Farklı kültürel çevrelerin ürettiği ve özellikle de son iki asırda Avrupa kıtasında gelişen kavramların Arapçaya aktarımı ele alınırken sorunlar yaşanıyor.
Örneğin, Arap dünyasında popüler olan "devletun vataniyye" kavramı, "ulus devlet" (devletun kavmiyye) veya "nation state" kavramını yansıtır.
Yani, tanımlanmış ve tanınan bir coğrafi çerçeve içinde yaşayan, ortak kimliğe sahip bir halkın bulunduğu tek bir gerçek devleti ifade eder.
Arap dünyasının siyasi gerçekliğinde "milliyetçilik" (kavmiyye) her zaman Arap halklarının tek bir siyasi çerçeve içinde toplanması anlamına gelmiştir.
Baas, Arap milliyetçileri ve Nasırcılar gibi her zaman ebedi mesaj sahibi "Tek (Birleşmiş) Arap Toplumu" sloganından yana olan siyasi partilerin ideolojisini oluşturmuştur.
Şimdi Arap devletlerinin varlığının başlangıcı üzerinden bir asırdan fazla zaman, bu devletlerin bağımsız bir devlet haline gelmesinin üzerinden 75 yıl, tüm devletlerini kapsayan bağımsızlığın üzerinden ise 50 yıl geçti.
Hepsi, Arap Birliği’ne ortak üyelik yoluyla Arap toplumlarıyla bir tür bağı sürdürdüler. Ama aynı zamanda diğer Arap ülkeleri ile destek bağını sürdüren kendi kimliklerini inşa etmeye başladılar.
Ne var ki tersi yönde, bazen etnik, mezhepsel veya bölgesel özellikler taşıyan çoğulcu kimlik arayışları olmuş ve bunların kendi içlerinde ayrı bir kimliğe sahip olduğu görülmüştür.
Burada "devletun vataniyye" (ulus devlet), devletin bulunduğu coğrafyaya bağlılığı, topraklarının ve halkının bölgenin kadim ve modern tarihindeki rolünü yaratan bir çatı gibiydi.
Arap Baharı olarak adlandırılan olaylar, bu yüzyılın ikinci on yılının başında yaşandı ve maddenin moleküllerini harekete geçiren, onları tüm unsurlarındaki orijinallik derecelerine göre yeniden düzenleyen ve her halükarda onları yeni bir tarihle tanıştıran bir sarsıntı durumunu temsil etti.
Bunun sonucunda Arap ulus-devletleri dört gruba ayrıldılar. Birincisi, bazıları küçük bir kargaşaya tanık olan ancak fırtınaya direnen Arap ülkeleri grubudur.
İçlerinden biri durumdan yararlanmak isteyen bir dış işgale maruz kaldığında, askeri güç kullanmaktan çekinmemiş ve ardından zor durumdaki diğer ülkelere yardım etmeye yönelmiştir.
İkincisi, belki de özgünlüğünü koruyan Mısır modelidir. Bu modelde ordu halktan kopmadı, ikisi de birbirinden ayrılmadı ve devlet kurumlarıyla birlikte varlığını ve sürekliliğini koruyabildi. İki yıllık kaosun ardından, efsanevi Anka kuşu gibi Mısır devleti de küllerinden doğdu.
Üçüncü grupta, iç savaşın yaşandığı Yemen ve Suriye’de, ordunun bölünüp devletin milis gruplara dönüştüğü, Doğu ile Batı arasında siyasi yönelimlerin farklılaştığı Libya’da veya kronik bir siyasi kriz yaşayan Tunus’ta olduğu gibi on yıllık süre boyunca fırtınalar devleti temellerinden sarstı.
Dördüncü grup, bu on yılın sonunda Arap Baharı’nı yeni bir dalga şeklinde yaşayan Arap ülkeleridir. Bunlar; Sudan, Irak, Lübnan ve Cezayir'dir.
Hepsinde devletun vataniyye (ulus devlet) çağrısı yapılmasına rağmen her biri farklı bir yön izlemiştir.
Irak ve Cezayir petrol zenginlikleri sayesinde yeniden kenetlenip birliklerini korumaya çalışırlarken, Lübnan ve Sudan’da bildiğimiz gibi bu dalga bölünme ve parçalanmaya yol açtı. Ama aralarında bir fark var; ilki hâlâ iç savaşa direniyor, ikincisi ise henüz tam bir iç savaş yaşamasa da devlet olmanın en önemli şartlarından birine sahip olduğu şüpheli. O şart ise devletin silahlı güç ve kullanımını tekelinde bulundurma hakkının tek meşru sahibi olmasıdır.
Pek çok biçime sahip bu Arap ulus-devletleri tablosu, 17. yüzyılda Avrupa'da olanlardan, 1648 Vestfalya Antlaşması ile 1945'te II. Dünya Savaşı'nın bitişi arasındaki üç yüzyıl boyunca dünyanın diğer bölgelerinde yaşananlardan pek de farklı değil.
Dünya tarihindeki bu aşamanın en önemli özelliği, fertlerini birçok tarihsel, duygusal ve dini deneyimle ve hatta sadece tek bir coğrafi bölgedeki mevcudiyetle birbirine bağlayan siyasi bir varlık olan ulusal devletin (devletu kavmiyye) ortaya çıkışıdır.
Bu yapı, kabileciliği, dini veya etnik gruplaşmaları aşıyor ve yalnızca ortak bir çıkardan daha büyük bir şey üreten ekonomik ve politik etkileşimin ürettiği "kimliği" teyit ediyordu.
Daha önce şiir ve destanlar bir dini veya etnik grubu methederken, bundan sonra coşkulu şiirler halkları ve milletleri över hale geldi.
Devletin uluslararası düzeyde tanınması, aslında, diğer kimliklerin geri kalanından farklı bir kimliğe sahip ayrı bir halkın varlığının tanınmasıydı. Vestfalya Antlaşması özünde, "ulusal kimliğin" (huvviyeten vataniyye) artık ulus-ötesi niteliklere sahip olma hakkına sahip olmayan diğer alt kimliklerin yerini aldığının altını çiziyordu.
Bu, zorunlu olarak "azınlıklar sorununu" yaratsa da coğrafi sınırlar ve ulusal egemenlik, tek bir duygusal deneyimde gönüllü veya sert asimilasyon süreçleri yoluyla bir kimlik yarattı.
Elbette burada, tarih tekerrür etmediğinden ve coğrafya da değiştirilebilir olmaması gerektiğinden, Arap çerçevesi içinde Avrupa deneyiminin tekrarlanmasını talep etmek gibi bir niyetimiz yok.
Sudan'da son kanlı Arap deneyimiyle, daha devlet kurulmadan başka hiçbir Arap ülkesinin bölünmediği kadar bölünen Filistin’de olduğu gibi kronik başarısızlıkla yüzleşen bölgesel fikrin özü budur.
Bu noktada, birinci ve ikinci örneklerde sözde bahardan sağ kurtulan ülkelerde çıkarlar, devlet olarak liderlikleri ve özgünlükleri nedeniyle kapsamlı reformları, ulusal devletin var olan sorunlarla ilgilenerek kendisini koruduğu bir tür "Arap Vestfalyası"nı gerektirmektedir.
Burada ulus-devletler mevcut krizlerle -bunların sonuncusu Sudan krizidir- şu temele dayanarak başa çıkıp kendilerini koruyorlar. Egemenlik ve silahın meşru tek sahibi anlamına gelen "ulus devlet", hedef ve amaçtır.
Kapsamlı bir ulusal projeden doğan sürdürülebilir kalkınma da bunun yoludur. O zaman bölgede bir yeni bölgeselcilik doğacak.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Şarku'l Avsat
© The Independentturkish