O kusursuz yaz... ailede ölen hiç kimsenin olmadığı.
Bu mısra James Wood'un "Hayatın En Yakın Benzeri" kitabında geçiyor.
Wood, arkadaşının kardeşi için düzenlenen bir anma töreninden dönerken arkadaşının babasının bu dokunaklı sızlanmayı içeren bir şiiri olduğunu öğreniyor ve kitabına alıyor.
Ölümün bize hayatlarımızı bir bütün olarak görmek gibi korkunç bir ayrıcalık kazandırdığı düşüncesi bu mısrada kendine güçlü bir karşılık buluyor.
Zamanda geriye doğru baktığımızda, içinde olduğumuz ânın canlılığıyla, o anların bütün içindeki ritmini çoğu zaman ıskaladığımızı fark ederiz.
Ne zamanki durup nereden geldiğimizi ve nereye gittiğimizi düşünme gereği duyarız o zaman ritimler de duyulur hâle gelir.
Bu mısradaki gibi, bir zamanlar sıradan görünen bir yaz yıllar sonra talihli bir anlamı giyinir.
Bizi yaşamla bağlayan her tür ilişki, bir sonraki yaşananla birlikte yeniden yorumlanmaya açık hâle gelir.
Ya ilişkinin sağlamasını yaparız, ya onu yanılgılardan ayıklarız ya da onu layık olduğunu düşündüğümüz bir yere koyarız.
Dikkatimizi gidişatın üzerine topladığımız bu anlar, bizim yaşamla parça-bütün ilişkimizi açıklayan durak noktalarıdır.
Gençlikte, orta yaşta ve yaşlılıkta, dağılma, onarma ve yeniden başlama gibi adlar verebileceğimiz duraklarda bu düzenlemeleri yapabilmemiz için birçok olanağın arasında edebiyat tüm içtenliğiyle yanı başımızda duruyor.
James Wood'dan devam edecek olursak, Wood edebiyatın mutfağına yönelik şöyle bir soru soruyor:
Yazarlar ciddi olarak dünyayı gözlemledikleri zaman ne yaparlar?
Ardından ise şöyle bir yanıt veriyor:
Sanat gibi edebiyat da zamanın gönül eğlencesine taş koyar- alışkanlığın salonlarında birer uykusuzluk hastasına dönüştürür bizi, şeylerin hayatını ölümden kurtarmamızı önerir. Yani demem o ki, bizi ölümlerimizden kurtarırlar. Ayrıntılar yavaş yavaş uzak geçmişte kalırken onların üzerine çöreklenen soluklaşmış gerçeklikten söz ediyorum; çocukluk anılarımız, tatların, kokuların, dokuların neredeyse unutulmuş aromasının anıları: Dikkatimizin uykuya dalmasıyla dünyaya yaydığımız o yavaş ölümden. 1
Bu cümleleri okuyunca tezatların besleyici tarafını düşündüren güzel örneklerden biri ile karşılaşıyoruz; yazarlar, sayısız karaktere hayat üflerken, her birine, yaşamın damarlarından bir gerçeklik aktarırken, aynı zamanda bize ölmekte olanın yavaş yaşamını gözlemleme şansını verirler.
Kendi yaşamlarımızda mahrum olduğumuz cömertlik bize burada sergilenir.
Zaman istediğimiz noktada duraklatılabilir, ağır çekimde izlenebilir, hızlıca ileriye doğru sarılabilir ve tekrar tekrar geriye döndürülebilir.
Çünkü öyküsü anlatılan kahramanların yol ayrımları, kararları ve hatta ölümleri bile bize istediğimiz zaman geri dönebilecekleri şekilde tasarlanmıştır.
Yaslarını tutarken biliriz ki bir kitapta hayatın kahkahası ölümün kanlı öksürüğünden daha uzun ömürlüdür. 2
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Hayatın kahkahası ve ölümün kanlı öksürüğü arasında elime aldığım ve ikisini de kavradığımı hissettiren Mustafa Orman'ın "Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim" adlı öykü kitabı Walter Benjamin'in, bir öyküyü aktarılabilir kılan şeyin ölüm olduğu düşüncesi ile kesişiyor.
Kitap, "O kusursuz yaz… ailede ölen hiç kimsenin olmadığı" mısrasındaki gibi bir mevsimin olduğu tek bir öykü dahi içermeyerek bu hüzünlü yakınmanın da altını iyice çiziyor.
Yaşamın daha ilk bağışlandığı anda kendisi ile mühürlendiği ölüm, bir kitap kahramanı gibi, evlerde, avlularda, sokaklarda, şehirlerarası yollarda, radyo cızırtılarında aile bağlarında, şarkılar, bahçeler, ağaçlar aşklar, kavgalar, umut, yoksulluk, sürgün, savaş, geçim derdi, sınırlar ve kimlikler arasında dolaşıyor.
Kitap boyunca ölüm, kalabalık bir cenaze töreninde omuzdan omuza kendine yol açarak ilerleyen bir tabut gibi kitabın sonundaki sonsuzluğun kırına ulaşıyor ve kendine seçtiği yeri buluyor.
Sınıra yakın bir coğrafyada acının farklı biçimleriyle tanışan karakterler bu tabuta omuz verirken, "Nasıl bilirdiniz?" sorusuna kendilerince cevap veriyor:
Yaşadığımız gibi…
Okur olarak biz de, onlarla tanışmanın acemiliğini neredeyse hiç yaşamadan bu hüzün yolculuğunda yanlarında yer alıyoruz.
Öyküler kâh bir ölü evinden yükselen, kâh kendine ev arayan bir ağıt olarak, ölüm denen kahramanın şarkısını örüyor.
Nakışlı Yorgan Kenarları öyküsünde geçen cümle gibi gövde büyütüyor ölüm:
Yalnız olan her şeyi kendine bir parça gibi ekleyerek güçlü duruyordu, zamansız.
Bu töreni en sade haliyle böyle anlatabilirdik, tören dönüşü gördüklerimizi soracak olanlara.
Edgar Allan Poe, "Yazmanın Felsefesi"nde, "tüm hüzünlü konular içinde, insanlığın evrensel anlayışına göre en hüzünlü olan nedir" sorusunun yanıtının ölüm olduğunu söyler.
Soruyu biraz daha açıp bu en hüzünlü konunun en çok ne zaman şiirsel olduğu sorusuna ise, "kendisini güzellike en yakından bağladığı zaman" der. 3
"Ev Öldü Ben Ağaçları Seyrettim" kitabında güzelliğin doğa ve ağaç imgeleri, sükûnet, aşk, özlem, umut ve kederin tonları aracılığıyla sunulduğu dolaylı bir inşası var.
Bu inşa, hoyratlığın, yoksulluğun ve ölümün kol gezdiği bir atmosferde kendini ayrıntılarda gösterir.
Bu ayrıntılara sinen hüzün bir ince yel gibi okurun aklını, kalbini, acısını, yasını karıştırır.
Ölen hiç kimsenin olmadığı yazların, kışların, baharların uzak ve hüzünlü ışığı altında okurla bir yas sırdaşlığı kurar.
Lazkiye- Halep Yolunda Görmüş Olanın Yalnızlığı'nda Ebu Kasım ile Perizade'nin arasında bağ kuran ölüm ilanları, aşk şiirlerinin hevesli ve hüzünlü bir kopyası ile benzeşir.
Kiraz çekirdekleriyle sınırda bir ağaçta kendine temsil gücü bulmuş, zamana yenilmeyen bir aşk, vakti zamanında katil olmuş birinin dağıttığı ölüm ilanlarıyla bir kavuşmanın gecikmiş güzelliğini inşa eder.
Fiziki coğrafya ile ruhsal coğrafyanın ölüm karşısında iç içe geçtiği öykülerden bazı sorular yükselir kitap boyunca:
Ölümün geri dönüşsüzlüğü nasıl bir seti yıkıyor içimizdeki; yaşamın içinde atıl bekleyen bir yeri harekete geçirecek gücü bulabiliyor karakterler?
Perizade ve kızı farklı farklı zamanlarda yas evlerine nasıl yöneldiler?
Evden öfkeyle gidenleri, hayattayken birbirlerinden kopanları yas evine doğru çağıran ne var ölümde?
Ölüm söz konusu olunca bir tamamlanmanın ardından kapanan kapı sesine mi tahammül edemeyiz?
Gidenin bize karşılık veremeyecek olması mı içimizdeki ölüm maddesini dürtmektedir?
Keşke demekten korktuğumuz şeyleri huzursuz ederek, rahatımızı mı kaçırmaktadır?
Yas hangi evrede kar, hangi evrede yağmur, hangi evrede suskunluk ile benzerlik taşır?
Nasıl devam edilir?
Öyküler soruların etrafında başkaları ile kendimiz arasındaki mesafeyi muğlak hâle getirip, kendini samimiyetle gösteren ortak bir duyguyu görünür kılmaktadır:
Ayrılığın en sert söyleniş biçimiyle karşılaştığımızdaki şaşkınlığımız.
Kitap boyunca geçtiği yerleri tarumar eden ölüm, tabiatın onu kanıksamış bilgeliğinde dinlenir.
Okuru da bu bilgeliğin kıyısında dinlendirir.
Yine güz gelecektir, ardından kış, yine bahar gelecektir, ardından yaz ve böylelikle zahmet ve rahmet arasındaki döngü sürüp gidecektir.
İnsan bu döngüyü kendi hayatında, ömrün sonundaki geriye bakıştan önce sadece duyguların ve olayların doğasında deneyimleyebilirken, tabiat öyle mi?
Elbette ki -yolunu kaybetmediyse- insan doğanın bu deneyiminde teselli aramaya isteyecektir.
Ondaki görmüş geçirmişlik, o bilge diz, her çaresize bir tefekkür her tükenmişe bir sabır sunacaktır.
Kaldı ki bütün bu olanlar bu devasa dünya evinin içinde olan kavgalar değil mi?
Mihail Nuayme'nin "Arkaş'ın Günlüğü"nde dediği gibi:
Tabiat dökülen kanı yeni bir kanla, ölenleri yaşayanlarla, yok olmuş doğal kaynakları diğer doğal kaynaklarla telafi eder. Acıları ümit kırıntıları ile kefenler. 4
İnsan bu büyük evde gördüğü telafi şekline öykünmek ister. Bununla birlikte, kitaptaki öyküler insan ömrünün acının ömrü karşısındaki cılızlığını göstermekten de geri durmaz.
Yeni bir kan, yeni bir yaşam, yeni bir kaynak aramayan, Avlu bölümünde geçen acı son ile yüzleşir:
Kendi yüreğini yer takvimlerin elinden.
Yaratım hayattan kâğıda sıçradığı gibi kâğıttan da hayata sıçrar.
Bunu her okur, okuma serüveninin bazı noktalarında tecrübe etmiştir.
Güz geldiğinden beri sabahları yanından geçtiğim otoyolun kenarında bir kısmı yıkılmış bir kısmı hâlâ ayakta duran bir ev dikkatimi çekiyordu.
Arada sırada önünde durup, manzarayı seyredip geçmeye başladım.
Yıkıntıların sağından solundan otlar bitmiş, eski eşyaları, çürümüş ahşap parçalarını aşıp etrafa yayılmıştı.
Evin girişine doğru bırakılmış eski bir koltuk, hurdaya dönüşmüş beyaz bir otomobil, bu virane görüntüye karşın ev duygusunu yaşatmakta ısrar ediyor gibiydi.
Bir süre sonra evin boş bir araziye bakan kısmında bir anne ve altı tane yavru köpeğin varlığını fark ettim.
Annenin bir dal parçasını yavrularına atışını, yavruların birbirlerinin üstüne çıkarak o dal parçası ile oynayıp keyifle yuvarlanışlarını izledim.
Bu sevimli aile, uğrama nedenlerimi çoğalttı.
Birlikte mama yedikleri, su içtikleri, birbirlerine sokulup uyudukları anların seyri ile aileye bir şekilde dahil olmuştum.
Yakın zamanda uğradığımda ise evin ayakta kalan kısmının da tamamen yıkılmış olduğunu gördüm.
Yeni bir inşaat hazırlığı belki diye düşünürken, bu hüzünlü görüntüye rüzgârın ağaçlarda çıkardığı hışırtılar karıştı.
O kadar uzun süre ağaçları izledim ki ve o kadar uzun süre rüzgârın güzelliğine kendimi bıraktım ki hüznüm de yavaş yavaş kendini rüzgâra açtı.
Yarı canlı olan bu ev, benim de kitabı yeniden okuduğum günlerde ölmüştü. Kitabın yaşama sıçrayışı ise şu cümlelerin aracılığı ile olmuştu:
Belki de bana kalan, gözlerin gözlerde titremediği andı. Kalktım bir ağacın yalnızlığına aşıladım kendimi.
Bir gün geriye dönüp baktığımda, kitaplar arasında aldığım tatlardan bir tat olarak bu sıçrama ânına başka nasıl bir tanım ekleyeceğim bilmiyordum ama kitabın sonuna kadar omuzdan omuza dolaşan tabut, son omuzdan inmek üzereyken, "sen iyileştin, şimdi sıra bende" derken, burada da ev ölmüştü ben de ağaçları seyretmiştim.
Daha önce içimde ölen tüm soyut ve somut evlerin arasından esen rüzgâr, ağaçları kendinden geçiren rüzgâra karıştı ve ben bu ortak rüzgâr ile hızla çevrilen kitap sayfalarını besledim.
1. James Wood, Hayatın En Yakın Benzeri, sf. 63,64 Can Yayınları, Kasım 2018
2. James Wood , a.g.e . sf.34
3. Edgar Allan Poe, Bütün Hikâyeleri, sf.12 İthaki Yayınları, Aralık 2011
4. Mihail Nuayme, Kendini Arayan Adam - Arkaş’ın Günlüğü, s. 37, Kaknüs Yayınları, Eylül 2014
*Bu içerik serbest gazeteci veya konuk yazarlar tarafından hazırlanmıştır. Bu içerikte yer alan görüş ve ifadeler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish