Dava ve bahane olarak Filistin

Hata yapmanın kaçınılmazlığı bazen doğruya giden yolun başlangıcıdır

Muammer Kaddafi, 1 Eylül 1969'da Kral es-Senusi yönetimine karşı düzenlediği darbenin ardından yaptığı konuşma esnasında / Fotoğraf: AFP

Beyaz Saray'da dün, İsrail ile BAE ve Bahreyn arasında ilişkilerin normalleşmesi için "tarihi barış anlaşması" imzalandı.

Elbette, belirli hedefleri olan ve bilindik Arap olmayan başkentlerin ajandalarına hizmet eden Arap televizyon kanalları, ortalığı velveleye verdiler.

72 yıldır var olmasına rağmen Ortadoğu'da İsrail adında bir devletin varlığını reddeden Arap örgüt ve hiziplerin (karşı çıkma ekseni) sözlüğünü kullanarak dünkü olaylara kötü adlar ve etiketler verdiler.

Gerçekten de geçmiş ile bugün arasında ne kadar fark var.

Gençlik yıllarımın başında, 1967 yılının sonlarında Bingazi'ye gittiğimde, Körfez'den okyanusa Arap dünyasının neredeyse tamamı aynı yılın haziran ayında yaşanan Arap-İsrail Savaşı'nda alınan yenilginin yasını tutuyordu ve "hüzünlerin sonu" olması dileğiyle kendisini teselli ediyordu.

Doğrusu, bu teselli ve temenni beni her zaman şaşırtmıştır. Yas ve taziye meclislerinde insanlar, sevdiklerini kaybedenlere bunu her söylediklerinde kendi kendime sorarım:

Hüzünlerin sonu var mıdır?

Yanıt şaşırtıcı değildir: Elbette hayır.

Çünkü bizzat yaşamın yasaları, insanlara, bu dünyada sevincin kıyıları ile üzüntü bulutları arasında gidip gelmeye devam etmelerini empoze eder.

Acı, hüznün bıraktığı tat olmasa insan, sabahın aydınlığının gecenin karanlığını silmesi ve koyu karanlıktan sonra ışığın görünmesi gibi daha sonra ortaya çıkan ve acının tadını silen sevincin o güzel tadını alamazdı.

Her savaştan sonra gelen barışın da böyle olması gerekmiyor mu?

Evet, öyle.

Barışın uzun zamandır çekilen acıyı sona erdirip insanlara refah ve güvenlik, yıkımdan sonra yeniden imar ve kalkınma getirmesi umulur.

Peki, dün imzalanan anlaşma ışığında bu gerçekleşecek mi?

Cevap hiçbir şekilde tartışılamaz.

Siyasi eylemlerinde bilimsel yaklaşımı benimseyen herkes işlerin, efsanevi sihirli yüzükten istenen dilek ve temennilere göre yürümediğini bilir.

Sonuçlar gözle görülür ve meyvesi elle tutulur hale gelene kadar beklenmelidir.

Dün yaşanan hadisenin davası ve halkıyla Filistin'in lehine sonuçları olması külliyen İsrail'in bir insan olarak Filistin vatandaşına yönelik davranışlarına bağlıdır.

Bu, davası ve halkıyla Filistin'e hizmet etmek ile onu bahane olarak kullanmak arasındaki farkı açıklığa kavuşturacaktır.

Bingazi'de başlayan gazetecilik kariyerimin en başından itibaren Filistin'in bir bahane ve gerekçe olarak nasıl kullanıldığını bizzat deneyimledim.

Olayları takip eden herkesin bildiği gibi, Muammer Kaddafi, 1 Eylül 1969'da Kral es-Senusi yönetimine karşı darbe yaptığında 1967 yenilgisi ve Filistin'in kurtarılması askeri darbenin gerekçe listesinin en başında yer almışlardı.

Şimdi de olaylar bandını 15 yıl geriye saralım bu kez, Arap Ordularının 1948'de Filistin'de uğradıkları hezimetin, Mısır'da 23 Temmuz 1952'de yaşananların, Mısır Ordusu'ndan subayların Kral Faruk yönetimini devirip yönetime el koyma gerekçelerinin başında geldiğini görürüz.

Dolayısıyla, Suriye'den Irak'a, Mısır ve Libya'ya Arap dünyasında düzenlenen her darbenin ya da amaçlarının sadece eski darbecilerin gidişatını düzeltmek olduğunu iddia eden yeni darbecilerin kalkıştıkları her silahlı hareketin gerekçeler listesi dikkatlice incelendiğinde, Filistin trajedisinin listenin başında yer aldığı görülür.

Bu durumda, söz konusu darbelere şahit olan ülkelerin halklarının haklarına yönelik her ihlali haklı çıkarmak için Filistin davasının en güçlü gerekçe olduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, bu sadece bir varsayım değil mevcut bir gerçekliktir.

Darbeden sonra Muammer Kaddafi, halkın karşısına ilk kez çıkacağı günün tarihi olarak, İtalyan işgaline karşı direnişe liderlik eden ve Libyalı şehitlerin piri olan Ömer Muhtar'ın şehadetinin (16 Eylül 1931) yıl dönümünü seçmişti.

O dönemde "el-Hakika" gazetesi için çalıştığımdan olayları yakından takip etmek için sahadaydım.

Peki, Kaddafi'nin konuşmasında, Filistin'in kurtarılmasının devrimin hedeflerinin başında yer aldığını vurgulaması beni şaşırtmış mıydı?  

Elbette, hayır. Aksine bunu bekledim, temenni ettim ve dillendirildiğinde de sevindim. Coşkuya kapılıp çevremdeki herkes gibi alkışlamaya ve tezahürat yapmaya başladım.

Daha sonra, aşırı saflık olarak değerlendirilebilecek bu olay için kınanmalı mıyım?

Yine hayır. İnsan yaşamadan öğrenemez.

Hata yapmanın kaçınılmazlığı bazen doğruya giden yolun başlangıcıdır.

Pratikle birlikte olayları yaşamak, birkaç yıl içinde, Muammer Kaddafi'nin subay yoldaşlarının çoğunun, aşırı kendini kutsama bencilliğinin kurbanı olmaktan kurtulamadıklarını ispatlayacaktı.

Ne var ki bu konu, bu köşede sahip olduğumuzdan daha geniş yer gerektirdiği için detaylara girmeyeceğiz.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU