Avrupa’da göçün güvenlikleştirilmesi ve YouGov kamuoyu anketi

Doç. Dr. Eren Alper Yılmaz, Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

Günümüzde göç hareketleri dünya genelinde çeşitli kaygılar ve endişeler yaratmakta, kültürel kimlik, aidiyet ve güvenlik algılarını belirsiz bir duruma sokmaktadır. Bu çerçevede, göç karşıtı söylemler giderek güçlenmekte ve göçmenlere karşı sert tutumlar sergilenmektedir. Bilhassa Amerika ve Avrupa Birliği ülkeleri, göçü bir güvenlik sorunu olarak algılayarak kitlesel göç dalgalarını önlemeye çalışmaktadır. Bu minvalde  çok taraflı ve ikili anlaşmalar yapılmakta, ulusal ve uluslararası kurumlar oluşturulmakta, göçmen kabul eden ve gönderen ülkeler arasında iade ve sınır dışı anlaşmaları imzalanmaktadır. Dolayısıyla uluslararası göç, günümüzde kilit bir güvenlik sorunu hâline gelmiş ve bazılarına göre varoluşsal bir tehdit olarak görülmektedir. Bu durum, “göçün güvenlikleştirilmesi” olarak da ifade edilebilmektedir.

Göçün güvenlikleştirilmesi, Soğuk Savaş sonrası dönemde gelişen yeni güvenlik anlayışının öne çıkan konularından biridir. Kısaca, bir ülkeye yönelik yapılan göç hareketlerinin engellenmesi amacıyla bu meselenin adım adım yüksek siyasi gündeme taşınması anlamına gelmektedir. Bu süreçte devletler ve hükümetler, göçü güvenlik çerçevesinden değerlendirerek “tehdit altındayız”, “kuşatılıyoruz”, “istila ediliyoruz” gibi söylemler geliştirir ve göçmenleri topluma “nefret objesi” olarak sunar.

Akademik ve siyasal tartışmalarda bir yanda göçmenlerin topluma entegrasyonu sorunları ele alınırken, diğer yanda uluslararası göçlerin kontrolü ve azaltılması için geliştirilmesi gereken politikalar üzerinde yoğunlaşılmıştır. Bu tartışmalar sonucunda sınır güvenliği artırılmış, katı sığınma prosedürleri uygulanmış ve yasa dışı göçmenlerin hareket alanını kısıtlayan önlemler genişletilmiştir. Öte yandan, göç veren ülkelerdeki göçün temel sebeplerine ve Batı demokrasilerinde mülteci ve göçmenlerin yaşam koşullarının iyileştirilmesine yeterli önem verilmemiştir.

Sıkı sınır kontrolleri ve katı kabul prosedürleri, göçmenlerin yasadışı yollarla Amerika ve Avrupa ülkelerine ulaşmasını sağlayan insan kaçakçılığı ağlarının oluşmasına ve ekonomik bir sektör haline gelmesine yol açmıştır. Göçmenler, hedef ülkeye ulaşmak için aracılara yüksek ücretler ödemekte ve ulaştıklarında kayıt dışı istihdama dâhil olmaktadır. Bunun sonucunda göç hareketlerinin yoğun olduğu bölgelerde yaşayan yerel halk, sosyo-kültürel ve ekonomik maliyetleri üstlenmek durumunda kalmaktadır. Bu durum, göçmen karşıtlığı ve yabancı düşmanlığını artırmış ve Batı demokrasilerinde yabancı ve göçmen karşıtı popülist-sağ partilerin yükselişini hızlandırmıştır. Bu süreçte hükümetler, aşırı sağ partiler, toplumsal hareketler, ulus ötesi ağlar ve medya aktif rol oynamaktadır. Böylece göç olgusu, devletin, toplumun veya bir grubun güvenliğine tehdit olarak sunulabilmektedir.

Uluslararası ilişkilerde sıkça bahse konu olan Kopenhag Okulu’na göre güvenlikleştirmenin başarılı olabilmesi için bazı koşullar gerekir. Öncelikle, göç meselesi devlet veya toplum açısından “varoluşsal tehdit” olarak inşa edilmelidir. Son yıllarda mülteciler bu bağlamda en çok araçsallaştırılan gruplar olmuştur. Mültecilerin, toplumsal kimliğe zarar verdikleri iddiası, aşırı sağ ve popülist partiler tarafından sürekli dile getirilmektedir ve bu kişiler birer “milli güvenlik sorunu” olarak görülmektedir.

Bunun yanı sıra güvenlikleştirme söyleminin hedef aldığı varlık veya kurum, tehdidin odak noktası olarak belirlenir. Günümüzde savaş veya zulümden kaçan insanların, vardıkları hedef ülkedeki toplumun kültürel, dini ve milli değerlerine, devletin egemenliğine, ekonomik ve sosyal güvenlik sistemine karşı tehdit oluşturduğu iddia edilmektedir.  Dolayısıyla bu söylemlere göre göçmenlerin tehdit boyutu sadece halk ile sınırlı kalmamaktadır, devletin kurumlarına da sirayet etmektedir.

Göçmenlere isnat edilen tüm bu iddialar eleştiriye açıktır. Öncelikle, göçmenler çoğunlukla zorunluluk nedeniyle ülkelerinden kaçmakta, sığınma başvurusunda bulunmakta ve yasal yollar kapalıysa yasadışı yollara başvurmaktadır. İkinci olarak, göç öncesi toplumların homojen olduğu iddiası çoğu durumda doğru değildir; günümüzde birçok toplum halihazırda heterojen bir yapıya sahiptir. Üçüncü olarak, göçmenlerin sosyal güvenlik sistemlerinden yararlanmaları, keyfi olmamakla birlikte, başka alternatiflerinin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca mülteci kabul eden ülkeler, uluslararası hukuk kurallarını uygulamak zorundadır; bunlardan biri de geri göndermeme (non-refoulement) ilkesidir.

Avrupa’da göç konusu güvenlikleştirilerek, ulusal varlığa, kimliğe, toplumsal yapıya ve refah devletine yönelik bir tehdit olarak algılanmakta ve aşırı sağ partiler bu sürecin temel aktörleri olarak ön plana çıkmaktadır. Aşırı sağ-popülist partiler göçün homojen yapıyı bozduğunu, kültürel değerleri asimile ettiğini ve ekonomik istikrarsızlığı getirdiğini ileri sürerek göç ile mücadele politikalarını savunmakta ve çok kültürlü politikalara karşı çıkmaktadır. Batı Avrupa ülkelerinde halihazırda “artan yoksulluk , genç ve dinamik işgücü oranının azalması, hantal bürokrasi, enerji fiyatlarının yükselmesi, düşük askeri kapasite ve savunma zafiyeti” gibi sorunlar yaşanırken ve bunların hiç birisi öncelikli sorun olarak görülmezken; göç konusu kamu düzenine, kültürel kimliğe ve iş piyasası istikrarına bir tehdit olarak sunulmakta ve yüksek yoğunluklu bir sorun olarak tanımlanmaktadır. Öte yandan yabancı düşmanlığı, işsizlik, kültürel uyumsuzluk ve ırkçı politikalar, Avrupa’da AfD, Ulusal Birlik ve İtalya’nın Kardeşleri gibi aşırı sağ partilerin yükselişinde etkili olmuştur. 

Son dönemlerde göç konusu, Birleşik Krallık merkezli YouGov araştırma şirketi tarafından da incelenmiştir. Bu çerçevede İngiltere, Danimarka, Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya’da yapılan araştırmada katılımcılara yasadışı göçmenlerle ilgili sorular yöneltilmiştir. Ankete katılan başlıca Batı Avrupa ülkelerinde, ülkelerinde yasal göçmenlerden daha fazla yasa dışı göçmen bulunduğuna inanma eğilimi oluşmuştur. Almanya’da bu şekilde düşünenlerin oranı %44’ü gibi görece düşük bir seviyedeyken, İtalya’da %60 ile en yüksek düzeye çıkmıştır.

Anketteki bazı sorulara bakacak olursak; “yeni göçmenlerin artık kabul edilmemesi ve son yıllarda ülkeye gelen çok sayıda göçmenin ülkeden ayrılmasının zorunlu kılınması” sorusuna Almanların %53’ü, Polonyalıların %52’si, İtalyan ve Fransızların ise %51’i destek vermiştir.  Bu durumda göçe daha fazla maruz kalan Avrupa ülkelerinde yaşayan toplumların yarıdan fazlasının, göçmenlerin devlet politikaları doğrultusunda artık ülkeye giriş yapmasını desteklemediği sonucuna varılabilir. Öte yandan anket bulgularından yapılan çıkarımlara göre göçmenlerin toplu olarak sınır dışı edilmelerini destekleyen ülkeler arasında Almanların oranı %82 iken, İngilizler %76, Fransızlar %72, Polonyalılar ise %69 oranında “göçmenlerin ülkelerini terk etmeleri” yönünde görüş belirtmişlerdir.

Hangi göçmenlerin ülkeden ayrılması gerektiği sorulduğunda, sınır dışı etmeyi destekleyenler ağırlıklı olarak  “sosyal yardımlardan yararlanmak için gelenleri” (%78–91) ve “geçerli çalışma vizesi olmadan vasıfsız işlerde çalışanları” (%66–85) işaret etmiştir. Buna karşılık, yasal süreçleri izleyen sığınmacılar, yabancı öğrenciler ve nitelikli ya da ihtiyaç duyulan mesleklerde çalışma vizesi bulunanlar gibi “yasal” grupların sınır dışı edilmesine verilen destek oldukça düşük kalmıştır. Bu gruplar arasında doktorlar, en çok takdir edilen kesim olmuştur.

Oysa Avrupa ülkelerinde yasadışı kalan kişilere dair tahminler, yabancı ülkede doğmuş nüfusa dair resmi rakamlarının oldukça altındadır. Örneğin 2023’te yapılan bir araştırma, Fransa’daki göçmenlerin yalnızca % 21’inin hayatlarının bir döneminde “belgesiz” durumda bulunduğunu ortaya koymuştur. Yine Almanya’nın %25’i göçmenlerden oluşmaktadır ve bunların birçoğu Alman diline, kültürüne ve sistemine entegre olmuştur. 

Birleşik Krallık üzerine yapılan önceki çalışmalarda da görüldüğü gibi yasal göçün yasa dışı göçten açık ara fazla olduğu ortadayken, Avrupalıların bu gerçeğin farkına varmaması göçe ve sığınmacılara karşı olan önyargılarının bir tezahürüdür.

Sonuç olarak; Avrupa’da göçmenlerin büyük ölçüde entegre olduğu ve yasadışılığın yasallığın gerisinde kaldığı bir zeminde, göç konusunun siyasal söylemler ve anketler aracılığıyla yüksek yoğunluklu bir güvenlik tehdidi olarak inşa edildiğini ve güvenlikleştirildiğini ortaya koymaktadır. Avrupa genelinde son zamanlarda artan işsizlik oranları, düşük askeri kapasite ve savunma harcamaları, yaş ortalamasının artması, enerjide dışa bağımlılık, sanayide Çin ve ABD karşısında gerileme gibi çok ciddi sorunlar yaşanırken, göç sorunun her zaman taze tutulması ve kamuoyuna bir korku objesi olarak pompalanması son derece tutarsız ve kaygı vericidir.

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU