Cezayirli Hristiyanlar: Rejimi rahatsız eden siyasi bir kartopu

Cezayir’in Fransız sömürüsüne maruz kaldığı zamanlarda halktan halka ya da elitlerden elitlere verilen değer yargıları, İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik inançlarıyla ilgili değildi

Cezayir, Annaba şehrindeki St Augustine Bazilikası’na en büyük isimlerinden birini verdi / Fotoğraf: Reuters

Son günlerde Hristiyanlara ait bazı ibadet yerlerinin Cezayir rejimi tarafından kapatılması “dini inanç özgürlüğü” hususunda bazı sorular gündeme getirdi. Aynı şekilde “Cezayirlilerin köklü tarihleriyle ilişkisi” hakkında çeşitli sorular da kamuoyunun dilinde dönerken, “Cezayir’deki eğitimin, yeni nesle insan haklarına saygı duyulmasını öğretme başarısızlığına” dair birçok soru işareti ortaya çıktı.

Ülkede Cezayir’in tamamen İslam toplumundan doğduğu ve bu ülkede Hristiyanlık ya da Musevilik gibi dinlere inananların olmadığı inancı hakimken, basit Cezayir kültürü de tarih, bilgi ve dini kaos ile şekillenmiş olabilir.

Dünyaya en önemli Hristiyanlardan birini veren Cezayir değil mi? Kastettiğim kişi, Cezayir’in doğusundaki Suk Ahras (eski adı Thagaste) şehrinin oğlu Saint Augustinus (354-430). Kendisi, birçok kilise kavramını geliştiren ve Augustinus akımı olarak da bilinen yeni bir Hristiyan düşüncesi oluşturan yazar, filozof ve din adamı. Felsefe, ideoloji ve edebiyatı bir araya harmanlayan kitapları hala büyük bir hayranlıkla ve nadir bir entelektüel iştahla okunuyor.  En önemli iki kitabı “İtiraflar” ve “Tanrı’nın Şehri”. Bu kitaplarda felsefik bir teslis inancına dayanan “adalet” ve “ego” kavramlarının gelişimi ortaya koyuluyor: hafıza, zeka, irade. Aziz Augustinus’in cenazesi, hala dünyanın her yerinden birçok Hristiyan için hac yeri olarak kabul edilen Annaba şehrindeki St Augustine Bazilikası’nda bulunuyor.

Hristiyanlığın Donatizm mezhebi kurucusu Donatus Magnus, (270- 355) Cezayir sınırlarında doğmadı mı? Donatizm, o dönemde Kuzey Afrika’daki Berberi halkları arasında yaygındı. Donatus Magnus’un adı ve devrimci fikirleri, özellikle Afrika’daki birçok Hristiyan’ın odağı olmaya devam ediyor. Kendisi Aziz Augustinus’in fikirlerinden de büyük ölçüde yararlandı.

Çağdaş Cezayir edebiyatı da Cezayirli Hristiyanlara yabancı değil. Yetenekli yazar, şair ve gazeteci Jean Amrouche (1906- 1962), 1950’lerde Fransızcayla şiir yazan ana edebiyatçılardan biri olarak kabul ediliyor. Aynı şekilde Kateb Yacine, Muhammed Dib, Asya Cabbar ve Malik Haddad da Hristiyan edebiyatçılar arasında yer alıyor. Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne (FLN) mensup olan Amrouche, kurtuluş devrimi sırasında FLN’ye yakın el-Mucahid dergisinin yayın kurulunda gazeteci olarak görev yaptı. Ramad (Kül), Necm Sırriyye (Gizli Yıldız) ve Emel Vuud (Vadedilmiş Umut) gibi kitaplar yazdı. Jean Amrouche, edebiyat ve sanat camiasında tanınan Cezayirli Hristiyan bir ailenin ferdiydi. Annesi Marguerite-Fatma Ait Mansur Amrouche (1882- 1967), Berberi (Amazig) popüler kültürünü kaybetme korkusunu Fransızca olarak dile getiren bir yazar ve şairdi. Yetenekli oğlu Jean ve kızı yazar, şair ve ses sanatçısı Taos Amrouche (1913- 1976), Marguerite-Fatma’nın bazı kitaplarını büyük ölçüde geliştirdi.

Roman yazarı Mevlud Firavn’ın (1913- 1962) Ed-Durub Saide (Yükselen Yollar) kitabı da “İbn-i Fakir” kitabından sonraki en önemli anlatı metinlerinden biri haline geldi. İbn-i Fakir’de, karakterleri ve anlatımı sayesinde Cezayir toplumundaki Hristiyan unsurlarının doğal mevcudiyetleri ortaya koyuldu. Bu mevcudiyet ise Cezayir topraklarına ait olma hususunda hiçbir şüpheye yer bırakmayan bir varlığı yansıttı.

Ed-Durub Saide romanında ise kiliselerin Cezayir halkının sivil bir dini kurumu olarak bir görüntüsü tasvir edildi. Bu görüntünün ise siyasi ya da ulusal şüpheden uzak olduğu ve kilisenin Cezayir halkının gözünde camiden farklı olmadığı yansıtıldı.

Edebiyat, özellikle de edebi metin Mevlud Firavn değerinde bir yazar tarafından yazılmışsa, toplumu psikolojik, sosyolojik ve ideolojik boyutlarıyla ifade etmek için en doğru araç.

Cezayir’in Fransız sömürüsüne maruz kaldığı zamanlarda halktan halka ya da elitlerden elitlere verilen değer yargıları, İslam, Hristiyanlık ve Yahudilik inançlarıyla ilgili değildi. Bu ya da o kişinin ulusal meselelere ve ardından devrime yönelik inançları bütünüyle farklıydı. Zira Cezayir devriminde bağımsızlıkları için ölen şehitlerin çoğunu da Hristiyanlar ve Yahudiler oluşturuyordu.

Aynı şekilde mevcut Cezayir Anayasası, 36. maddede belirtildiği üzere, inanç özgürlüğünü güvence altına alıyor. Cezayir’in ayrıca, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ile doğrudan ve organik olarak bağlantılı birçok uluslararası anlaşmada da imzası bulunuyor. Ancak ülkede günlük hayatta Hristiyanlık kültürünün kısıtlandığına tanık oluyoruz. Zira kütüphanelerde İncil’in tek bir nüshasını bile bulmak imkansız. Hatta bazı vatandaşlar, İncil sahibi oldukları için gözaltına alındı. Herkes, Cezayir’in batısındaki Tiyaret vilayetinde Habibe Kuvayder’in maruz kaldıklarını hatırlar. Kendisi, Hristiyanlıkla ilgili derslere katılması dolayısıyla ulusal jandarma tarafından tutuklanmış ve Mayıs 2008’de üç yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Ancak bu vatandaşın lehine patlak veren ve anayasa uyarınca güvence altına alınan inanç ve insan hakları özgürlüğü hakkını savunan küresel bir kampanya, hapishaneden çıkmasını sağladı.

Kabiliye bölgesindeki Ortodoks Hristiyan’a ait bazı ibadet yerlerinin kapatılması, gerekçesi ne olursa olsun insan özgürlüğüyle ilgili bazı soru işaretlerine yol açtı. Bu eylem ayrıca, bireysel ve kolektif insan haklarına saygı hususunda da çok az ilerleme kaydedildiğini, yolun ise hala uzun ve zor olduğunu gösterdi.

Tarihini bilmeyen, tüm zaferlerini ve başarısızlıklarını derinlemesine okumayan bir toplumun, kendi içinde kapalı bir toplum olduğuna inanıyorum. Cezayirliler, St Augustine’nin ülkelerinin oğlu olduğunu, yazar ve şair Jean Amrouche’un bu ülkenin oğlu ve el-Mucahid dergisinin bir kalemi olduğunu nadir olarak biliyor. Ancak yeni nesil, tarihlerini derinlemesine bilmedikleri sürece “dini gasp, ideolojik radikalizm ve barış içinde bir arada yaşama felsefesini reddetmenin” kurbanları olmaya devam edecek. 

Aynı şekilde okulların, aydınlanmaya dayalı birer kurum olduğuna inanıyorum. Bu nedenle okulun, çocuklara gençlik çağlarından beri insan haklarına saygı ilkelerini öğretmede merkezi bir rol oynamaması, aynı zihniyet ve aynı söylemlerle aynı bir neslin üremesine neden olacak. Bu durum, ne yazık ki birçok Arap ve Mağrip toplumunda göze çarpıyor.

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Independent Türkçe için çeviren: Kübra Şahin

https://www.independentarabia.com/node/67856

DAHA FAZLA HABER OKU