İsrail neyin peşinde?

Bülent Güven Independent Türkçe için yazdı

Görsel: The Economist

İsrail'in neyin peşinde olduğunu anlamadan önce, İran'a "nükleer bomba yapıyor" bahanesiyle açtığı savaşın küresel yansımalarına dair birkaç gözlemde bulunmanın faydalı olacağını belirtmek gerekir.

Öncelikle, İran'ın yakın zamanda bir atom bombası yapacağı yönünde ne Amerikan istihbarat servisi CIA'nın ne de Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun herhangi bir tespiti bulunmuyor.

Ellerindeki yaklaşık 400 kilogram uranyumun atom bombası yapımına uygun hâle gelmesi bir yana, tam teşekküllü bir nükleer silah üretimi için gerekli ürün tasarımı ve taşıyıcı roketlerin yapılması da birkaç yıllık bir süreci gerektiriyor.

Ayrıca İran'ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney'in, atom bombası yapmanın İslam'a göre haram olduğuna dair yazılı beyanı da mevcut.

Dolayısıyla İsrail'in İran'a yönelik saldırısının asıl gayesi, İsrail propagandasının öne sürdüğü gibi, İran'ın yakın zamanda nükleer silah üretme ihtimaline karşı bir tehdit algısından çok, İsrail'in uzun vadeli stratejik planlarının bir parçası olarak değerlendirilmeli.

Uluslararası hukuka açıkça aykırı olan bu saldırıya, başta Amerika ve Avrupa ülkeleri olmak üzere verilen toplu desteği; buna karşılık Rusya ve Çin'in tutumlarını da göz önünde bulundurduğumuzda, aslında yeni bir dünya düzeniyle karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkıyor.

Bu yeni düzeni, "kurallara dayalı sistemden güce dayalı sisteme geçiş" olarak tanımlamak mümkün.

Artık uluslararası hukukun ya da Birleşmiş Milletler'in (BM) dünya genelinde düzen sağlama konusunda ciddi bir etkisi kalmadı.

Eskiden bu "kurallara dayalı sistemin" işlemesini büyük ölçüde ABD sağlıyordu.

Ancak bugün ABD, hem Çin'i ana rakip olarak görmesi nedeniyle hem de doğrudan kendi çıkarlarını ilgilendirmeyen krizlere müdahale etmek istemediği için, bu düzeni sağlayan süper güç rolünü adım adım terk ediyor.

Üstelik ABD'nin artık bu tür müdahaleleri gerçekleştirecek ekonomik gücü de kalmadı.

Her ne kadar halen yıllık 997 milyar dolarlık askeri harcama ile dünyadaki toplam savunma harcamalarının yüzde 37'sini gerçekleştiriyor olsa da aşırı borçlanması nedeniyle askerî kaynaklarını yalnızca doğrudan çıkarını ilgilendiren alanlara yönlendiriyor.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bu tercihin stratejik bir gerekçesi de bulunuyor.

18'inci yüzyılda yaşamış olan İngiliz filozof ve tarihçi Adam Ferguson'a göre, herhangi bir hegemon gücün yıllık borç faizi giderleri, askeri harcamalarını geçtiği anda, o devletin büyük güç olma statüsünü koruması mümkün değil.

Daha sonraki dönemlerde yapılan araştırmalar da Ferguson'un bu tespitini doğruluyor.

Bugün ABD'nin yıllık borç faiz giderleri 1 trilyon doları aştı.

Bu finansal gidişat devam ederse, 2049 yılında ABD'nin faiz harcamalarının, askeri harcamalarının 2 katına ulaşacağı öngörülüyor.

Trump yönetiminin, Rusya'nın Ukrayna'ya açtığı savaşa, selefi Biden yönetimi ve Avrupalılar kadar sert tepki göstermemesinin arkasında da bu stratejik hesaplar bulunuyor.

ABD'nin doğrudan çıkarı olmayan kriz ve çatışmalara müdahale etmek istememesi ve artık "gücü olanın yaptığının yanına kâr kaldığı" bir düzenin şekillenmesi, önümüzdeki yıllarda hem askeri harcamaların artmasına hem de yeni kriz ve çatışmaların ortaya çıkmasına yol açacaktır.

Çin, Hindistan, Rusya ve Avrupa ülkeleri de bu yeni duruma uyum sağlamak amacıyla askeri bütçelerini astronomik oranlarda artırıyor.

ABD'nin aslında kendi çıkarına doğrudan katkısı olmayan, hatta İslam dünyasıyla ilişkileri açısından aleyhine sonuçlar doğurabilecek İsrail politikalarını koşulsuz desteklemesinin temel nedeni ise, ABD'deki güçlü İsrail lobisidir.

Bu konunun detaylarını öğrenmek isteyenler, John J. Mearsheimer ve Stephen M. Walt'ın birlikte kaleme aldığı "İsrail Lobisi ve Amerikan Dış Politikası" adlı kitaba başvurabilirler.


Öncelikle belirtmek gerekir ki, İsrail'in fanatik Başbakanı Netanyahu'nun kişisel İran takıntısı yeni bir durum değil.

1990'larda, ilk başbakan olduğu dönemlerden itibaren İran'a vurmak en büyük hedeflerinden biri oldu.

En son geçen yıl, o dönemdeki ABD Başkanı Biden engellemeseydi, Netanyahu'nun başında olduğu İsrail şu an İran'a yaptığı saldırıyı o zaman yapacaktı.

Ancak İsrail'in, başta İran olmak üzere bölge politikasını anlamak için meseleye biraz daha geniş bir perspektiften bakmak faydalı olacaktır.


İsrail devletinin temel ideolojisini Siyonizm oluşturuyor.

Siyonizmin Yahudi sorununa çözümü, İsrail'de Yahudilerin, yani kendi devletlerinde artık "normal bir halk" hâline geldiğini vurgular.

"Normal" olmak, bir devlete sahip olmak demektir. Devlete sahip olmak ise, Yahudilerin -diasporadakilerden farklı olarak- bir orduya ve şiddet kullanma imkânına sahip olması anlamına gelir.

Buna göre, Yahudi devletinin varlığı, diaspora Yahudilerinin güçsüzlüğüne tepki olarak ortaya çıktığı için, bu devlet zorunlu olarak şiddetle iç içe olmalı. Düşmanlara mutlaka şiddetle karşılık verilmeli.

Uzlaşma ya da diyalog yolu -bu ancak diasporadaki zavallı Yahudilere mahsus bir şey olabilir.

Oysa egemen Yahudi devleti elinde şiddet araçlarını tutuyor.

Dolayısıyla bu devlet karşılaştığı tüm sorunları ancak şiddet yolu ile çözebilir.

İsrail, kurulduğu günden beri bu mantıkla hareket ettiği için hâlâ çevresi ile barış içinde olamadı.

Gelinen noktada, İsrail devleti kurulduğu ilk yıllardaki idealizm olan "Doğudan Yükselen Bir Işık" gibi söylemler geçtikten sonra geriye orduya odaklanma, "düşmanlara" karşı şiddet kullanımı ve buna eşlik eden bir Yahudi fundamentalizmi kaldı.

Bu mantığa göre, örneğin, "Gazze'deki tek çözüm mutlak zafer olmalı."

Bu mutlak zafer ve İsrail'in Batı Şeria'daki yerleşim politikası, nihayetinde "Büyük İsrail" vizyonunu gerçekleştirmeyi amaçlıyor.

İbranice'de buna "Erez Yisrael Ha'shlema" denir - yani "Tüm İsrail". "Denizden (Akdeniz) Şeria Nehri'ne kadar her şey Yahudilere ait olmalıdır."

Bu, Tevrat'ta geçen "Arz-ı Mev‘ûd"un, yani vaat edilmiş toprakların mealen aynısıdır; yani "Büyük İsrail."

Bu İsrail toplumu, yalnızca milliyetçi anlamda değil, aynı zamanda gerçek bir dindarlık anlayışıyla da tamamen Yahudilerden oluşan bir toplum olmalıdır.

Asıl hedef, bu dini temelli Büyük İsrail'dir. Buna, İsrailliler tarafından Gazze Şeridi'nin yeniden yerleşime açılması, Batı Şeria'daki yasa dışı Yahudi yerleşimlerinin genişletilmesi, Arap nüfusunun "uyum sağlaması" ya da "göç ettirilmesi" gibi adımlar da dahildir.

Yani, İsrail'in Filistin için iki devletli bir çözümü olmadığı gibi, gözünü "Arz-ı Mev‘ûd"un alanına giren ülkelerdeki topraklara da dikti.


Bu fanatik ideoloji 1977 yılında İsrail'de sağın yükselişiyle daha münbit bir zemine oturdu.

Menachem Begin liderliğindeki sağcı Likud partisi iktidar olmuştur. İsrail'de 1948'den beri (29 yıl boyunca) iktidarda olan sol eğilimli Mapai ve İşçi Partisi ise iktidarı kaybetti.

Likud iktidarı ile bu fanatik ideoloji ders kitaplarından kültür mecralarına kadar sistematik olarak yerleştirildi.

Bugün Netanyahu'yu adeta rehin almış koalisyon ortakları olan ırkçı sağ partilerin yükselişinin arkasında Likud'un bu politikası yatıyor.

Bu ırkçı partiler ile El Kaide veya IŞİD arasında mantık olarak hiçbir fark yoktur. Filistinlilere uygulanan soykırımı başka türlü açıklamak mümkün değil.

Bu siyonist ve radikal dinci ideolojik zeminin üzerine, Oded Yinon isimli İsrail Dışişleri Bakanlığı'nda çalışmış birinin 1982 yılında yazdığı rapor ise İsrail devleti için bir master plan oldu.

Yinon'un "A Strategy for Israel in the 1980s" başlıklı raporuna göre; İsrail'in kalıcı güvenliği, çevresindeki Arap ve Müslüman ülkelerin güçlü, merkezi devletler olarak ayakta kalmasına değil, aksine parçalanmalarına bağlı.

I. Dünya Savaşı'ndan sonra İngilizler ve Fransızlar arasında yapılan Sykes-Picot Anlaşması'na göre bu ülkeler, çıkarlarına göre bölünmüş Ortadoğu, İsrail'in güvenliği için etnik ve mezhepsel temelde tekrar bölünmelidir; bu da Yinon'a göre kaçınılmaz.

Mısır örneğinde bu yaklaşım açıkça görülür:

Rapora göre, 1979'daki Camp David Anlaşması ile Sina'yı geri veren İsrail, bu bölgeyi ileride tekrar kazanmayı hedeflemelidir. Mısır'ın merkezi otoritesi zayıflatılmalı, Yukarı Mısır ve diğer bölgeler kendi yönetimlerine ayrılarak Mısır küçük parçalara bölünmelidir.

Suriye için önerilen senaryo ise, ülkenin Alavi, Sünni, Dürzi ve Kürt gruplar temelinde bölünmesidir.

Bu çok parçalı yapı, İsrail'in kuzey sınırındaki tehditleri bertaraf edebilecektir. Aynı şekilde Irak da uzun vadede parçalanmalı; Şii, Sünni ve Kürt bölgeleri birbirinden ayrılarak güçlü bir Arap devleti olma potansiyeli ortadan kaldırılmalıdır.

Raporda, Lübnan'ın zaten fiilen bölünmüş bir ülke olduğu belirtilirken, bu durumun kalıcı hâle gelmesi gerektiği savunulur.

Ürdün ise, Yinon'a göre İsrail'in Filistin politikasının bir uzantısıdır. Batı Şeria Filistinlilerden arındırılmalı, Doğu Ürdün'e yönlendirilmeli ve kalan topraklar İsrail'e bağlanmalıdır.
 


1982 yılında yazılmış olan bu rapor, o günlerde okunduğunda insana bir komplo gibi gelebilirdi. Fakat geçen 40 yılı aşkın süreçte ortaya çıkan tabloya bakıldığında, Oded Yinon'un öngördüğü strateji büyük oranda gerçekleşmiş durumda.

İsrail'in İran'a saldırısının ve dönem dönem Türkiye'ye yaptığı saldırıların arkasında "Arz-ı Mev‘ûd" temelli jeopolitik hedefler yatıyor.

Lübnan'daki Hizbullah'ı ve İran'a yaptığı son saldırıda, yaptığı dahiyane istihbarat çalışması ile elde ettiği sonuç askeri anlamda tam bir şaheser niteliğindedir.

Bu perspektiften bakıldığında, aslında İran'ın desteksiz retoriğini ve soykırıma uğratılan Filistinlilerin haklı mücadelesini bir kenara bırakırsak, İsrail'i tehdit eden ve Ortadoğu'daki varlığını sorgulayan ciddi bir İslam ülkesi bulunmuyor.

Buna rağmen İsrail, yukarıda tasvir edilen ideolojik ve stratejik nedenlerden dolayı bölgeyi sürekli istikrarsızlığa doğru sürüklüyor.


İsrail'in bu politikasından Türkiye, PKK terör örgütü üzerinden bir hayli zarar gördü.

Bu ideolojik perspektiften bakıldığında, fırsat buldukça İsrail'in Türkiye'ye saldırması için birçok nedeni bulunuyor. Türkiye'nin buna mutlaka hazırlıklı olması gerekir.

Bu hazırlıkta öncelik konvansiyonel silahlara verilmeli.

Türkiye'nin uzun menzilli roketlere ve İsrail'de olduğu gibi hava savunma sistemi Demir Kubbe'ye (Iron Dome) sahip olması gerekir.

Ukrayna örneği gösterdiği gibi, bir ülke güçlü konvansiyonel silahlara sahip olduğunda, atom bombasına sahip bir devlete karşı başarılı bir şekilde savaşabilir.

Ayrıca Türkiye, orta vadede mutlaka atom bombasına sahip olmalı.

Ancak bunu yaparken geçmişte Irak, Libya ve günümüzde İran'ın yaptığı gibi amatörce hareket etmemeli.

Bu konuda dost ve kardeş ülke olan Pakistan ile iş birliği yapıp, uranyumu orada olgunlaştırmalı.

İsrail'in böyle bir durumda atom bombasına sahip olan Pakistan'a saldırması çok düşük bir ihtimal.

Askeri kaynaklar, İsrail'in 200 ile 400 atom başlığına sahip olduğunu belirtmektedir. Türkiye de uzun vadede en azından bu sayıya ulaşmalı.

İdeolojik temele oturan İsrail devleti ve onu yöneten aşırı dinci fanatik yöneticiler, bölge ve dünya için bir tehdit unsuru olmaya devam edecektir.

İsrail rahat durduğu zaman Müslümanların İsrail gibi bir azınlığın Ortadoğu'daki varlığı ile ilgili bir problemi yok.

Tarih bunun en iyi örneği. Yahudiler 1492'de İspanya'da, 1939'dan sonra Almanya'da soykırıma uğradıkları zaman, onlara kapıyı açan Osmanlı ve Türkiye oldu.

 

 

*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU