Mayıs 1945'te, Adolf Hitler'in imparatorluğunun yıkıntılarının dumanı hala tüterken, Fransız kamuoyu araştırmacısı IFOP, yurttaşlara hangisinin Nazi Almanya'sının mağlup edilmesinde en büyük rolü oynadığını sormuştu Sovyetler Birliği ezici bir yüzde 57'yle en belirleyici konumda görülürken, Amerika Birleşik Devletleri diye cevaplayanların oranı yüzde 20, Britanya'nın oranı ise yüzde 12'ydi. Ama IFOP, SSCB'nin çöküşünden sonra 1994'te aynı anketi tekrarladığında, algıların kökten değiştiğini keşfetti. Elli yıl sonra, katılımcıların yalnızca yüzde 25'i SSCB'nin müttefiklerin çabasına en büyük katkıyı sağladığını düşünüyordu; buna karşılık Amerika Birleşik Devletleri'nin oranı yüzde 49, Britanya'nın oranıysa yüzde 16 olmuştu.
Tarihsel hafıza epey kaypak olabilir. Bu yalnızca geçmişe dair anımsadıklarımız zayıfladıkça tarihle aramızdaki mesafenin açılmasıyla açıklanamaz. Daha ziyade, tarihsel hafıza her neslin kendine bırakılan dünyayı yeniden yorumladığı aktif süreçte değişen bir şeydir. Bu vakada, Batı'da SSCB'ye yönelik dominant perspektifin 1945'ten bu yana geçirdiği değişimler sonucunda (Soğuk Savaş, Nikita Kruşçev'in Stalin'i kınaması, Doğu Bloğu'ndaki başkaldırılar ve nihai çöküş) bu devletin II. Dünya Savaşı'ndan sonra soylu bir mücadelenin ana aktörü olarak sahip olduğu prestijin nasıl çürütüldüğü bariz bir şekilde görülebiliyor.
Yalnızca basit bir değişim geçirmenin ötesinde, tarihsel bellek, popüler kültürün veya faal siyasal güçlerin etkisiyle aktif olarak yeniden şekillendirilir. Avrupa Parlamentosu'nun 18 Eylül’de “Avrupa’nın geleceği için Avrupalıların geçmişi yad etmesinin önemi üzerine” aldığı kararı bu çerçevede yorumlamalıyız. S&D (Sosyalistler ve Demokratlar, merkez sol), Renew (Yenileme, liberal), EPP (Avrupa Halk Partisi, Hristiyan-Demokrat) ve ECR'den (Muhafazakar ve Reformcular İttifakı, muhafazakar) parlamenterlerin desteğini alan önerge, tüm "totaliterizmlerin" kınanması diye sunuluyor ve Ağustos 1939'da imzalanan Molotov-Ribbentrop Paktı'nı, Avrupa [Birliği] Projesi ve NATO'nun sonlandırdığı yarım asırlık baskı döneminin başlangıcı kabul ediyor.
Bu oldukça riyakar bir tarih anlatısı. Anlaşma, gerçekten de, Wehrmacht'ın (Nazi ordusu -ed.n.) Polonya'yı işgalinin nihai tetikleyicisiydi, Britanya ve Fransa'yı da Nazi Almanyası'na savaş ilan etmeye itmişti. Anlaşmada Berlin ve Moskova’nın Doğu Avrupa’yı nüfuz alanları olarak paylaştığı gizli maddeler de bulunuyordu ve bu maddeler Almanya'nın SSCB'yi işgal etmeye kalkıştığı Haziran 1941’e kadar geçerliliğini korumuştu. Stalin nezdinde, bu sadece Sovyet savunmasını güçlendirmek için bir “nefes alanı” açmak değil, Doğu Avrupa halklarına yönelik aşırı ve karakteristik güvensizliğin sonucuydu ve ayrıca önceki yıllarda Hitlerizm'e karşı yürütülen militan muhalefete seferber olan komünistlerde de şok etkisi yarattı.
Yine de, bu paktın “II. Dünya Savaşı'nın patlak vermesine” yol açtığına veya savaşın Avrupa’nın Naziler ve Sovyetler arasında bölüşülmesinden başka bir şey olmadığı fikrine şüpheyle yaklaşmalıyız. Hitler’in bu savaşı 1920’lerden beri planlamış olması veya SSCB'nin hem yürüttüğü savaş politikasının ana kurbanı (27 milyon ölü) hem de Nazizm'e karşı verilen mücadelenin ana aktörü olduğu gerçeği (ki bu, kararda bahsi dahi geçmeyen vakalarla kanıtlanmıştır) hakkında ne demeli? 1930'larda, Stalin'in Nazi karşıtı bir ittifak kurma teklifini reddeden Britanya ve Fransa muhafazakarlarının Nazi liderine yönelik uyguladıkları "yatıştırma" politikaları (Versay Antlaşması'nın Almanya'ya getirdiği silahlanma yasağının çiğnenmesine izin vermeleri, Orta Avrupa'da verdikleri toprak "tavizleri", İspanya'ya gerçekleştirdiği askeri müdahaleyi göz ardı etmeleri) ne olacak?
"Komünizmin yokluğunda anti-komünizm"
Bu tip tarihsel argümanlar fazlasıyla aşınmış durumda. Ama bizim amaçlarımız için daha önemli olan şey, karar başlığının akla getirdiği sorular; mesela, tarihin bu versiyonunun "Avrupa'nın geleceği" hakkında ne söylediği gibi. Nihayetinde bu karar, ana akım anti-komünizmin geçirdiği bir radikalleşmeye işaret ediyor. Primo Levi'nin bir zamanlar değindiği gibi, Aleksandr Soljenitsin bile Treblinka ya da Chelmno'ya benzeyen bir şey anlatamamıştı. Ama bu karar, özetle, “komünizmi" soykırımcı olarak lanse ediyor. Avrupa Parlamentosu'nun temelini Macar ve Leh anti-komünizminden ve "anti-totaliter felsefe"den alan mevzubahis kararı, yalnızca Stalinist suçları değil, devlet sosyalizmi tecrübesinin tamamını Naziler ve toplama kamplarıyla bir görüyor.
Bu, en azından, Leh ve Macar milliyetçiliğinin en sert örneklerinin dahi mağduriyet ve kefaret temelinde incelenmesini mümkün kılıyor. Böylesi bir yorumdan, Nazi'lerin zaten yeterince kınandığı, ancak komünistlerin payını almadığı anlaşılıyor. Polonya Kanun ve Adalet Partisi (PiS)'nin de belirttiği gibi, “Yahudiler II. Dünya Savaşı'nda yaşadıkları için tazmin edildi, ama Polonyalılar, asla” (bu, aynı zamanda öldürülen Yahudilerden “Polonyalı” kimliğini çekip çıkaran bir söz). Karar aynı zamanda komünizmi Avrupa demokrasisini baltayan bir şey olarak lanse ediyor; komünistlerin neredeyse hiçbir güce sahip olmadığı ülkelerde bile. McCarthy Amerikası'nda görüldüğü gibi, "anti-komünizm" komünistlerden çok daha geniş bir kesimi hedef alan bir saldırı.
Bu durumun en iyi örneklerinden biri, PiS'nin halen sürdürdüğü "komünistlerden" arınma çağrısının kindar milliyetçiliği birlik olmaya teşvik ettiği Polonya. 1989’daki anti-komünist devrimde kendini merkez yanlısı bir Hristiyan Demokrat olarak lanse eden parti lideri Jaroslaw Kaczynski, bugün siyasi soldan çok uzakta konumlanan akımlara karşı "anti-komünist" mücadelenin bayrağını taşıyan aşırı sağcı bir figür. Sözde “Arındırma” (veya “komünistsizleştirme”) kampanyası, eski komünistlerin hiçbir zaman gerektiği kadar uzaklaştırılmadığı iddiasında - Polonya Anayasa Mahkemesi, PiS'nin “arındırma” programının anayasaya aykırı ve anti-demokratik olduğuna hükmettiğinde, kararı alan hakimlerin, basitçe, komünist işbirlikçiler olduğu söylenmişti.
Benzer gelişmeleri aşırı sağcı lider Viktor Orban'ın (1989'da liberaldi) "komünizme" karşı savaşı 2010'larda dahi sürdürdüğü Macaristan'da da görmek mümkün. 2011'de Orban, "Macaristan Kutsal Tacı"nın çağdışı ruhunu, aile değerlerini ve Hristiyanlığı temel alan yeni bir anayasa getirmiş, ayrıca ülkenin adından "cumhuriyet" kelimesini çıkarmıştı. Bu yolla cumhuriyetçi ve seküler tınısı nedeniyle "komünist" çerçeveyi devam ettirmekle suçladığı 1990 anayasasını bile değiştirmeyi başarmıştı. Macaristan'da bütün komünist semboller (kızıl yıldız ve orak & çekiç dahil) yasaklanmış durumda. “Komünizmle” mücadeleyse, muhalefetin her türünün gayri-meşrulaştırılması çabasında düzenli bir rol oynamaya devam ediyor.
Bu, Richard Seymour'un "komünizm olmadan anti-komünizm" diye adlandırdığı duruma benziyor: Terim, Brezilya'da Jair Bolsanaro, İtalya'da Matteo Salvini (ve ondan önce Silvio Berlusconi) gibi liderlerin, siyasi solun ortadan kalktığı ya da merkez-neoliberal konumlara geçtiği ülkelerde bile "komünizme" karşı hız kesmeksizin sürdürdüğü bir kültür savaşını ifade ediyor. Gerçek komünistlerin yokluğunda, aşırı sağ onların yerini ya başka bir şeytanla doldurur (etnik azınlıklar yaygın bir örnektir) ya da onların yerine demokratik-cumhuriyetçi değerlerin ta kendisini "ulusal kültürün" ve "sağduyunun" düşmanı olarak sunar. "Kültürel Marksizm"e karşı yürütülen mücadele, ABD'deki alternatif sağın anlatılarında da benzer bir role sahip.
Avrupa Parlamentosu'nun aldığı karar ve "Stalinist" tehdidi ele alma şekli de bu anti-komünizm anlatısına oldukça uygun. Daha önce yönetici konumda olduğu yerlerde dahi herhangi bir komünist kitle hareketi görülmezken, bu tarih anlatısı, meşhur günah keçilerinden bir diğerine karşı daha silahlaştırılıyor: Rusya, "demokratik Avrupa'ya karşı yürüttüğü ve Avrupa'yı parçalamaya çalışan bilgi savaşı"nın bir parçası olarak "tarihsel gerçekleri çarpıtmak ve totaliter Sovyet rejiminin işlediği suçları örtbas etmek"le suçlanıyor. Deveye hendek atlatmaya çalışırcasına, 1945'ten sonra Sovyetler tarafından dikilen savaş anıtları da Rusya'nın halen sürdürdüğü "totaliter ideolojinin" bir aracı olarak görülüyor.
Bu sebeple, alınan karar Batı’daki merkez-liberallerin ve yenilenen Soğuk Savaş kapsamında Rusya'yı ezeli düşman olarak gören Visegrád grubu (Çekya, Macaristan, Polonya, Slovakya -çn) ülkelerindeki milliyetçi güçlerin ortak çıkarını temsil eden garip bir bileşime işaret ediyor. Trump'ın zaferinde, Brexit'te ya da Prens Andrew'a yönelik saldırılarda Rusya'nın parmağı olduğunu düşünenlerin kendilerini "totaliteryan"lığa karşı verilen ilahi savaşın parçası olarak görmesi şüphesiz daha kahramanca hissettiriyordur. Yine de bu Rus karşıtı saplantı anti-faşizmin daha önce hiç görülmemiş derecelerde, mevzubahis karara onay veren İtalyan Demokratlar (ki büyük ölçüde İtalyan Komünist Partisi kökünden evrilen bir partidir) ve Birleşik Krallık İşçi Partisi gibi saflarda bile, silikleşmesine neden oluyor.
II. Dünya Savaşı tarihi, ahlak derslerinden oluşmuyor. Winston Churchill'in Hitler'e kesinkes karşı çıkmasının ardında Britanya İmparatorluğu'nun savunmak vardı; Alman direnişinin en saygın figürlerinden Claus von Stauffenberg, Polonyalıların köle emeğinin kullanılmasında ve Hitler'in fethettiği toprakların savunulmasında bir sakınca görmüyordu. Tarihte ahlak dersleri arayanlar, komünist direniş savaşçıları tarafından gerçekleştirilen haksız cinayetlerle mutlaka karşılaşacaktır; bu kararda da bahsi geçmeyen suçlar mevcut, Kızıl Ordu mensubu (ve daha küçük bir ölçekte, batılı) askerler tarafından işlenen kitlesel tecavüzler gibi.
Bu gerçekler tutarlı bir tarihsel soruşturmayı hak ediyor, ki bu konuda çalışmalar zaten yürütülüyor. Ama bu gerçekler etnik çatışmayı, fetihleri, kadınların ve azınlıkların kontrol altında tutulmasını veya köleleştirilmesini alenen savunan ideolojilerin tarihini göreceli bir konu haline getirmiyor. Avrupa Parlamentosu'nun komünizmi veya genel olarak "radikal ideolojileri" Nazizm'le karşılaştırma çabasıysa yalnızca buna neden olacaktır. Hiç kimse Holokost'u, savaşın ardından Polonya'da hüküm süren sosyalist rejimdeki koşullarla karşılaştırarak değersizleştirmeyecektir. Ne var ki argümanını komünistlerin Nazilerden farksız olduğu iddiası üzerinden kuran tartışma, kaçınılmaz olarak bunun tam tersiyle sonuçlanıyor.
Solu şeytanlaştırmak
Tarihsel cehaletin yanı sıra, Avrupa Parlamentosu'nun bu kararının ardında başka amaçlar da yatıyor: Meşru özgürlük savaşçılarının kim olduğunu belirlemek. Kararın destekçileri üzerinden değerlendirirsek, bu kategori Emmanuel Macron'dan Viktor Orbán'a kadar uzanıyor, neoliberalizmin ve NATO'nun sol kanatta yer alan muhalifleri buna dahil değil. Bu bağlamda kayda değer olan, kararda NATO'dan ve Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde "Avrupa Birliği'nin desteğiyle" gerçekleştirilen "reformlar ve sosyo-ekonomik kalkınma"dan "özgürlüğün" ve "Avrupa ailesinin" temel dayanağı olarak bahsedilmesi. Bu noktada, yalnızca ve ağırlıklı olarak Avrupa Birliği projesinin değil, NATO'nun ve neoliberal yeniden yapılanmanın da totaliteryanlığa karşı bir engel teşkil ettiği iddia ediliyor.
1945’ten sonra birçok demokratik ülke faşist veya Nazi yanlısı partilerin yeniden kurulmasını yasaklamıştı ve eski rejimde görev almış personelin ne ölçüde tasfiye edildiği ülkeden ülkeye değişiyordu. Doğu Bloğu'nun çöküşünden sonra bu süreç, komünist partileri yasaklayan birçok Orta ve Doğu Avrupa ülkesi tarafından tekrarlanmıştı. Oysa bugün “Stalinist” tehdit baştan aşağı bir kurmaca olsa da, Salvini, Orbán ve Kaczyński gibiler, faşist olduklarını inkar etmelerine rağmen "anti-totaliteryan" tavrı solu bastırmak için kullanıyor
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Owen Hatherley “Totaliteryanizmin Mirası” başlıklı ikna edici bir makalesinde, Budapeşte'deki Memento Park'ı Macar Stalinizmi'nin anıtlarına ait bir “mezarlık” olarak nitelendiriyor. Parkta, 1956 devriminde (Macaristan'daki Sovyet yanlısı yönetime karşı gerçekleşen ayaklanma kastediliyor -ed.n.) alaşağı edilen Stalin heykelinin ayakları mevcut, ama aynı zamanda Sovyet savaş anıtları ve hatta faşizme karşı savaşmak için İspanya'ya giden sosyal demokratlar ve komünistlerin kurduğu Uluslararası Tugaylar'a atfedilen anıtlar da bulunuyor. Günümüzde hepsinin birden yalnızca bir avuç totaliter olduğuna hükmediliyor. 1989'da Orbán, 1958'de Sovyetler Birliği'ne karşı geldiği için idam edilen komünist lider Imre Nagy'den övgüyle bahsetmişti - 2018'e geldiğimizde Nagy'nin heykelini bir başka totaliterlik anıtı olduğu gerekçesiyle yıkmayı tercih etti. Komünizm gerçekten de Nazizm'e eşdeğer olsaydı, bu "Schindler'in Listesi"nin kopyalarını yakmaktan farksız olurdu.
Bu nedenle Avrupa Parlamentosu’nun “totaliterizme” dair kararının karşısında durmak; Stalin'i savunmak, Katyn Katliamı gibi suçları reddetmek ya da Molotov-Ribbentrop Paktı'nın yalnızca bir barış anlaşması olduğuna inanmak anlamına gelmiyor. Böylesi bir duruş, Nazi Holokost'unu göreceli hale getirerek Rusya'yı kötü göstermek gibi sığ siyasi çıkarlar adına tarihin düşüncesizce tekrar yazılmasına karşı gelmektir. Liberaller, demokrasimizin içini boşaltan Orbán ve Salvini gibi isimlerin iddialarına, saflarının “gerçeklerden yana” olduğunu söyleyerek karşı çıkmaktan fazlasıyla keyif alıyordu. Bu davaya gerçekten bağlılarsa, ilk adımı aşırı-sağın tarih anlatılarını reddederek atabilirler.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
https://jacobinmag.com/2019/09
Independent Türkçe için çeviren: Noyan Öztürk