Ölümden sonraki hayat (II): Reenkarnasyon

Hasan Kanaatlı Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pixabay

Bu bölümde ölümden sonraki hayat ile ilgili "reenkarnasyon" konusunu ele alıp incelemeğe çalışacağız.

Acaba "reenkarnasyon/tenasüh" diye bir şey var mıdır?

Yapılan araştırmalarda görüleceği üzere bu inanış (reenkarnasyon), eskiden beri var olan bir inanıştır ve özellikle de doğu ve uzak doğu inanışlarında mevcuttur.

Yani, Hindu, Buda, Tao ve Konfüçyüs gibi inanışlar ile kadim Yunan felsefesinde mevcuttur.

İsmini verdiğim bu inanışlar, "reenkarnasyon"un varlığına iman eder ve kimileri hala dahi iman etmekteler.

"Reenkarnasyon"; "bedenin ölümünden sonra, ondan ayrılan ruhun, başka bir bedene intikal etmesi" inancıdır.

İntikal edilen bu beden, hayvan ya da insan bedeni olabilir.

İşte "reenkarnasyon"un anlamı budur.

Bu inanca sahip olanlar, "ruh"un varlığını kabul ederler.

Bu durum, onların nezdinde kesindir.

Hasılı tüm dinlerde ve özellikle de "reenkarnasyona" inanan bu kesim nezdinde ruh vardır ve bu ruh, beden öldükten sonra onu terk eder.

Ruhun varlığı ile ilgili onlarda iki delil söz konusudur:

Birinci olarak şunu derler:

Ruhun varlığı rüyalardan bilinen bir şeydir. Yani, insanlar uyuduklarında rüya görürler. 10, 20 ya da 30 yıl önceden ölen yakınlarını rüyalarında müşahede ederler. Onlarla konuşurlar. 

Aslında bu insanlar, gerçekte ölmüş olan o yakınlarının ruhunu görüyorlar. Yani, ölen birisi yok olmuyor, sürekli bu alemde varlığını koruyordur.


Demek ki reenkarnasyona inanan bu kesim, uyku halinde gördükleri rüyanın, bu alemde gerçek bir şey olduğunu kabul ediyorlar ve ruhların, insan uykuda iken ona taraf gelmesinin mümkün olabileceğini söylüyorlar. 


İkinci delilleri de şudur: 

Derler ki,

Ölen bir insanın cesedi ile canlı bir insanın bedenini gördüğümüzde, orada da ruhun varlığını fark ediyoruz. Yani, ikisindeki de aynı beden olmasına rağmen, canlı olan o beden hareket edip koşup koştururken, öldükten sonra o bedenin hareketsiz bir cesede dönüştüğünü müşahede etmekteyiz. Peki bunların arasındaki fark nedir diye baktığımızda farkın; birinde "ruh" un varlığının bulunduğunu ötekinde ise var olmadığını fark etmekteyiz. Demek ki canlı beden, ruh ile birlikte olan beden, cansız beden ise ruhun kendisinden ayrıldığı bedendir.


Burada iki sorun ile karşı karşıya kalıyoruz. O sorunlardan biri şudur:   

Şayet öldükten sonra ruhun bedensiz kaldığını söyler isek, o taktirde şu sorun karşımıza çıkıyor:

'Bu dünyada biz, hiçbir ruhun beden olmaksızın bir şeyler yaptığını göremiyoruz. Yani, bedensel güç, akıl gücü, hafıza, tefrih, bakış, duyuş, konuşma vs., bunların tümü de ruh ile mümkün oluyor. Ruh da bu işleri bedenin organ ve aletleri ile yapıyordur. Tabi ki ruha aracılık eden bu aletlerin tümü de maddidirler. Sorun şuradaki bu ruh, bedenden ayrıldıktan sonra o organlar olmaksızın, acaba nasıl varlığını koruyup yaşamını devam ettirecektir?'


İkinci sorun da şudur: 

Ölümden sonra ruhun beden ile birlikte olduğunu söyler isek, burada iki görüş ile karşılaşmış oluyoruz:

Görüşlerden biri İslam alimlerinin görüşüdür.

Onlar şunu derler: 

Ölüm gerçekleşip ruh bedenden ayıldıktan sonra, ruh 'Berzah alemi' ne geçiş yapar ve orada misali bedene girer. Misali beden ise ne bütünüyle soyut ne de somuttur, bu ikisinin ortasında bir yerdedir. Yani, misali beden "hayali" dir ve yok edilemez.


İkinci görüş ise "reenkarnasyoncuların" görüşüdür.

Şöyle derler:

Ölümden sonra ruhun, kendine has bir bedene ihtiyacı yoktur. Çünkü ruh, bedenden ayrıldıktan sonra başka bir bedene geçiş yapmakta ve bu şekilde de hayatını devam ettirmektedir. İşte buna 'reenkarnasyon' denir. Yani, her beden öldüğünde, ondaki ruh o bedenden ayrılıp başka bir bedene intikal eder ve bu şekilde de hayatını devam ettirir.


Budist inancına göre "Samsara kanunu" (yani, ruhun bedenden bedene intikal kanunu) sürekli olarak ve en sonunda da Buda'ya varana ve Buda ile birlikte olana kadar bu şekilde devam edip gider.

Buna da "Nirneva" (Küresel Tanrı) seviyesine ulaşmak denir.  

Yani, bedendeki ruh, "Nirneva"ya ulaşana kadar bir bedenden diğerine intikal ederek devam eder ve ona ulaştıktan sonra da artık yeryüzüne avdet etmez.

Çünkü "Nirneva"ya ulaşana kadar ruh eksiktir.

Şehvetler vs. vasıtasıyla kemale ulaşamayan ve eksik kalan ruh, mele-i ala (yüce makam) ile uyum sağlayamıyordur.

Çünkü o yüce alem, bütünüyle sefa ve hakikatler ile dolu ve bütünüyle kemalatın bulunduğu bir alemdir.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Fakat tabiat alemindeki insanın ruhu eksik, çirkin ve sorunludur.

Bundan dolayı, o yüce aleme geçiş yapamamaktadır.

Dolayısıyla da onun, bu kusurlardan kendini arındırması gerekiyor.

Kemalata ulaşması için de bir bedenden diğerine intikal etmesi icap ediyor.

Kısacası onun, bu tabiat aleminde 10-20-50 kez diğer bedenlere intikal edip o sorunlarını halledene kadar bu alemde bulunması icap eder.

Fakat İslam alimleri "reenkarnasyon" konusunu kabul etmezler.

Çünkü bu durum, onlara göre Kur'an'ın apaçık ayetlerine zıt bir durumdur.

Zira Kur'an ruhun cennet ya da cehenneme gireceğinden ve yine hesap ve kitabın varlığından bahsediyor.

Ayrıca, İslam alimlerine göre bütün ruhlar kendi cesedine iade olmalıdır.

Bu konuya Kur'an'da da işaret edildiği üzre "cismani haşir" denilmektedir.

Yani, Kur'an açısından insanların dirilişi hem beden hem de ruhen olacaktır.

Felsefeciler göre ise haşir, yalnızca ruh ile ya da kimilerine göre ruhun misal bedene bürünmesiyle gerçekleşecektir. 

İslam alimleri ise şöyle derler:

Ölümden sonra beden toprak olsa dahi, kıyametten sonra Allah, o toprak olan bedeni yeniden diriltecek ve ruhunu da ona dahil edecektir. Daha sonra da hesap, kitap vs. işleri gerçekleşip ya cennete ya da cehenneme konulacaktır. Zaten cennet ve cehennem de somutturlar. Beden ile ruhun da dünyadaki gibi oraya girmesi gerekir.

Bundan dolayıdır ki İslam alimleri "reenkarnasyon" konusunu kabul etmemekteler.

Çünkü, yukarıda da işaret ettiğim gibi onlar açısından "reenkarnasyon", Kur'an'ın ayetleri ile apaçık bir şekilde çelişmektedir.


Yine İslam alimleri açısından "reenkarnasyon" sorunlu bir konudur.

Bunun olmayacağına dair ellerinde hem akli hem de nakli olmak üzere iki delilleri mevcuttur.

Birincisi şudur:

Derler ki;

Tek bir bedende iki nefsin/ruhun birleşmesi mümkün değildir. Yani, her bir bedenin kendinde bir nefsi/ruhu vardır, sonradan dışarıdan başka bir nefsin/ruhun gelip de o bedene yerleşmesi, iki zıt şeyin bir araya gelmesi olur ve bu da mümkün değildir.

İkincisi ise şudur:

İnsan her zaman eksiden artıya (noksandan kemale) doğru hareket eden bir varlıktır. Şayet beden öldükten sonra ondan ayrılan nefis/ruh, Örneğin, bir hayvanın bedenine dahil olursa ya da bir çocuğun bedenine hulul ederse, bu durum eksiye/noksana dönüşür. Oysaki hareket sürekli ilerlemeye (artıya) yöneliktir. 'Reenkarnasyon' ise bunun tersi olur. Yani, ruh, insan bedeninden çıkıp hayvan ya da çocuk bedenine girince bu, onda bir gerilemeye sebebiyet verir. İşte bu, insan için bir sorundur.


Kum ilim havzası Ayetullahlarından ve aynı zamanda da farklı konularda birçok eserleri kaleme alan Cafer Sübhani, "reenkarnasyon" ile ilgili bu itirazını "el-İlahiyat" isimli eserinin 612'nci sayfasında kaydeder.

Söz konusu eserinde; "Tenasühe/reenkarnasyona iki itiraz" başlığı altında şu sözleri söyler:

Reenkarnasyonun sakıncalı oluşu iki şeyden dolayıdır.

Birincisi; 'bir bedende iki zıt nefsin cem olması hususudur.'

İkincisi de; 'insanın kâmil nefsinden, ilgi duyduğu bedenin noksanlığına dönmesidir vs….'


Yani, nefis, yücelikten aşağılığa, güçlülükten zayıflığa ve kemalden noksanlığa doğru hareket etmiş olur ve bu da aklen doğru değildir vs.

Ayetulah Cefar Sübhani'ye şöyle bir cevap verilebilir:

Kur'an üzerinden meseleye baktığımız zaman yücelikten aşağılığa, güçlülükten zayıflığa ve kemalden eksikliğe taraf hareketin cevabı gayet açıktır. Çünkü Kur'an'a göre, evet birtakım insanlar vardır ki, yücelikten aşağılığa ve kemalden noksanlığa taraf hareket etmiyorlardır ama, bir kısmı da vardır ki, yücelikten aşağılığa ve hatta aşağıların aşağısına doğru nüzul etmekteler.


Zira insan denilen bu varlıkta "özgürlük" diye bir hal vardır.

Yani, insan, hayvan gibi değildir.

Nitekim Kur'an da buna şöyle işaret eder:

Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. (Tin: 3-4)


Arifler de şöyle derler:

İnsan, değişik bir türdür. Kimi insan maymun, kimisi domuz, kimisi de köpek ruhlu vs. dir. Şayet böyle bir insan ölürse, onun ruhu da domuzun bedenine girerse o durum, onun için alçalış olmaz ve iki zıt şeyin birleşmesi sayılmaz. Çünkü öyle bir insanın ruhu, domuz ya da diğer hayvanların nefsiyle uyum içerisindedir ve ıstırap çekmez. Zira her keste 'insanlık ruhu' mevcut değildir. Bu ruh, çok az bir kesimde mevcuttur.


Yunan filozofları da şöyle derler:

3 türlü nefis/ruh vardır; bitki, hayvan ve insan nefsi/ruhu.


Bu, eski bir felsefedir.

Fakat arifler şöyle derler:

İnsan her zaman 'insanlık ruhuna ulaşamaz.'

İnsanlardan çok azı ona ulaşabilir.


Buraya kadar naklettiğimiz sözler ile ilk yapılan itiraz çözüme kavuşmuş oluyor.

(Yani, insanın nefsi kemalinden, nakledildiği bedendeki eksinin varlığı konusu çözüme kavuşuyor.)

Buna, "gerileme hareketi" denilmez.

Bu, kâmil olmayan bir harekettir.

Yani, bu ruh, hayvan ruhudur ve kemale ulaşmamış bir ruhtur.
 

Fotoğraf: Pixabay
Fotoğraf: Pixabay

 

İtiraz edilen ikinci konuya (yani, iki nefsin bir bedende toplanması konusuna) gelince;

İnsan zaten sürekli iki nefisli ya da daha fazla nefisli bir yaşama sahiptir.


Nitekim arifler de nefsi "mecazi" ve "hakiki" olarak ikiye bölmüş ve bunların ikisinin de insanda bulunduğundan söz etmişlerdir.

Hatta Kur'an bile insandaki birçok nefisten söz etmiştir.

Örneğin; "Nefsi Ammare" (kötülüğü emreden nefis), "Nefsi Levvame" (pişmanlık duyan nefis) ve "Nefsi Mutmainne" (Tatmin olmuş ve huzura ermiş nefis) gibi tabirler kullanmıştır.

Hatta ünlü Filozof Hegel de der ki:

İnsanın nefsinde diyalektik vardır.


"Ene/ben", "la ene/ben değilim" ile birleşince, bu ikisinin birleşmesinden "vicdan" ortaya çıkar.

Çünkü "ene/ben", kimi zaman şer ve rezil şeyler talep eder.

Fakat "vicdan", böyle bir talepte bulunmaz.

"Ene" ile "la ene"nin çekişmesi sonucu "ilahi ene" oluşur ve bu da "vicdan"dır.

Demek oluyor ki, iki nefsin bir arada bulunması muhal değildir. 

"Reenkarnasyonu" savunanların bu düşüncelerinde aslında daha büyük bir sorun vardır ve o da şudur:

Onların görüşlerine göre ikinci bir nefis/ruh dışarıdan gelip bir bedene dahil oluyor. Oysaki tüm insanlarda var olan sperm 'in dahilinde ve ceninin ana rahminde iken onun batnında nefis vardır. Yani, insanın nütfesi şekillenmeden ve insan şekli almadan henüz sperm iken dahi onda nefis/can mevcuttur.

O sperm, kadının yumurtasıyla birleştiği andan itibaren onda ruh mevcuttur. Cenin'in gelişmesi ve büyümesi de onun dahilindeki güç/ruh sebebiyledir.

Ruh, o cenini (Aristo'nun dediği gibi) 'cevheri hareketiyle' (fiil ve kemal gücüyle) ilerletiyor. Şekil ve madde gücüyle de onu geliştiriyor. Bunların tümü, insanın dahilinden geliyor. 


Nefis, insanın dışında değil dahilindedir.

O halde, peki nasıl oluyor da dışarıdan başka bir nefis gelip de bu bedene dahil olabiliyor?

İşte sorun bu düşüncededir.

Yani, bir bedenin her tarafında nefis/ruh varsa ve bedenin her tarafı bununla dolu ise, o taktirde bir şey dışarıdan gelip de nasıl o bedene dahil olabiliyor?

Çünkü beden dolu olduğu için, ona ilave olabilecek bir şeyi onun taşıması hiçbir zaman mümkün olmaz.

Yani, beden nefis ile doludur ve ruh da bir hayattır. Peki hayat olarak başka bir ruh gelip de bu hayatın içinde nasıl yer edinebilir?

İşte "reenkarnasyonun" en büyük sorunu budur. 
 

Görsel: RT Arabic
Görsel: RT Arabic

 

Reenkarnasyonu savunanların delilleri

Reenkarnasyonu savunanların bu hususla ilgili birkaç delilleri vardır. 

Birinci delilleri şudur:

Derler ki, "Allah'ın insanı yaratmadaki hedefi, onun kemale ulaşmasıdır."

Fakat insan ilk hayatında kemale ulaşma imkânı bulamıyor.

Yani, insanların yüzde 90'ı kemale ulaşamıyor.

Ya da yüzde 01'ı ancak kemale ya ulaşabiliyor ya da eksik kalıyor ve bu şekilde de ölüp gidiyor.

Şayet insanın yaratılışındaki hedef, onun kemale ulaşması ya da saadeti yakalaması ise (ki İslam alimleri de bunun böyle olduğunu söylerler), insanların büyük çoğunluğu kemale ve saadete ulaşmadan bu dünyadan ayrılıp gidiyorlar.

Bu şekilde ayrıldıklarında da sonsuza dek eksik kalıyorlar.

Fakat "reenkarnasyonu" savunanların görüşlerine göre bu eksik kalma sorunu, "reenkarnasyon" da söz konusu değildir.

Çünkü "reenkarnasyon" da Allah, insanın kemalle ermesi için ona başka bir fırsat daha vermiş oluyor.

Yani, insanoğluna ilk dünyaya geldiğinde Örneğin, yüzde 50, ikinci gelişinde yüzde 70 ve son gelişinde de yüzde 100 kemale erişmesi için ona fırsat tanıyor. 

İslam alimlerinin sözlerinden hareket edilir ise, "reenkarnasyonu" savunanların bu inançları, İslam ulemasının yararınadır.

Çünkü onlar da "Allah'ın insanı kemalata ulaşması hedefiyle yarattığını" iddia ederler ve reenkarnasyonu savunanların bu görüşleri, onların görüşlerinin destekçisi oluyor.

Fakat bize göre böyle bir sorun yoktur.

Çünkü biz, Allah'ın yaratışta bir hedefinin olmadığını iddia ediyoruz.

Dolayısıyla, insanı yaratmada da böyle bir hedefinin bulunduğu söz konusu değildir.

Yani, Allah, tabiatı gereği mahlukatı var ediyor.

İnsanları da "feyzi" ile yaratıyor.

Daha açıkçası Allah'ın yaratıcılığı "zati"dir.

"Yaratıcılığı zati" olan bir varlığın hedefi olmaz.

"Hedef"; failin eksikliğinden kaynaklanır.

Failin "hedef"ten kastı, eksikliğini gidermesi için onu önüne koymasıdır.

(Bizim bu konuyla işimiz yoktur.)

Fakat İslam alimlerine şunu söylemek lazım: 

Siz, Allah'ın insanı yaratmadaki hedefinin, onu kemale ulaştırmak olduğunu söylüyorsunuz.

Peki insanların büyük çoğunluğu kemale ulaşamadan ölmekte ve sonsuza dek de öyle kalıvermekteler.

Bu da ilahi hedefin tersine olmaktadır.

Oysaki "reenkarnasyon" inancı da aynen sizin söylediğiniz gibi düşünmektedir.

O düşünce de sizin faydanıza olmaktadır.

Yani, siz diyorsunuz ki, "Allah, kendi lütfu ile insanları yarattı, onlara peygamberler gönderdi, kitaplar indirdi" vs..

Peki kemalat da İlahi lütuf ise, o taktirde "reenkarnasyon" niçin onun lütfundan olmuyor ve neden kabul edilmiyor?

"Reenkarnasyon" inancına sahip olanların ikinci delilleri şudur:

Derler ki;

İnsanların tümünde birtakım haller vardır, fakat bazıları bir şey ile karşılaştıkları zaman, o şeyi daha önceden gördüklerini zannederler.


Örneğin, kimileri bir evi kiralamak ya da satın almak istediklerinde, aniden akıllarına "ben bu evi sanki daha önce görmüş gibiyim" ya da "ben kendimi daha önce burada yaşamış gibi hissediyorum" gibi düşünceler geliyor. 

Derler ki; "öyle düşünen insanların bu durumlarının anlamı şudur":

Bu adam, şimdiki hayatından bir öncekinde (Yani, ruhu bu bedene intikal etmeden önceki bedeninde) bu durumu yaşamış ve onu hatırlamaktadır.


Üçüncü delilleri de şudur:

Derler ki;

Biz kimi insanları gördüğümüzde, ilk karşılaşmamızda onlar bize çok ilginç gelirler. Ya da ilk gördüğümüzde, sanki biz onunla yıllarca dostluk yapmış gibi oluyoruz.

Türklerin tabiriyle "Kalbim ona ısındı" deriz.

Kimi insanlar da vardır ki onu ilk gördüğümüzde ondan nefret ediyoruz ve "kalbimiz ona bir türlü ısınmıyor" ve yine bizim tabirle; "Gözüm onu hiç tutmadı" deriz.

İşte o tür insanların bu durumlarını şöyle yorumlarlar:

Derler ki;

Bu insan (yani, gözü tutmayan ya da ısınılan insan) o nefret ettiği ya da sevdiği insan ile bundan önceki hayatında bir sorun ya da dostluk yaşamıştır. O sorunu ya da dostluğu hatırladığı için kalbi o adama ısınmakta ya da ondan nefret etmektedir.

İşte bu da 'reenkarnasyonun' varlığının bir delilidir.


Dördüncü delilleri de şudur:

Derler ki;

Kimi insanlar vardır ki, bazen içerisinde yaşadığı toplumundan ha bile uzak durmayı ve inzivaya çekilmeyi arzu eder.

Yani, nasıl ki bir insan Avrupa'ya ya da başka bir yabancı yere göç ettiğinde oranın toplumu ile uyum sağlayamıyor ve inzivaya çekilip 2-3 yıl gurbeti yaşıyor ise, kimi insanlar da çevresiyle bir arada yaşamayı sevmemekte ve bundan dolayı da uzlete çekilmektedir.

Reenkarnasyon görüşünü savunanlara göre bunun nedeni, o insanın önceki hayatında başka bir toplum içerisinde ve başka bir hayatı yaşamış olmasıdır.

Bundan dolayı da bu ikinci hayatında, bu topluluk içerisinde kendini gurbette hissetmekte ve bu topluluk ile uyuşmazlık yaşamaktadır. Bu da reenkarnasyonun varlığına bir delildir.


Beşinci delilleri de şudur:

Derler ki;

Blimsel olarak 'Hipnotizma' ilmi bize ispat etmiştir ki bir küçük çocuk kimi zaman kendisi dünyaya gelmeden 20-30 yıl öncesinden haber vermektedir. Örneğin, şu anda 5-10 yaşındaki bir çocuk bundan 30 yıl önce vuku bulmuş bazı olay ya da kişilerden haberler veriyordur. Hipnotizma ilmi, gerçekten çok ilginç bir ilimdir ve bu ilim de "reenkarnasyonun" un varlığını doğruluyor. Batı topluluklarında bu ilimden hayli istifadeler edilmektedir.


Hulul konusu aslında çok zor bir konu değildir.

Bu konu, metafizik bir konu olduğu için bununla uğraşılmaz diyemeyiz.

Psikologlar açısından bu iş kolay olabilir. 

Kısaca söylemek gerekirse; biz buraya kadar "reenkarnasyon" konusuyla ilgili delilleri özet bir şekilde nakletmeye çalıştık.

Tabii ki kendi görüşümüzü de bir sonraya bıraktık.
 

Fotoğraf: Pixabay
Fotoğraf: Pixabay

 

Vicdanı merkeze alanların görüşü

Bu bölümde "ölümden sonraki hayat" hakkında "vicdancıların görüşü"nü aktarmaya çalışacağız. 

Önceden, "ölümden sonraki hayat" ile ilgili, "felsefeci", "İslam alimleri" ve "reenkarnasyoncular" gibi 3 görüşü aktarmıştık.

Şimdi aktaracağımız görüş, "vicdancıların görüşü"dür.

Zaten ilk baştan da "ölüm sonrası hayat" ile ilgili 4 görüşün bulunduğundan söz etmiştik.

Bunların dışında bir de bütünüyle ölüm sonrası hayatı inkâr eden "Materyalistlerin görüşü" vardır.

Ayrıca bunlar; "nefsin" de madde olduğunu kabul etmekteler.

Biz ise, nefsin soyut olduğunu kabul etmiş ve bu şekilde onu kabul edenlerin 4 türlü görüşlerinin bulunduğunu aktarmıştık.

"Vicdancıların", "ölüm sonrası hayat" konusunda diğerleriyle farkı şudur:

İslam adına söylenilen "cennet", "cehennem" vs. gibi inançları bunlar inkâr ederler.

"Reenkarnasyon" konusunu da reddederler.

Çünkü; "İslamcıların ve reenkarnasyoncuların ellerindeki delillerin pek de fazla güçlü olmadıklarını" iddia ederler.

"Vicdancıların" bu görüşleri 4-5 esas üzere dayalıdır.

Bu kesimin görüşlerinin vuzuha kavuşması için önce bu esasların açıklanması gerekir.

Birinci esas şudur:

Derler ki;

İnsan 3 unsurdan müteşekkildir:

  1. Beden.
  2. Nefis.
  3. Ruh.


Vicdancıların bu görüşü, diğerlerinin görüşlerinden alınmadır.

Örneğin, Eflatun, insanı oluşturan şeyin "beden ve ruh" olduğunu söyler.

İslam alimleri "beden ve ruh" ya da "beden ve nefis" derler.

Felsefeciler yalnızca "ruh" derler.

Fakat vicdancılar bunların tümünü kabul edip, insanı oluşturan şeyin "beden, nefis ve ruh" olduğunu söylerler. 

İslam alimleri, kimi zaman "ruh" ile "nefsi" karıştırır; insan oluşumunun kimi zaman "beden ve ruh"tan, kimi zaman da "beden ve nefis"ten olduğunu söylerler.

Yani, bu görüş ("nefis mi, ruh mu" görüşü), İslam alimleri içerisinde hala dahi netlik kazanmış değildir.

Fakat "vicdancılar" açısından, "insan; 'beden, nefis ve ruh' üçlüsünden müteşekkildir."

"Nefis"; şehvet, bedensel ve akıl gücü, duygular ve tepkilerden ibarettir.

Bunların tümü, maddi olan şeyler değildirler.

Hatta kimi zaman nefis, "şer" kaynağı da olabilir.

"Ruh" ise böyle değildir.
 

Eflatun/Platon / Fotoğraf: The Habitat
Eflatun/Platon / Fotoğraf: The Habitat

 

Eflatun "ruh" hakkında şöyle der:

Ruh, yüce bir makam olan misal aleminden gelmektedir.


Eflatun'un bu sözünden kastettiği şey, ruhun "ilahi" oluşudur.

Yani, bu görüşü esas kabul eder isek, Kur'an'ın söylediği:

"Ruhumdan ona üfleyince…." (Hicr:29) ayetindeki "ruh", "hayat ruhu" değildir.

"Hayat ruhu"nda insan ile hayvan müşterektirler.

İslam alimleri de işte bu "ruh" ile "insan nefsi"ni birbirleriyle karıştırmışlardır.

Oysaki "hayat ruhunda/nefsinde" insan ile hayvan müşterektirler.

Bu nefis, her ne kadar soyut olsa dahi yok oluyor.

Nefsin soyut olmasıyla ilgili deliller, onun yok olmayacağına dair yeterli deliller değildirler.

(Bununla ilgili yeterli bilgiler ileride verilecektir.)

Beden topraktandır.

"Hayat ruhu" da nefistir.

"Nefis"; şehevi şeylerden ve duygulardan müteşekkil bir "ruh"tur.

Arapçada "nefis"in mastarı (çıkış kaynağı) ile "nefes"in ki aynıdır.

Araplar "insanda canın bulunduğunu" tarif etmek için, "Bunda nefes vardır" derler.

"Ruh"un da çıkış kaynağı, "riyah"ınki (rüzgârın) ile aynıdır ve "hava" anlamındadır.

Yani, Araplar "ruhu", "hava" gibi tasavvur ederler.

Dolayısıyla, Araplara göre "ruh", bütünüyle "beden" değil, ama "hava" gibidir.

Fakat madde değil, soyut bir varlıktır.


İkinci esas şudur:

"Nefis"; beden ile ruhun ortasında bir yerdedir.

"Ruh" ise, bütünüyle soyut bir varlıktır.

"Beden"se, somuttur. 

"Nefis"; hem soyut hem de birtakım güçlerden terkip edilmiştir. Dolayısıyla, salt soyut bir varlık değildir. 

Önceden İbn Sina, Eflatun'dan vs. nefsin sonsuz hayata sahip olmadığına dair deliller zikretmiştik.

Onların da getirdikleri ilk delilleri, nefsin soyut olduğuyla ilgiliydi. 

"Vicdan" görüşüne sahip olanlar ise şöyle derler:

Hayır. Nefis salt soyut bir varlık değildir. Bir takım şehevi vs. güçlerden oluşmuştur.


Allame Tabatabai de "Usul-ü Felsefe" isimli eserinde şöyle der:

'Ene' (ben), her ne kadar soyut bir şey olsa da fakat 'hayali'dir. Gerçekte 'ene/ben' diye bir şey yoktur. O, yalnızca hayalden ibarettir. Yani, 'benlik', arızi/itibari bir şeydir ve yalnızca zihinde mevcuttur. Bu (benlik) de bedenin ölmesiyle ölüp gidiyor. Dolayısıyla 'nefsin' sonsuza dek kalacağına dair bir delilleri mevcut değildir. Tek delilleri, nefsin soyut oluşuydu.


Vicdan görüşüne sahip olanlar da derler ki;

Hayır, nefis de birtakım güçlerden terkip bulmuştur. Tek soyut olan varlık 'ruh'tur.

(Ruh ile ilgili bilgiler ileride verilecektir.)


Dolayısıyla "nefsin" durumu, "soyutun maddeye ilgi duyması türündendir." 

Önceden de bu konuya (insanı oluşturan beden ve ruhun konusuna) işaret etmiş ve demiştik ki;

Eflatun ve Dekart, düaliteye (insanın beden ve ruh ikilisinden müteşekkil oluşuna) iman etmelerine rağmen, "soyut bir şeyin somut bir şeye olan ilgisini" izah etmemişlerdir.


Oysaki "illet ve malul" (sebep ile sonuç) ilişkisi yasası şöyle der:

İlletin malul ile uygunluk içerisinde olması şarttır. Şayet illet madde ise malulün da madde olması gerekir.


Yani, malulün ilk illeti ile arasında münasebeti bulunmalıdır.

Şayet, "ruhun bedende müessir olduğunu" söyler isek ve aynı şekilde beden de ruha müessir ise, bu doğru kabul edilir.

Yani, beden hasta olur ise ruh da onun etkisinde kalır ve rahatsız olur.

Aynı şekilde şayet ruh hasta olur ise, o da bedende etki yaratır.

Örneğin, savaşa giden birinin ruhu, onun bedeninde etki bırakır ve kendini ona göre uyarlar.

Bu bilinen bir şeydir.

O halde, birisi maddi diğeri de gayri maddi olan illet ile malul'un arasındaki alaka nasıl çözülür?

Ne Eflatun'dan ne Dekart'tan ve ne de herhangi bir feylesoftan bunu duymadık.

Bundan dolayıdır ki biz (Yani, vicdan görüşüne sahip olanlar), insan denilen bu varlığın 2 şeyden değil de 3 şeyden (beden- nefis-ruh) müteşekkil olduğunu söylüyoruz.

"Nefis", somut olan beden ile soyut olan ruhun ortasında bir yerdedir.

Yani, nefis, yarı somut ve yarı da soyut bir varlıktır.

Aksi halde, illet ile malul yasasını tatbik etmek ve bunlar arasındaki alakayı/ilhakı oluşturmak mümkün olmayacaktır.

Bunlar (beden ile ruh), aynen enerji konumundadır.

Enerji de aynen hararet gibidir.

Cisimdeki hararetin boyutu yoktur.

Yani, cismin uzunluk, genişlik ve derinlik gibi boyutları vardır, fakat hararet ve enerjinin böyle bir durumu yoktur.

Ama yine de bilim insanları enerjinin madde olduğunu söylerler.

Fakat, "Enerji, maddeye benzemeyen bir maddedir" derler.

Nefis de bunun gibidir.

Yani, nefis bütünüyle soyut değildir.

Dolayısıyla nefis bir vasıtadır.

Yani, ruh nefise ve nefis de bedene tesir eder.

Nefis; yüzde 50 soyut olması hasebiyle ruhta etki-tepki oluşturur ve yüzde 50 somut olması hasebiyle de bedende etki-tepki meydana getirir.

Şayet, "insan, 'beden ve nefis'ten oluşmuştur" dersek, o taktirde "Materyalistleri" haklı çıkarmış oluruz.

Çünkü nefis yüzde 50 boyutuyla maddedir ve bedenin yok oluşuyla bu da yok olmuş olur.

Fakat, "İnsanın oluşumu 'hem beden hem de ruh'tandır" dersek, ruh da tabiat aleminden olmadığına göre, sorun da halledilir ve ölümden sonraki hayat da makul olur.

Yok şayet "beden ve nefis" dersek, Materyalistler haklı çıkar.

Dolayısıyla nefis, vicdancılara göre beden ile ruhun (somut ile soyutun) ortasında bir yerde karar kılmıştır ve onun bu durumu da sorunun halledilmesine vesile olmaktadır.

Bu görüş hususunda düşünürler içerisinde bir tek şehit Sadr, bu meseleye dikkat etmiş ve şunu demiştir:

Nefis; ortada bir yerde durmaktadır.


Bu sözünden kastının da "cevheri hareket" olduğunu belirtmiştir.

Evet, her ne kadar Sedrü'l- Müteellihin "cevheri hareketi" bulmuş olsa da fakat Şehit Sadr'ın vardığı sonucu elde edememiştir.

Bu sonucu keşfetmek, Şehit Sadr'a nasip olmuştur.

Şehit Sadr, "Felsefetüna" isimli eserinde şöyle der:

Eflatun'un 'seneviyat' konusundaki bu sorun, halledilmiş değildir. Yani, soyut ile somut arasındaki ilişkinin ne olduğuna değinilmemiştir. Onun çözümü Sedrü'l- Müteellihin-i Şirazi'ye nasip olmuştur. Diğer bir ifadeyle; soyut ile somutun birbirlerine karşı ilişkileri, Molla Sadra tarafından halledilmiştir ve onu da 'hareket-i cevheriyye' kavramı ile çözmüştür.


Molla Sadra'nın keşfettiği "cevheri hareket", madde ile ruhun arasındaki bir köprüdür.

İşte, "nefsin ortada yer alması" budur ve bu sonucu keşfedenin de şehit Sadr olduğunu söyledik.

Ayrıca şehit Sadr bununla ilgili şunu da söylüyor:

Madde, cevheri hareket ile kendi varlığında kemale eriyor ve tekâmül esnasında da maddeliğinden soyutlaşıyor.


Şehit Sadr "Felsefetüna" isimli eserinin son bölümünde uzunca yazıyor ve sözünün sonunda şunu da söylüyor:

Bu hareketin özü, somut ile soyutun arasındaki bir köprüdür." Yani, şehit demek istiyor ki, "ortada bir durumun varlığı şarttır ve bu da harekattır.


Vicdan görüşünü savunanlar diyorlar ki; hayır, bu hareket yoktur.

İnsanın nefsi aracıdır.

Yani, "nefis"te hem somut hem de soyut boyutlar vardır.

Nefis de aynen enerji gibidir.

Somut ile soyutun ortasında bir yerdedir ve "Orta durumdan kasıt, 'Cevheri hareket' değil de budur."

Yani, "Cevheri hareket" ayrı bir şeydir.


Üçüncü esas; "ruh"tur.

Peki, "ruh" nedir?

Vicdancılara göre "ruh", "vicdandır".
 

Immanuel Kant / Fotoğraf: Wikipedia
Immanuel Kant / Fotoğraf: Wikipedia

 

Bunu (vicdanı) ilk bulan da ünlü feylesof Kant'tır.

Immanuel Kant, şöyle der:

İnsandaki 'ruh' değildir. Çünkü ruh, çok karışık bir şeydir. Varlığı ya da yokluğu bilinebilecek bir şey değildir. Fakat 'vicdan' bilinen bir şeydir ve bütün beşer bireylerinde mevcuttur, onun varlığını her kes hisseder. 


"Vicdan" insanları hayır işleri yapmaya emreder.

Onları kötülüklerden engeller.

Rezillik yapmalarına engel olur.

Onları güzel yollara davet eder.

İnsanların tümünde zayıf da olsa "vicdan" vardır, fakat "ilahi ruh" büyük bir çoğunlukta mevcut değildir.

Ayrıca "vicdan", bedene de ait değil ve soyut bir varlıktır. 

Beden sürekli bir şekilde seyir halindedir.

Yani, yokluk ile varlık arasında gidip gelmektedir.

Beden "cevheri harekete" sahiptir.

Yani, bu harekete sahip olan her şey, yokluk ile varlık arasında gidip gelen bir şeydir.

Örneğin, filmlerdeki resimler sürekli hareket halindeler.

Her bir resim, bir saniye içerisinde kaç kez varlık ile yokluk arasında gidip gelmekteler.

O filmleri oluşturan da bu hareketlerdir.

İkinci bir resim de bir saniye içerisinde onun peşi sıra geliyor ve yok oluyor, üçüncü, dördüncü, ellinci ve…. aynı bu şekilde bir saniye içerisinde kaç kez gidip gelmeler ile filmi bu şekilde oluşturuyorlar. 

Bizler de bu alemde filmlerdeki gibiyiz.

Şu anda varız, bir saniye sonra da yok olacağız.

Anlığı yaşıyoruz, hem var oluyoruz hem de yok oluyoruz.

İşte tabiat hayatı böyledir.

Ayrıca, tabiat alemi (yani, beden) ilme tabidir.

Yani, cebir ilmine boyun eğmektedir.

Fakat vicdan böyle değildir.

Çünkü vicdan sabit bir şeydir ve onda değişim yoktur.

İkincisi; vicdan da özgürlük vardır.

Vicdan, "ahlaksal hürriyete" sahiptir ve bu durum, yalnızca insana hastır.

Dolayısıyla, vicdanın başka bir aleme tabi olduğunu buradan anlıyoruz. 

Yani, insan iki alemde yaşıyor.

Bunlardan birisi, bedenin içinde yer aldığı "zaruret alemi", diğeri de ahlaksal değerlerin ve hakikatlerin içerisinde yer aldığı sebat alemi olan "yücelikler alemidir".

Örneğin, başka bir aleme ait olan fazilet, hak ve adalet gibi değerleri (cevherleri) sevmek, insanın ruhunun da başka bir aleme ait olduğunun göstergesidir.

Ayrıca bu değerler de soyuttur.

Bundan dolayı da ölümden sonra kalacak olanlar bunlardır.

Ve yine insanların tümü de ölümden sonra sonsuza dek kalacak değillerdir, yalnızca vicdana (bu değerlere) sahip olanlar kalacaklardır.

Dikkat ederseniz, "vicdan" görüşüne sahip olanlar dördüncü esası yalnızca salihlerin üzerine tesis ediyor ve diyorlar ki, ölümden sonraki hayatı, yalnızca salih kimseler ve vicdan sahipleri elde edeceklerdir.

Çünkü "vicdan", ilahi nurdur.

Allah'ın Kur'an'da söylediği, "Ruhumdan ona üfürünce" (Hicr: 29) ayetinde geçen "ruh"un anlamı da budur.

Bu nefih/üfleme, bedendeki hayat ruhu değildir.

Bu ruh, aynen hayvandaki hayat ruhunun aynısıdır ve tedricidir.

İnsanlar kemalleştikçe bu nefih aynen güneşin ışını/enerjisi gibi ona işlenir.

Bir ağaç, ne kadar güneşin enerjisine maruz kalırsa, o kadar onun enerjisinden kesp eder.

Fakat güneşin enerjisi/nuru insanın ya da bitki ve ağacın dışındadır.

İlahi nur da aynen öyledir.

Dışarıdan gelip, insanlığın ruhu ve nefsiyle birleşiyordur.

Nefsin "ene"si ile "ilahi vicdan" arasında bir kapışma sağlıyordur.

Şayet nefis/ene, vicdanı kuşatıyor olsa da sonunda vicdan ölüyordur.

Böylece insandan geriye yalnızca beden ve nefis kalıyordur.

Bunlara da sonsuz hayat yazılmıyor ve bu insan, aynen hayvan gibi oluyor. 

İslam alimleri hayvanlarda "nefsin" bulunduğunu ve soyut olduğunu söylerler, fakat ölümden sonra hayvanlara hayatın yazılmadığına da inanırlar.

Yalnızca insana yazıldığını iddia ederler.

Peki, bu ikisinin farkı nedir?

Yani, hem insanda hem de hayvanda "hayat nefsi" mevcut iken ve aralarında da hiçbir fark yokken, birine hayat hakkının yazılıp diğerine yazılmadığının nedeni nedir?

Aralarında elbette ki fark vardır ve tek farkın, insanda "vicdan"ın bulunduğu, hayvanda ise bulunmadığıdır.

Çünkü vicdan özgür ve sabit olan bir değerdir.

Bu değer ise içerisinde bulunduğumuz bu tabiat alemine ait değildir.

Bu gibi değerler Allah'a ait değerlerdir, çünkü tüm değerlerin mihveri/merkezi Allah'tır.

Yani, asıl değerler, Allah hakkında söylenen "esmaü'l- hüsna"dır.

Bu değerler; aslında Allah'tan birer nurdur ve aslına rücu ederler.

Hayatta kalıp ölümsüzleşenler de bu değerlerdirler.

Çünkü Allah hay, baki, ezeli ve ebedidir.

Dolayısıyla, Allah'tan olan değerler (ruh) da yine onun zatı gibi hay, baki ve ebedidir.


Beşinci esas; "şahsi kimliktir."

Bir önceki yazımızda da ölümden sonraki hayatta "şahsi kimlik sorunundan" bahsettik ve şunu söyledik:

Acaba insanın şahsiyeti değişken midir değil midir?

Şayet değişken ise ve örneğin, 'Allah daa fani olursa' bu, bizim konumuzun dışında olur.

Bizim konumuz; 'insanın asıl şahsi kimliği' ile ilgilidir.

Acaba insanın bu şahsi kimliği ölümden sonra kalıyor mu kalmıyor mu?


Şayet reenkarnasyoncuların dedikleri gibi olur ise (yani, insan öldükten sonra onun ruhu bütün hızıyla başka bir bedene nakil olur ise), bunun bizim konumzla ilgisi olur mu?

Dolayısıyla burada bize lazım olan şey; ölümden sonraki hayat ile ilgili insanın şahsi kimliğidir.

Yani, bu insanın dünya/tabiat aleminde yaşadığı müddet içerisinde elde ettiği şahsi kimliği, ölümünden sonra da kalacak mı yoksa değişecek mi?

İşte bu sorunun, şimdi izahına çalışacağımız bu "beşinci esas"ta çözüme ulaşması gerekir.

Ve biz burada ruhun Allah'ta fani olduğundan değil, "şahıs" ve "şahsiyet"ten söz ediyoruz.

"Şahıs"; yani, "sen, ben, o"dur.

"Şahsiyet" ise, toplum içerisinde oluşan bir "kişiliktir."

Diğer bir ifadeyle "şahsiyet"; ben, sen ve ondan, toplumdakilere yansıyan şeydir. 

Her insanın kendinde bir "ben"i ve bedeni vardır ve bir de insanların zihinlerinde oluşturduğu bir "benliği" (kişiliği) vardır.

Yani, her insanın akrabalarının, arkadaşlarının ve ötekilerin kalbinde etki bıraktığı kendisiyle ilgili birtakım bilgi ve etkileri vardır.

Buna "şahsiyet" denir.

İnsan; bir tek bedeninde olduğunda, bunun "şahsiyeti", yalnızca "şahsı" olur.

Ölümden sonra kalıcak olan, onun "şahsı" değil de "şahsiyetidir."

Daha açık söylemek gerekirse; aslında insan ölmüyor, çünkü insanın kendisi hakkında oluşturduğu "şahsiyeti", hayattaki baba, anne, evlat, eş, dost ve edindiği çevresindeki insanların kalplerinde mevcuttur. 

Yine her insan baba, anne, arkadaş ve çevresini hep kalbinde hissetmektedir.

Buna "nefsani vücut" denir.

Yani, insan kendi nezdinde "şahsi varlıktır".

Diğerlerinin nezdinde ise "nefsani varlıktır".

Allah da öyledir.

Allah'ın dış varlığı (şahsi varlığı) ile ilgili hiçbir şey bilmiyoruz.

"Nefsani Allah", tüm insanların kalbinde bir nurdur.

Yani, "nefsani Allah", "mutlak Allah"tan bir nüsha ve fotokopidir.

Buna; "Allah'ın insanlaştırılmış şekli" denir.

İşte bizim işimiz bu "insanlaştırılmış Allah" iledir.

Yani, bizler sürekli bu Allah ile irtibat içindeyiz. 

"Bizler sürekli güneş ile irtibat içindeyiz" derken, tabi ki güneşin kendisiyle irtibat içerisindeyiz demek istemiyoruz, ancak güneşin ışın ve enerjisi ile irtibat içerisinde olduğumuzu kastediyoruz.

Aynen öyle bizler; ölümden sonra insanın Allah'a gittiğini ve O'nunla birlikte olduğunu söylediğimizde de onu kastetmiş değilizdir. 

Biz, ölümden sonra insanın baki kalacağını söylerken de o insanın şahsiyetinin insanların kalplerinde yer edinip o şekilde ebedileşeceğini söylemek istiyoruz.

Tabii ki bizler öteki (metafizik) alemi bilemeyiz ve orası bize örtülüdür.

Örneğin, Hz. İsa (as) şu ana kadar iki milyar kendine inanan insanın kalbinde yaşıyordur.

Her ne kadar bundan 2 bin yıl öncesinden ölmüş olsa da bu bir gerçektir.

İşte ölümden sonraki hayatın varlığı bu varlıktır. 

Bu varlık, aynen imam Hüseyin, Gandhi ve diğer ıslahçıların varlığı gibidir.

Mucitlerin varlığı da böyledir.

Bunlar da yaptıkları hizmetler içerisinde mevcutturlar.

Bundan dolayı da insanların kalplerinde hep varlıklarını korumaktalar ve yaşayan varlıklar da bu türden varlıklardır.

Nitekim Kur'an- Kerim de bunlardan haber vererek şöyle der:

Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Onlar diridir ama siz anlamazsınız. (Bakara: 154)


"Onlar diridir" sözünde geçen "diri"likten kasıt, bu dünyadaki diriliktir.

Yoksa herkes şunu çok iyi bilmekte ki kıyametten sonra bütün insanlar dirileceklerdir.

Ya cennete ye da cehenneme gireceklerdir.

Fakat şehitler, yalnızca onlara has olmak üzere şu anda dünyada, hayattadırlar.

Tabii ki şehitlerin diri oldukları yer de insanların kalpleridir.

Çünkü şehitlerin kendileri, örneğin, savaş şehitleri yüzü suyu hürmetine ülkeler özgürlüklerine kavuşurlar.

Çanakkale şehitleri, 15 Temmuz şehitleri vs. ülkemizin özgürlüğüne sebebiyet vermişlerdir.

Dünyadaki her milletin rahatlığı, o türden ıslahçıların sayesinde olmuştur ve o ülkelerin milletleri hep onlara medyundurlar.

Yani, Musa, İsa, Muhammed, Ali, Hüseyin vs. gibileri öldüler ve artık öteki dünyada yaşamlarını sürdürüyorlardır değil, onlar ölmelerine rağmen, ışın ve enerjileri hâlâ daha yeryüzünde bulunmakta ve insanları yönlendirmektedir.

Denilebilir ki Hitler, Cengiz, Timur vs. de öyledirler.

Evet, bunlar da tarihtedirler, fakat bunların varlığı yalnızca isimledir.

İnsanların hayatlarında bunların müspet etkileri yoktur.

Dolayısıyla biz, bu dünyada insanların hayatlarında müspet etki bırakan ıslahatçı insanları kastediyoruz.

Örneğin, Hz. İsa (as), salih insanların ahlakında müspet etkiler bırakmaktadır.

Bundan ötürü Hz. Mesih, o insanların kalplerinde yaşadığı içindir ki ona inananlar ahlaklı oluyorlar.

Yuhenna İncili'nde Yuhenna'nın şöyle bir sözü geçer:

Kimin oğlu varsa, onun hayatı vardır. Kimin de oğlu yoksa, onun için hayat söz konusu değildir.


Yani, "İbnullah/Allah'ın oğlu" Hz.Mesih'tir.  

Kim Allah'ın oğlu İsa Mesih'e iman ederse, manevi olarak insanların kalbinde onun için hayat vardır.

Kimde de "İbn/oğul/vicdan" yok ise, onun için hayat da yoktur. 

Yani, "hayvani hayat", hayat değildir.

"Hakiki hayat"; "oğulun" ya da "vicdanın", kalpte olmasıyla mümkündür.

İşte böyle bir insan "müstazafları/ezilmişleri" sever, zalimlerin karşısında durur ve bu gibi durumlar "canlı olanların" etkileridir.

Bu canlılığını koruyabilenler, hiç fark etmez; ister binlerce yıl önceden ölmüş olsun, ister şimdi... Her zaman onlar insanlara etki yapmaktalar. 

İşte ahiret hayatı denilen hayat budur.

Böylesine bir hayat, yalnızca kıyamet koptuktan sonraya ait olan hayat değildir.

Yani, hayat, ölüm ile bitti, artık onun hayatla ilgisi kalmadı denilmez.

Hayır. O türden insanlar hala dahi yaşamaktalar. 

Bu konuyu da çok kısa bir şekilde burada noktalamış olduk. 
 


Ölümden sonra ne olacak?

Kanaatimce, ölümden sonraki hayatı aklî veriler ile ispat etmek mümkün değildir.

Nitekim ünlü Alman Filozofu Kant, şöyle der:

Akıl, öteki alemi idrak edemez. Aklın idraki bu alemle sınırlıdır.


Fakat bence bunun da göstergeleri vardır ve şunlardır:

Ölümden sonra, yalnızca salih insanların yaşama imkânı olacaktır. Ama orta sınıf, yani, avam tabaka ile suçlular, öldükten sonra bu imkana sahip olamayacaklardır. Bunlar için öldükten sonra bir hayat söz konusu değildir.


"Ahlak", Allah'tan bir nurdur.

Allah da ezeli ve baki olması dolayısıyla, onun nuru da yine ezeli ve bakidir.

Şayet bir insanda onun nuru vardırsa, o insan da ölümünden sonra ezeli ve bakidir.

Ve şayet bir insanda ondan bir nur yok ise, akıl da onun ezeli ve baki olacağını kabul etmez.

Yani, onun baki kalması için bir gerekçe olmaz.

Baki kalmanın ve ilahi nurun göstergeleri şunlardır:

Salih insanlar ve hayır ehli olanlar, bu dünyada sürekli bir şekilde yad edilen ve anılan kimselerdirler. Bu gibi kimseler örnek alındıkları için sürekli insanları hayra sevk ediyor ve insanlar da onları sürekli hayır ile yad ederler.

Örneğin, Hz. İsa şu anda dahi bu dünyada mevcuttur, çünkü iki milyar küsür insan şu anda dünyada ondan ahlakı, insanî değerleri, barış ve sevgiyi öğreniyor. 2 bin yıl öncesinden insanlar bunları ondan öğreniyorlar. Dolayısıyla Hz. İsa hayırdır. Yani, İsa'nın ölü olup da eserlerinin etkisiz kalması mümkün değildir. 


Hz. İsa (as), "sürekli olarak Hıristiyanların kalbinde yaşıyor" dedik.

Elbette birtakım yalnızca ismen "Hıristiyan" olanlar da vardır, onlar da aynen bizdeki yalnızca ismen "Müslüman" olanlar gibidirler.

Fakat taşıdıkları isme hakiki anlamda layık değillerdir. 

Örneğin, Hindistan'ın özgürleştirilmesine vesile olan Mahatma Gandhi, gerçek bir Müslümandır.

Che Guevra da gerçek bir Müslümandır.

Çünkü bunlar hayrı seven insanlardır.

Her ne kadar ateist ve dinsiz olsalar da ezilen ve güçsüz bırakılan (müstazaf) insanlara hayli yardımları dokundu.
 

Ernesto Che Guevara'nın CBC televizyonuna verdiği röportajdan bir kare
Ernesto Che Guevara'nın CBC televizyonuna verdiği röportajdan bir kare

 

Örneğin, Che Guevra hem öldürdü hem de öldürüldü.

Yani, Amerikan emperyalizmine karşı güçsüz bırakılan Latin Amerikan halkını sonuna kadar savundu.

Demek ki bu şahısta "ilahi nur" vardır.

İşte onu ölümsüzleştiren şey, ondaki bu ilahi nurdur. 
 

Mahatma Gandhi / Fotoğraf: Central Press-Hulton Archive
Mahatma Gandhi / Fotoğraf: Central Press-Hulton Archive

 

Hindu Mahatma Gandhi'nin de kalbinde ilahi nur olduğu için o da ölümsüzleşti.

Çünkü Gandhi, günümüzde sayıları 2 milyarı aşan Hindistanlıyı İngiliz sömürüsünden kurtardı.

Nitekim Hz. İsa da bir sözünde şöyle demiştir:

Doğru insanları, gerilerinde bıraktıkları meyvelerinden tanırsınız.


Hz. İsa, Gandhi ve Che Guevra'nın gerilerinde bıraktıkları meyvelere bir bakınız.
 

Fransız-Amerikan Irk Entegrasyonu Destek Komitesi tarafından Fransa'ya davet edilen ABD’li din adamı ve vatandaşlık hakları hareketi lideri Martin Luther King, Paris'teki Spor Sarayı'nda bir konuşma yaparken, 28 Mart 1966 / Fotoğraf: AFP
ABD’li din adamı ve vatandaşlık hakları hareketi lideri Martin Luther King, Paris'teki Spor Sarayı'nda bir konuşma yaparken, 28 Mart 1966 / Fotoğraf: AFP

 

Yine Martin Luther King'in de gerisinde bıraktığı meyveler de öyledir.

Luther, Hıristiyanların durumlarını gayet güzelleştirdi.

Şayet öyle yapmasaydı Hıristiyanlar, bilim insanlarını yakmaya devam edeceklerdi.

Kiliseler, engizisyon'u (inançları teftiş etmeyi) yürütüp milyonlarca insanı katledeceklerdi.

Fakat Luther geldikten sonra Kilise ve papazın yüzündeki maskeyi düşürdü.

Kutsal kitap ve teslis'e (üçlü bir'e), Yani, Hıristiyanlığın temeli olan bu değerlere dokunmadı, fakat onların yanlış yollarını düzeltmeye gayret sarfetti. 

Hıristiyanların inancında "Mesih, Allah'ın oğludur" inancının bulunmasına rağmen, o inanca dokunmadı.

Çünkü ona göre Allah önemli değildir.

İster Allah'a "oğul" deyiniz, ister "baba"; onun için bu söylemler çok da mühim değildir.

Mühim olan "senin nasıl bir insan olduğundur."

Yani, senin "salih insan" olmandır.

Örneğin, Gandhi salih bir insandı ve önemli olan da buydu.

Gandhi ister Hindu olsun ister ateist, o önemli değildir.

Önemli olan onun salih biri olmasıdır.

Che Guvera, Voltaria ve kimi Batılı bilim insanları da öyledirler.

Bunlar, her ne kadar "deist" olsalar da sonuçta salih insanlardır.

Yunanlılardaki Aristo, Eflatun, Sokrates vs. de öyledir.

Örneğin, Sokrates, Safsatacılara karşı zehir içti ve "akılcılık" diye bir nizam kurdu.

O günden günümüze dek insanlığın belini düzeltti.

İşte "ilahi nur" dediğimiz şey budur.

Günümüze dek ortaya çıkan filozofların tümü de Sokrates'in kurduğu o "akılcılık" sistemi yüzündendir.

Oysaki Sokrates ne Allah'tan söz etmiştir ne de cennet ve cehennemden.

Sürekli zulüm, zalim ve cehalet ile savaştı.

Zaten önemli olan da budur.

Benim inancıma göre; şayet bir insan salih birisi ise ve onda "ilahi nur" vardırsa, işte ölümsüz olan o insandır.

Yani, onlar, bu dünyada ölümsüz oldukları gibi ahirette de ölümsüzdürler.

Denilebilir ki;

Hitler, Hulagu Han, Cengiz Han vs. gibileri de bu dünyada isimlerini tarihe yazdırmışlardır, dolayısıyla onlar da ölümsüzdürler.


Derim ki;

Hayır. Onlar kötülük üzere tarihte ölümsüzleşmişlerdir.

Çünkü hiçbir kimse zulümde, örneğin, Cengiz Han'ı örnek almıyor ve yine hiçbir kimse Hulagu Han'ı ya da Hitler'i model olarak kabul etmiyor.

Evet, isimleri tarihte mevcuttur ama, hiçbir surette onlar insanlığa hayat vermemekteler.

Fakat Hz. İsa öyle değildir, İsa (as) insanlara hayat veriyor, hayat verdiklerini "salih kul" yapıyor.

Bunun için ben, İsa'nın ölümsüz olduğunu söylüyorum.

Fakat, her ne kadar Hitler ve benzerlerinin isimleri tarihte ebedileşmiş olsa dahi öyle değildirler.

Yani, hiç kimse bir insanî değer bulup da onu onlardan almıyor.

Asıl mesele de budur.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU