekolojik bozulmanın temel sebebinin sistemsel olduğunu ifade ediyor:

 "Bugün artık insan emeğinin yanı sıra doğal varlıklar da sömürüden nasibini alıyor. Kapitalizmin sürekli büyüme ve kalkınma anlayışı, bunu hedefleyen endüstrileşmenin geldiği aşamada, yenilenemeyen doğal varlıklar hızla tükeniyor; oluşan atıklar çevrenin taşıma kapasitesinin çok üzerinde kirlilik oluşturuyor. Nükleer ve tehlikeli atıklar, yaşanabilir bir gelecek vaat etmiyor ve aynı zamanda hastalıkların ve ölümün habercisi durumunda. Doğal varlıkların ölçüsüz tüketilmesi, yaşam alanlarının geri dönüşsüz kirletilmesi, fosil yakıt endüstrisi sonucu oluşan küresel iklim değişikliği ile ekolojik yıkımın eşiğine gelindiğini gösteriyor. Çevre sorunlarının ilk farkına varıldığı dönemde koruma kavramı olarak kabul edilen ‘sürdürülebilir kalkınma’ bugün kirletmenin ve yok etmenin kılıfı halini almış durumda.

Türkiye’de de bu politikaların en vahşisi uygulanıyor. Tam bir kuralsızlık hali söz konusu. Hükümetin aldığı günübirlik kararlarla şu ana kadar kazanılmış çevre hukuku kuralları yerle bir ediliyor. Türkiye, bugün karbon salınımını en çok artıran ülkelerden birisi, Avrupa ülkelerinin artık vazgeçtiği, çok enerji tüketen kirli teknoloji yatırımlarının cenneti haline getirilmiş durumda. Yanlış politikalar ve yaşanan iklim krizi neticesinde; tarım ve hayvancılığın geçimlik iş olmaktan çıkması ve ortaya çıkan işsizlik ve yoksulluk yüzünden Türkiye insanı, madencilik ve diğer kirli işlerde karın tokluğuna çalışmaya mahkûm ediliyor.   Kirlilik yaratan işletmelerin yoksul halkın geçim kapısı haline gelmesi, bunlara karşı toplumsal tepkiyi zayıflatıyor.  Bunun sonucu tam bir denetimsizlik hali yaşanıyor; hava, su, toprak kısaca yaşam varlıkları yok oluyor, kirleniyor." 

Coranavirüs’ün yaşamı teslim aldığını söyleyen Cangı, çok kalkınmış, ağır silahlara sahip, çok zengin olan, güçlü iktidarlarla yönetilen ülkeler de dahil olmak üzere tüm dünyanın virüs karşısında aciz kaldığını ifade ediyor,

"Bunun bir anlamı olmalı, bu dünyada sadece biz yaşamıyoruz, doğanın hâkimi ve sahibi bizler değiliz. Benzer pandemilerin yaşanmaması, yaşamın sağlıklı şekilde sürdürülebilmesi için atılacak her adımda yaşam alanlarının ve varlıklarının korunması esas alınmalıdır. Bunun yolu da doğayla uyumlu bir ekonomi ve doğayla uyumlu bir toplumsal hayat oluşturmaktan, kısacası yaşamın bütününü ekolojik hale getirmekten geçiyor.

Bu arada hukuk da kendisini dönüştürmek zorundadır. Ekolojiyi koruyacağını sandığımız hukuk artık güvence sağlayamıyor. O zaman yeni dönemde hukukçuların gündemi de hukuk kuralları ve uygulamalarının doğayla uyumlu, ekolojik hale getirilmesi, hukukun ekolojisinin oluşturulması olmalı."

Mücadele açısından ekolojinin ve kent yaşamının korunmasının, yaşamın savunulmasının kısa erimli olamayacağını kabul etmek gerektiğini söyleyen Cangı, sözlerine şöyle devam ediyor,

"Sorunlar devam ettiği sürece çözüm için, yeni sorunların yaşanmaması için herkes bulunduğu yerden gücü yettiği ölçüde mücadelesini sürdürmelidir. Sonucunda beklenilen kazanım elde edilemese bile asıl kazanımın mücadelenin sürdürülüyor olduğu kabul edilmelidir. Çünkü savunulan sadece bu kuşağın değil, gelecek kuşakların da yaşama hakkıdır; mücadele de kuşaktan kuşağa aktarılacaktır.

Çevre kirliliğinin ve ekolojik bozulmanın temel sebebinin sistemsel olduğunu da bir kez daha vurgulamak gerekiyor. Mutlaka yeni bir bakış açısına, yeni politikalara, yeni bir yaşam biçimini planlamaya ihtiyacımız vardır.  İzmir'in, Ege Bölgesi'nin sorunlarının çözümü İzmirlilerin duyarlılığı ile sağlanabilecektir.  Sorunların çözümü, yerel yönetimin koordinasyonunda, yurttaşın karar süreçlerine katılması, bilimsellikten ödün vermeden önceliği yaşamın korunması olan önlemler, kararlar ve planlarla mümkün olabilir. Şu anki haliyle merkezi hükümete, "gölge etme başka ihsan istemez" demekten başka yol gözükmüyor. Yaşamın korunduğu, doğayla uyumlu sağlıklı kentler, sağlıklı yeryüzü, sağlıklı bir gelecek umuduyla.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU