Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gıda egemenliği: Tarlayı ve sofrayı demokratikleştirme mücadelesi…

Çiftçi-Sen Örgütlenme Sekreteri Adnan Çobanoğlu ile 17 Nisan Uluslararası Çiftçi Mücadeleleri Günü yaklaşırken, cumhuriyetin ikinci yüzyılında gıda egemenliği mücadelesini konuştuk

Dünya ölçeğinde gıda fiyatları 12 aydır aralıksız gerilerken, Türkiye'de ise 32 aydır aralıksız olarak artmaya devam ediyor.

Çiftçiler bitkisel ve hayvansal üretimlerini sürdürmek için giderek daha fazla maliyete katlanmak zorunda kalıyor; tarım ve gıda alanındaki kriz üreticiyi de tüketiciyi de derinden etkilemeye devam ediyor.

Yaşanan deprem felaketlerinin ardından ise üreticiler ve tüketici yurttaşlar açısından tarım ve gıda alanında sorunlar daha da arttı ve çeşitlendi.

Bu sorunlar üreticilerin üretememesi, üreticilerin kazanamaması, borçlanması, tüketicilerin güvenli ve besleyici gıdaya erişememesi gibi başlıklarda ortaya çıkıyor.

Tarım ve gıda alanında sorunlarını, gıda üzerinde emeği ve hakkı olan tüm taraflar açısından değerlendiren Çiftçiler Sendikası (Çiftçi-Sen) Örgütlenme Sekreteri Adnan Çobanoğlu ile 17 Nisan Uluslararası Çiftçi Mücadeleleri Günü yaklaşırken, cumhuriyetin ikinci yüzyılında gıda egemenliği mücadelesini konuştuk.
 

adnan-cobanoglu.jpg
Çiftçi-Sen Örgütlenme Sekreteri Adnan Çobanoğlu

 

Tarım ve gıda alanında oluşan bu sorunları nasıl açıklıyorsunuz? Bu bir gıda krizi mi?

Aslında yaşananlara baktığımızda, Türkiye kendisine yetebilecek tarzda gıdayı üretebilen bir ülke. Fazlasını da ihraç edebilen bir ülke. Ama öyle bir şey yaşanıyor ki yoksulların; kent yoksullarının, çiftçilerin, tarım işçilerinin gıdaya erişimleri zorlaşmaya başladı. Çünkü ciddi bir tarzda, şirketlerin kontrolüne geçen bir gıda sistemi oluşmaya başladı.

Bu sadece bizim ülkemizde değil dünyanın birçok ülkesinde, bize benzeyen ülkesinde bu yaşanıyor. Önceleri kendi tohumunu üreten, kendi tohumu üzerinden üretim yapan çiftçiler özellikle 1950'lerden sonra, 1960'lı yıllarda verimlilik artışı adı altında şirket tohumlarının baskısı altına girdiler.

Daha verimli, daha çok ürün üretileceği adı altında tek tipleşmiş bir tohum piyasaya sürülmeye başlandı şirketler tarafından. Bu da teşvik edildi. O zamanki kooperatifler vasıtasıyla, devletin teşvikleriyle; daha ucuz ve güvenilir tohum adı altında bu tohumlar sunuldu… Çünkü uluslararası sermaye bunu destekleyen bir noktadaydı.

Şu amaçlanıyordu aslında; kapitalizm, kendini yeniden üreten, sermaye biriktiren ve bu sermayeyi de farklı alanlarda yükselten bir sistem. Şeyi düşünmüyor, halkın ihtiyacını düşünen bir sistem değil. Sistem doğrudan doğruya sermayedarların çıkarını düşünen bir sistem.

Bunu bizim gibi ülkelerde değişik yollarla dayattılar. Teşviklerle dayattılar, Marshall yardımları adı altında tarım sistemi değişmeye başladı. Enerjiye bağımlı, enerji yoğun bir tarım sistemi ortaya koymaya çalıştılar. Üreticiler daha çok verim alacağım adı altında traktörlerle tanıştı, hibrit tohumlarla tanıştı, şirket tohumlarıyla tanıştı, kimyasallarla tanıştı.

Daha önce bitkisel üretimle hayvansal üretim iç içeydi; biz çiftçiler hayvanların dışkılarını gübre olarak kullanarak verimlik artışı sağlama çalışıyorduk. Ama 60'lı yıllardan itibaren yoğun bir şekilde kimyasal gübre ortaya çıktı, teşvik edilmeye başlandı.


"Çiftçi, sermayeye bağımlı hale sokuldu"

Ve çiftçi, girdide sermayeye bağımlı, şirketlere bağımlı bir hale sokuldu. Nedir bu girdiler? Enerji ihtiyacı için petrol ve benzeri girdiler, tohum ihtiyacında hibrit tohumlar, verimlilik artışı adı altında kimyasal zehirler ve toprağa atılan kimyasal gübreler…

Dolayısıyla hem maliyet artışı söz konusu oldu çiftçi açısından, hem de bağımlı hale gelmeye başladı. Bu teşvik edildi çünkü İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra uluslararası iş bölümü bizim gibi ülkelere tarımsal üretimi destekleme noktasında rol biçmişti.

Biz bir anlamıyla Avrupa'nın değişik gıda ihtiyacını karşılayan ülkelerden biri haline gelmiştik. Bu hızla 2000'li yıllara gelindiğinde farklı bir dönüşüm baş gösterdi tüm dünyada. Artık şirketler tarımı ve gıdayı sanayileştirmeye başlamıştı. Artık sektör haline gelmeye başlamıştı.

Ve bu sektörün değişik rol üstlenenleri oldu. Örneğin paketleme fabrikaları, hazır gıda üretimi, dondurulmuş gıda üretimi; gıda (aynı tarımda olduğu gibi) bir temel ihtiyaç maddesi olmaktan çıkıp, sermaye birikim aracı haline geldi. Ve şirketler ciddi kârlar elde etmeye başladılar.
 

 

"Ülkemizde de çiftçiler üretemez hale gelmeye başladı. Piyasayı belirleyenler şirketler oldu…"

Sanayiye yaptıkları yatırımdan çok fazlasını kâra dönüştürdüler. Dolayısıyla, tarımsal üretimi ve gıdayı tamamen kontrol altına alacak bir tarza dönüştürmeye başladılar. IMF ve Dünya Bankası'nın dayatmaları, ikili anlaşmalar ve Dünya Ticaret Örgütü'nün ortaya çıkışı bu süreci hızlandırdı... Ve bizim ülkemizde de çiftçiler üretemez hale gelmeye başladı.

Piyasayı belirleyenler şirketler oldu. Girdilere bağımlılık ister istemez çiftçilerin daha düşük kazanç elde etmelerine sebep oldu. Neoliberal politikalar zaten devlet desteklerini ortadan kaldırmıştı. 50'lerden sonra devlet taban fiyat uygulaması yapıyordu, desteklemelerde bulunuyordu.

Çünkü üretimi artırmak gibi bir derdi vardı o süre içerisinde. Henüz bu kadar makineleşmemişti her şey. Henüz bu kadar girdilere bağımlı hale gelmemişti çiftçiler. Aslında süreç öyle bir hızlandı ki 2000'li yıllarda bizim elimizi kolumuzu bağlayan yasalar çıkmaya başladı.

İşte 15 günde 15 yasa çıkarıldı; bu yasaların çoğunluğu tarım ve gıdaya ilişkindir. Tütün yasası çıktı, şeker yasası çıktı, tarım satış kooperatifleri birliği yasası çıktı; çiftçilerin sermayesiyle oluşturulan TARİŞ Bank'a sermayesini artıramadığından dolayı el konuldu.

Devlet dedi ki "biz artık aradan çıkıyoruz, şirketlerle küçük çiftçiler yüz yüze gelsin, büyüyebilen büyüsün yani kapitalist çiftlik haline gelebilen gelsin, yok olan da yok olsun…"


Peki, tarım ve gıda alanının sermaye birikimine açılmasıyla, yani kapitalistleşmesiyle birlikte tarım ve gıda alanının sektörleştiğini söylüyorsunuz. Temel bir insan hakkı olan gıda hakkı ne durumda? Alana dair belli kavramlar var ve sanıyorum ki bu kavramlar bazen yanlış kullanılarak kamuoyu da yanlış yönlendiriliyor… Gıda Güvenliği, Gıda Güvencesi ve Gıda Hakkı kavramlarını nasıl açıklarsınız?  

Gıda Güvenliği kavramı ikili olarak anlaşılabiliyor:

Birincisi, halkın algıladığı nokta; sağlıklı gıdanın varlığı. Ama devletlerin ve sermayenin gıda güvenliği adı altında sunduğu şey daha farklı. Kodeksler koyuyor.

Diyor ki; şu kadar kimyasal kalıntısı varsa gıda güvenliği var, şunun üstünde bir kimyasal kalıntısı varsa gıda güvenliği yok. 

Besin değerine bakmıyor, üretimin nasıl yapıldığına bakmıyor, kullanılan kodekslerdeki o kimyasalların çeşitliliğine bakmıyor; yani toplam bir yekûn üzerinden bakmıyor. Paketli gıdanın, örneğin pirincin içerisinde taş var mı yok mu bakıyor ama pirincin sağlıklı mı değil mi, besin değeri ne buna bakmıyor. Bu gıda güvenliği kavramının içi boşaltılarak yapılan bir tarif.

Ama biliyoruz ki insanların tükettiği ürünler, onların yaşamını, sağlığını belirleyen şeyler. Pek çok hekim der ki koruyucu sağlık hizmetleri... Besin koruyucu sağlık hizmetlerinin bir parçası aslında.

Yani sen sağlıklı besin yersen, besin değeri yüksek gıdalar yersen, sen kimyasallarla kirletilmemiş ürünler yersen bağışıklık sistemin doğal olarak gelişir. Gıda güvenliği tam da budur aslında. Sermaye ve devletlerin sunduğu şey değil, aksine olması gereken şey budur.
 

 

"Gıda güvencesi herkesin gıdaya erişebilmesidir"

Gıda güvencesi ise herkesin gıdaya erişebilmesidir. Bu da zaman içerisinde uygulanan politikalarla birlikte gıda metalaşmaya başladıkça, sektörleşmeye başladıkça, sermaye birikiminin en önemli araçlarından biri haline geldikçe herkesin ne yazık ki gıdaya erişiminin söz konusu olmamasını beraberinde getirdi. Parası olan erişir hale geldi.

Gıda güvencesi sorunu sadece parası olanın gıdaya erişimi değildir. Nitekim sağlıklı gıdaya erişim adı altında da demin dediğimiz kirlenmişlikleri asgariye indirecek tarzda sertifikalı organik tarım uygulaması da yine kapitalizmin bir ürünü olarak ortaya çıktı.

Parası çok olanın daha sağlıklı gıdaya erişimi ortaya çıkmıştır. Ama gelinen nokta öyle bir şey ki parası az olanın bırak sağlıklı gıdayı, sağlıksız gıdaya bile erişiminde problem yaşanmaya başlandı.

Bu da gıda güvencesinin sermaye tarafından tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Ve devletlerin de bu konuda tutum almadığının göstergesidir. Sermayeden yana tutum alıyorlar, halklarından yana tutum almıyorlar.


"Gıda egemenliği, mevcut gıda sisteminin değiştirilmesini ifade eder…"

İşte böylesine bir süreçte gıda üretimi demek aynı zamanda gıdayı üretecek insanların tohumlarının elinde bulunması hakkıdır. Bu da çıkartılan yasalarla kontrol altına alınmıştır. Şirketlerin tohumlarının satıldığı bir noktaya gelmiştir. Tohumculuk yasası bunun en güzel örneğidir.

21'inci yüzyılda sermaye birikimini üç noktada birikimini sağlamaya girişmiştir. Enerji, su kaynakları ve tarım ve gıda. Bunların kontrolünü eline geçirebildiği ölçüde de sermaye birikimini hızlandırmıştır. Doğanın metalaşması da bunun en büyük örneğidir. Tarımsal üretimdeki en önemli problemlerden birisi budur.

Yani doğanın metalaşmasının ortaya çıkardığı iklim değişikliği, ekolojik dengenin bozulması; tarım arazilerinde madencilik faaliyetleri, tarım arazilerinin yapılaşmaya açılması, enerji yatırımları, su kaynakları açısından HES'lerin yapılması…

Bunların hepsi sermaye birikiminin aracı haline gelmiştir. Ve küçük çiftçinin elini kolunu bağlayan bir noktaya gelmiştir.

İşte bunu karşısında dünya çiftçi örgütü La Via Campesina, bizim de üye olduğumuz bir örgütlenmedir, gıda güvenliğini, herkesin gıdaya erişim hakkını, her çiftçinin tohuma erişim hakkını, her çiftçinin suya erişim hakkını ifade eden bir olguyla ortaya çıkmıştır.

Biz bunu Gıda Egemenliği olarak ifade ediyoruz. Politik bir argümandır. Gıda Egemenliği, mevcut gıda sisteminin değiştirilmesini ifade eder.

Gıdanın, tohumun, suyun metalaştırılmasının karşısında duran bir politikadır. Bu politikanın bir sonucu olarak, yoğun uğraşlar sonucunda, La Via Campesina tarafından Birleşmiş Milletler'de Köylü Hakları Deklerasyonu kabul ettirilmiştir.

Pek çok ülke tarafından kabul edilmiştir ve kabul eden üye ülkeler bunu uygulamak yükümlülüğündedir. Türkiye oylamada çekimser kalmıştır. Biz Türkiye'de ısrarla Köylü Hakları Deklerasyonunun iç hukuk düzenlemesi olarak kabul edilmesini ve uygulanmasını talep ediyoruz.

Aslında yeni bir Türkiye'nin en önemli noktalarından biri, AKP'nin neoliberal politikalarının karşısında durabilecek ve bunu değiştirebilecek en önemli noktalardan birisi, Köylü Hakları Deklerasyonu'nun Türkiye'de kabul edilmesidir.


Cumhuriyetin ikinci yüzyılında gıda egemenliği mücadelenizi nasıl bir yerde kodluyorsunuz?

Gıda Egemenliği aslında kısa ve öz olarak şu; her halkın kendi kültürüne uygun gıdayı üretme ve tüketme hakkı… Bu hak elimizden alınmaya çalışılıyor. Yani ne üreteceğimizi bilemiyoruz, kendi kültürümüze uygun tüketme hakkımızı elimizden almaya çalışıyorlar.

Bu aslında kendi kültürüne sahip çıkma işidir. Bu aynı zamanda bir demokrasidir de. Neyin nasıl üretildiğini ve ne yiyeceğini bilme hakkına kavuşmak demektir..


"Gıda egemenliği mücadelesini tercih hakkı isteyen, demokrasi isteyen herkesin mücadelesi olarak görüyoruz"

"21'inci yüzyılın en büyük problemlerinden birisi, küresel iklim krizidir. Endüstriyel tarım, küresel iklim krizini de tetikleyen bir olgudur. Toprağın karbon emme özelliği, kimyasallarla ortadan kaldırılıyor. Sera gazı anlamında havada kimyasallar uçuşuyor...

Enerji sistemleri yine küresel iklim krizinin en önemli nedenlerinden birisidir. Sağlıklı gıdaya erişebilmek, sağlıklı tohumdan ve sağlıklı iklim koşullarından geçer. O zaman sağlıklı iklimi ortadan kaldıran yatırımların da ortadan kaldırılması gerekiyor.

Bu bir mücadeledir. Ve bu anlamıyla Gıda Egemenliği mücadelesini biz sadece üreticilerin ve tüketicilerin mücadelesi olarak görmüyoruz; tercih hakkı isteyen, demokrasi isteyen herkesin mücadelesi olarak görüyoruz.

Tarım sisteminin değiştirilmesi demek, gıda egemenliğinin oluşması demek, aslında 21'inci yüzyılın problemlerinin çözümü demek. Eğer biz Cumhuriyetin ikinci yüzyılını hedefliyorsak, o ikinci yüzyıl Türkiye'nin sorunlarının çözümüdür…

Türkiye'nin sorunlarının çözümü demek, suyun metalaşmasını önlemek, iklim krizini çözmek, açlığı engellemek, toprağın verimliliğini düşüren kimyasallardan uzaklaşmak, daha az enerji kullanmak, daha az su kullanmak, gıda egemenliğini sağlamak ve Köylü Hakları Deklerasyonu'nu uygulamak anlamına geliyor.


"Gıda egemenliği mücadelesi, tarlayı da sofrayı da demokratikleştirme mücadelesidir…"

Gıda Egemenliği mücadelesi, tarlayı da sofrayı da doğayla uyumlu bir şekilde demokratikleştirme mücadelesidir. Hatta onun da ötesinde, toplumun da demokratikleştirilmesi mücadelesidir. Demokrasi dediğimiz şey, haklar manzumesidir. Hakları kullanabiliyorsak, demokrasi vardır.

Tohuma, suya, sağlıklı ve besleyici gıdaya sadece parası olanın değil herkesin erişimi varsa demokrasi vardır; yoksa demokrasi sekteye uğramış demektir. Neyi üreteceğimize karar veremiyorsak, yukarıdan dayatılıyorsa bu demokrasi ihlalidir.

Bu anlamıyla bakıldığında gıda egemenliği mücadelesi doğrudan doğruya demokrasi mücadelesi olarak ortaya çıkıyor. Aynı zamanda ekolojik dengenin korunarak diğer canlıların da yaşam hakkının korunması meselesidir. 

Bu anlamda biz gıda egemenliği mücadelesini bir demokrasi mücadelesi olarak ifade ediyoruz. Sözün, yetkinin ve kararın üreticilerde ve tüketicilerde olacağı bir haktan bahsediyoruz. 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU