Edebiyattan sinemaya: Deneyime karşı anılar bilmecesi; Pi’nin Yaşamı

Mehmet Erduğan Independent Türkçe için yazdı

Yahudi asıllı ve Nobel Ekonomi ödüllü bir psikolog olan Daniel Kahneman'ın da bir konuşmasında değindiği üzere; günümüzde herkes inanç ve huzurdan bahsediyor.

Herkes çeşitli yöntem ve tavsiyelerle insanların daha anlamlı yaşamaları için çabalıyor.

Ama bu kadar emek yoğunluğuna rağmen tam anlamıyla istediğimiz maneviyata ulaşabilmeyi yine de başaramıyoruz.

Ne kadar istesek de bu hayatı daha anlamlı, coşkulu, huzurlu ve mutlu yaşama seviyesine tam manasıyla erişemiyoruz.

"Yaşam ayrıntılarda gizlidir" diyerek hayatta gözden kaçanları yakalayamıyoruz.

Oysa bir Bilge Adam'ın söylediği gibi; bazı anlar vardır ki ilk secdedir onu kıymetli kılan, bazı insanlar vardır ki ilk buluşmadır kişiyi bambaşka bir noktaya taşıyan, bazı yerler vardır ki ilk duadır onu eşsiz kılan.

Yeniden doğuştur o an, yeniden âşık olunandır o insan, yeniden varıştır o mekân…


Deneyime karşı anılar bilmecesi; Pi'nin Yaşamı

Yönetmen: Ang Lee / Oyuncular: Suraj Sharma, Irrfan Khan, Ayush Tandon, Gautam Belur, Adil Hussain, Tabu, Ayaan Khan, Mohd. Abbas Khaleeli, Vibish Sivakumar, Rafe Spall, Gérard Depardieu, James Saito, Jun Naito, Andrea Di Stefano, Shravanthi Sainath, Elie Alouf, Padmini Ramachandran, T. M. Karthik Srinivasan, Amarendran Ramanan, Hari Mina Bala, Edison Wang, I-Chen Ko, Jag Huang, Ravi Natesan, Adyant Balaji, Chirag Agarwal, Ahan André Kamath, Om Kamath, Srilekh Katta, Swati Van Rijswijk, M. Keerthana, Indumohan Poornima, Josephine Nithya B., Samyuktha S., A. Deiva Sundari, G. Vasantakumary, A. Vithya, Mythili Prakash, Raj Patel, Hadiqa Hamid, Iswar Srikumar, Navi Dhanoa / Süre: 127 dakika
 


Bir yazar veya yönetmen çok sevilen bir kitabın film uyarlamasını duyurduğunda, ortaya çıkacak şey okurken edindiğim kendi tasvirlerimle ters düşerse diye bir okur olarak her zaman endişe duyarım.

Uyarlama sırasında metin iyi tasvir edilmezse film tüm hikâyeyi saniyeler içinde parçalayabilir ve okuruna büyük bir hayal kırıklığı yaşatabilir.
 


Bu yüzden Ang Lee, Yann Martel'in Pi'nin Yaşamı (Life of Pi) adlı romanını bir filme uyarlayacağını duyurduğunda okur topluluğunda ve edebiyat dünyasında böylesi bir endişeye sebep olmuştu ama elbette nihayetinde Lee bu filmle romanın etkisini pekiştirecek iyi bir iş çıkardı.
 


Lee, zamanında kendisine sunulan en son teknolojik gelişmeler ve bilgisayar grafikleriyle filmi görsel olarak çarpıcı bir hale getirmeyi başardı.

Oluşturduğu imgelerle kitaptaki olayları betimlemesi, en sadık okurun bile büyülenmesini sağlayacak şekilde her karede kusursuz bir şekilde izleyenleri etkileyecek düzeydeydi.
 


Dolayısıyla filmin arka planındaki teknik detayların sağladığı sinematografik başarı bu güzelliğe de büyük ölçüde katkı sağladı.

Bu yüzden hem kitabın hem de filmin kendi çağımızın zamansız başyapıtlarından biri olduğunu düşünüyorum; kitap derinlikli anlatımıyla birçok duyguyu araştırıp hayal gücümüze dokunurken, kitabın aksine daha çok Pi'nin okyanustaki yolculuğuna odaklanan film bunu görsel ve işitsel olarak duyularımızla tecrübe ettiğimiz bir şaheser ortaya koydu.
 


Kitap, anlatıcının Pi ile nasıl iletişime geçtiğine yönelik bir anekdot ile başlarken film bunun yerine, eleştirmenlerce Hindistan'ın en iyi oyuncularından biri olarak kabul edilen ve geçen nisan ayında gördüğü kanser tedavisine yenik düşerek hayata veda eden Irrfan Khan'ın hayat verdiği Pi ile röportaj yapılırken başlıyor ve hikâye bu röportaj aracılığıyla seyirciye aktarılıyor.


Buluşma

Yayımlanmasıyla birlikte çok ses getirecek bu kitabına dair henüz aklında hiçbir şey yokken, 1996 yılında yazdığı ikinci romanı Roma ile beklediği satış rakamlarına ulaşamayınca hızla ve sessizce gözden kaybolduktan sonra yazma üzerine hayal gücünü, kaba gerçeğin sunağında kurban ederek değersiz düşler görmeye başlamış ve en sonunda hiçbir şeye inanmayarak tüm ilhamını kaybetmiş ümitsiz bir yazar olan Yann Martel, Hindistan'ın Fransız bölgesinde hikâyesini aramaya karar veren bir Kanadalıdır.
 


Bir yük gemisinin, ailesiyle birlikte Pasifik Okyanusu'nda trajik bir şekilde batmasına rağmen umudunu hiçbir zaman yitirmeyen Piscine Moliter "Pi" Patel ise Kanada'nın Fransız bölgesinde yaşayan ve anlatacak inanılmaz bir hikâyesi olan bir Hintlidir.

İkisi de acı dolu bir duygusal açlığın içinde birbirlerinden habersiz kendi yaşamlarını farklı yerlerde ve farklı biçimlerde sürdürürken, ilahi güç bu iki insanın bir araya gelmesini sağlar.
 


Böylece biri ölüm-kalım savaşı verdiği yaşam mücadelesini diğerine anlatarak yaşadıklarının bir anlamı olduğunu perçinlerken diğeri de gerçeğin seçici bir dönüşümüyle kendisine anlatılanlarla okuyucusunu belki de hayatının yolculuğuna çıkaracak harikulade bir hikâyeyi yazmaya başlar.

Yann Martel'in okurunu hem memnun eden hem de şaşkına çeviren bir hayal gücüyle kaleme alarak 2001 yılında yazdığı ve ertesi yıl Man Booker Ödülü'nü kazandığı, Türkçe basımının ise İnkılap Kitabevi tarafından yayımlandığı Pi'nin Yaşamı romanından David Magee tarafından senaryosu yazılan ve aynı isimle Ang Lee'nin yönetmenliğinde sinemaya kazandırılan bu görkemli film kuşkusuz edebiyattan sinemaya uyarlanan hikâyelerin en güzel örneklerinden biri olmuştur.
 


Üstelik çeşitli festivallerdeki yüzden fazla ödül adaylığında "En İyi Yönetmen", "En İyi Görüntü Yönetmeni", "En İyi Görüntü Efekti", "En İyi Orijinal Müzik" dallarındaki Oscar ödülleri de dâhil yetmişten fazla ödülle taçlandırılmıştır.


Arayış

Yann Martel romanına Pi'nin çocukluğuna bir geri dönüşle başlıyor ve babasının Pi'ye hayvanlar hakkında öğrettiği dersleri ayrıntılı olarak anlatıyor; bunu ailesinin durumunu, neden Kanada'ya taşınmak zorunda kaldıklarını ve Pi'nin hayata dair benzersiz görüşlerini açıklamak için kullanıyor.

Dünyaya bakış açınızı değiştirecek bir etkiye sahip bu hikâyenin başkahramanı Piscine Molitor'un ailesi Hindistan'ın bir zamanlar Fransa sömürgesinde kalmış bölgesi Pondicherry'de bir hayvanat bahçesi sahibidir.
 


Haliyle, Pi de aslanından şempanzesine, ibibiklerden papağanına, susamurundan bizonuna, orangutanından tavus kuşuna, saksağanından kurbağasına, pembe flamingolardan siyah kuğulara, deve kuşlarından gümüş elmas kumrulara, parlak başlı sığırcıklara, şeftali yüzlü muhabbet kuşlarına, fillerden foklara, kaplandan ayılara, geyiklere, tapirlere, lamalara, zürafalara varan bin bir çeşit yabanıl hayvan koleksiyonuyla yeryüzündeki cennet misali bir hayvanat bahçesinde doğmuş ve burada adeta prens çocuklarının bile sahip olamayacağı bir zenginlikte büyümüştür.
 


Pi anlattığı hikayesinde, hayvanat bahçesindeki zamanlarının dışında, üç farklı dini nasıl tanıdığını ve bu dinlere dahil olmanın hayata bakışını nasıl etkilediğine de değiniyor.

Kitapta Pi'nin tüm dinlere olan hayranlığı ve saygısı en başından okurun belleğine işleniyor; Pi'nin Hinduizm'e olan doğal sevgisi annesinden gelirken, kiliseleri ve Katolikliği de merak eder ve memleketi Pondicherry'de bir fırıncı vesilesiyle de İslam'ı anlamaya çalışır.
 


"Dikkatli olmazsanız her hayvan tehlikelidir" diyerek Pi'ye sık sık hayvanlarla ilgili ders veren, kendisinin Yeni Hindistan'ın bir parçası olduğunu düşünen ve bir bilim insanı olarak daima rasyonalizmden yana olan babası, benzer şekilde kendini geliştirmiş fakat sonrasında dinin geçmişi ile arasındaki tek bağ olduğuna karar vermiş annesi ve hem eğitimi hem de ilgi alanlarıyla tamamen seküler bir yaşam tarzı olan abisinin aksine Pi, hayatın anlamını keşfetme yolunda ailesinden ayrı düşerek ruhsal yolculuğunda dini anlamaya çalışmak her zaman onun önceliği olur.
 


Üstelik bu arayış içinde kendini eş zamanlı olarak Hinduizm, Hristiyanlık ve İslam ile iç içe bulur.

"Her şeye aynı anda inanmak demek, aslında hiçbir şeye inanmamaktır" felsefesine inat Pi, inancın birbirinden farklı odalarında yürümektedir.

Fakat imam, rahip ve panditin dar bakışlı öğretileriyle Tanrı'yı sevme yolunda bir türlü istediğini bulamaz.

Hatta bu dünya hayatında kendi irademiz dışında, önceden ve değişmeyecek biçimde yaşamlarımıza ezeli takdiri doğrultusunda hâkim olan ve onu yönlendiren bir Tanrı'nın varlığını hissetmek için teolojik deliller üzerine akıl yürütecek kadar donanımlı olmamız gerekmediğini düşünür.
 


Elbette bu deliller onun için önemsiz değildir ama Pi, sıradan ve aciz bir insanın gündelik yaşamda gezegenimizi süsleyen yüce gönüllü ve türlü türlü yaşam ifadelerini gözlemleyerek Allah'ın varlığını ve ebedi gücünü hissetmenin de mümkün olacağına inanır.

Kur-an'da geçen "Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün artarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır" (Al İmran Suresi: 190) ayet-i kerimesi de zaten düşünen insanlar için bundan söz etmemiş midir?

Hiçbirimiz biri bizi gerçek anlamda tanıştırıncaya kadar Tanrı'nın kim olduğunu bilemeyiz.

Bu yüzden Pi'nin bir başına hele de kendi dininde var olan otuz üç milyon Tanrı karşısında kendini suçlu hissetmeksizin tek Tanrı'ya ulaşma çabasında onu Allah'ın varlığına inandıracak bir şeye ihtiyacı vardır.

Şüphesiz ki hikâyenin seyrinde hayatı Pi'ye daha anlamlı kılan da Allah'ın istek ve emirleridir.
 


Olağanüstü bir yolculuk

Yıllar içinde Pi böylesi karmaşık bir ruh hali ve hissiyatlar içinde bir ergen olduğu vakit ailesi çocuklarına daha iyi ve mutlu bir gelecek kurmak için hayvanat bahçesini kapatıp, hayvanları satmak üzere bir Japon yük gemisiyle Kanada'ya gitmeye karar verir.

Ancak Pasifik'in ortasında bir gece korkunç bir fırtınaya yakalanırlar.
 


Pi, geminin trajik bir şekilde batması sonucu ailesini kaybettiği bu kazada büyük bir mücadele sonunda kendini bacağı kırık bir zebra, yırtıcı bir sırtlan, bir orangutan ve Richard Parker adında bir Bengal kaplanı ile aynı filikada bulur.

Böylece Pi için Pasifik Okyanusu'nun ortasında 227 gün süren gerek fiziksel gerek zihinsel olarak gerçek bir manevi yolculuk başlar.

Bu olağanüstü yolculuğun henüz başlarında gözü dönmüş sırtlan zebraya saldırır ve hayvanı acı içinde lime lime eder.
 


İçlerindeki en hassas hayvan olan orangutan sırtlanı bu vahşetinden dolayı cezalandırmak ister fakat bu sırada sırtlan onun boşluğundan yararlanarak hamlesini yapar onu da etkisiz hale getirir.

Ve besin zincirinin en tepesindeki hayvan olan kaplan Richard Parker nihayet sessizliğini bozarak sırtlanı öldürür ve böylece her birinin kendinden önce geleni yediği ve kendinden sonra gelenin avı olduğu besin döngüsü tamamlanmış olur.
 


Bu saatten itibaren filikada Richard Parker ile baş başa kalan Pi, kendini korumaya alarak filikanın dışında kendisi için bir sal yapar ve korkuları ve kendi nefsiyle de yüzleşerek kaplanı uzaktan uzağa seyrederek bu yolculuk boyunca onu ehlileştirmeye çalışır.

Kitapta detaylı bir şekilde anlatılan ancak filmde eksik olan en güzel detaylardan biri de Pi'nin ailesiyle birlikte Hindistan'da işlettiği hayvanat bahçesinde öğrendiği tekniklerle Richard Parker üzerinde ustalıklı bir şekilde hakimiyet kurma sürecidir.
 


Bu olay, Pi'nin hızlı düşünme yeteneğini ve büyük ölçüde cesaretini göstermektedir.

Filmde de Pi mevcut duruma kolayca ve hızlı bir şekilde adapte olur ve ayrıca inanç, umut ve sebat gösterir.

Ancak kitaptaki pek çok detayları atlayarak kitabın başardığı karakter gelişimini zayıflatmışsa da bir filmde yönetmenin sınırlı bir süre içinde hikayesini tamamlaması gerektiği ve dolayısıyla çoğu zaman tüm temaları keşfetme lüksüne sahip olmadığı göz önüne alındığında bu eksiklik nihayetinde elbette tolere edilebilir bir düzeydedir.
 


Romanın büyük bir kısmı, Pi'nin fırtınalara, erzak eksikliğine ve hayatını doğrudan tehdit eden bir kaplana rağmen hayatta kalmayı öğrenmesini gerektiren bir okyanus yolculuğunda geçer.

Devasa bir kaplanla okyanusun ortasında tek başına kalan ve yaşadığı olayların travmasıyla dehşete düşen Pi, hayatını tehdit eden birçok durumla karşı karşıya kalır: Fırtınalardan erzak kıtlığına, dört bir tarafı sularla çevrili olmasına karşın içme suyunun olmayışına, denizdeki köpek balıklarına varıncaya kadar etrafı bitmeyen sorunlarla çevrilidir.
 


Okyanusun sert ortamı, Pi'yi yolculuğunun başından sonuna kadar büyük sıkıntılara sokar ancak en zor anlarında Pi'nin kararlılık ve yaşama isteği içindeki inanç ve güç ile parlayarak ortaya çıkar.

Pi'nin hem doğaya hem de kendi benliğine karşı verdiği bu mücadele onun kendini keşfetme yolculuğunun tetikleyicileri olur.

"Allah'ım rahmetini umarak, azabından korkarak kendimi sana teslim ediyorum. Yüzümü sana çevirdim, işimi sana ısmarladım, sırtımı sana dayadım. Ne olacağını bilmek istiyorum" diyerek Tanrı ile sohbet etmeye başlayan Pi'nin inancında da belirgin bir şekilde değişimler başlar.
 


Tanrı'ya inancın akılcı ve akıldışı, böylesi bir inancın ihtiyaç olup olmadığı gibi din felsefesine dair etkileyici alt metinlerinin yanı sıra görsel şöleniyle, mistisizmin doruklarına çıkaran müzikleriyle dopdolu bir seyir yaşatarak filikanın Meksika sahiline vurması ve Richard Parker'in arkasına bakmaksızın Pi'yi oracıkta terk etmesi ve Pi'nin kendini gözyaşları içinde Benito Juárez Reviri'nde bulmasıyla hikâyenin sona erdiğini düşünebilirsiniz.
 


Ya da revirde iki Japon ekspertizin kazanın nasıl olduğuna dair yaptığı sorgulamalar sonucu Pi'nin onlara ilk anlattığı naif hikâyedeki hayvanların yerine insanları koyarak anlatmak zorunda kaldığı diğer vahşi hikâyesiyle olanları sil baştan yeniden düşünmeye başlayabilirsiniz.
 


"Deneyim ve anılar" ya da "hayaller ve gerçekler"

Elbette Pi'nin Yaşamı bir kurgusal romandır, ancak Yann Martel, Pi'nin hikayesini o kadar gerçekçi bir anlayışla anlatır ki bunun yaşanmış bir olaydan aktarılmış olduğunu düşünmek işten değil.

Bittiğinde adeta insanı koltuğuna mıhlayan filmde Pi'nin gerçeğin özünü ortaya çıkartmak için çarpıtarak anlattığı hikâye ile birlikte Daniel Kahneman'ın "Deneyime Karşı Anılar Bilmecesi" tezini hatırlamamak mümkün değil.
 

Hayatlarımız mutlu yaşamak ile yaşamımızdan mutluluk duymak veya yaşantımızda mutlu olmak arasında gidip gelirken deneyim ve anılar arasındaki karmaşaların tuzaklarına düşmemek söz konusu olabilir mi?

Bir sanrıya odaklanmış ama ne yazık ki kendini iyi hissetme halini etkileyen durumlardan hiçbiri yaşanan deneyimin öneminden ayrı düşünülebilir mi?

Doğruya ulaşmak her zaman o kadar da kolay olmuyor elbette.

Seyircinin an be an gözlemleyerek; içinde kimi zaman kaybolduğu, kimi zaman kendini bulduğu Pi'nin hikâyesinde aslında olaylar görsel olarak aktarıldığı gibi olmamıştır.
 


Berbat olan şey bu deneyimin anılarıdır. Aslında Pi anlattığı ikinci hikâyedeki deneyimi yaşamıştır.

Ama bunun hiçbir önemi yoktur. Çünkü geride sadece bir hatıra kalmıştır; elinde kalan ve saklayacağı tek şey bu hatıradır ki o da belli ki berbat olmuştur.

Yazar kitapta; "Hayatta çok acı çektiyseniz, her ilave acı hem dayanılmaz hem de önemsizdir" diyor.
 


İşte bu noktada tam olarak şundan söz etmeliyiz: Bir tanesi; mevcut zamanda yaşayan ve o zamanı bilen, aynı zamanda geçmişi de tekrar yaşayabilen ama aslında sadece mevcut zamana hâkim deneyimleyen benliğimiz.

Diğeri ise yaşam muhasebesini yapan ve deneyimlerimizin hikâyesini tutan anımsayan benliğimiz.

Anımsayan benlik bir masalcıdır; anılarımıza karşılık gelen tepkilerle ve aniden başlar.

Bu yüzden sadece hikâye anlatıyor olmak için hikâye anlatmayız. Anılarımız bize hikâye anlattırır.
 


Deneyimlerimizden bize arta kalan şey hikâyelerdir ve hikâyenin en kritik noktası da nasıl bittiğidir.

Sonlar çok ama çok önemlidir. Ve bu örnekte son tüm hikâyeye hâkim olmaktadır.

Pi'nin elinde biri ilham verici diğeri isyan ettirici iki hikâyesi vardır. İkisi de kendisinden istenilen şeyi açıklığa kavuşturmamaktadır.

Bu noktada kitap ve film arasındaki en önemli nokta romanın sonunun açık olmasıdır. Pi'nin yaşadığı olayı iki farklı şekilde anlatması sonrasında okuyucu kendisine en uygun olanı seçmekte özgürdür.
 


Bu durumda hangi hikâyeye kendinizi yakın bulduğunuza bağlı olarak inandığınız şey ile de yüzleşmeniz gerekecektir.

Ve yine anılara, deneyimlere verdiğimiz kıyasla neden daha fazla değer verdiğimiz de bir anlam ifade edecektir.

İzlediğimiz veya dinlediğimiz hikâyelerden hangisi gerçek olursa olsun kabul etmemiz gereken bir gerçek vardır ki o da bir çocuğun 227 gün boyunca bir filikada, okyanusun ortasında tüm tehlikelere karşı verdiği yaşam mücadelesinden mucizevi bir şekilde kurtularak normal yaşantısına devam edebilmiş olmasıdır.

Belki bu da deneyime karşı anılar bilmecesinin bir cevabıdır.
 


Özetle; Pi'nin Yaşamı, en zor zamanların üstesinden gelmek için "inanmanın" önemiyle ilgili harika bir ders veriyor.

Eğer hala okumadıysanız Yann Martel'in bu romanını okumanızı, eğer seyretmediyseniz Ang Lee'nin bu filmini seyretmenizi tavsiye ederim.

Romandaki bir karakterin de belirttiği gibi; bu hikâye sizi Tanrı'ya inanmanızı sağlayacak türden bir masal.

Dindar biri olmasanız bile bu eser temasını okuruna ve izleyicisine aktarma konusunda olağanüstü bir iş çıkarıyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU