"Hepinizden iğreniyorum ama insanlığı da çok seviyorum!" Topluma yabancılaşmanın edebiyat tarihindeki izleri

Yabancılaşma dağının konukları sadece Kuyucaklı Yusuf, Mösyö Meursault, Holden Caulfield ve Selim Işık değillerdi elbette ama bu isimler bu dağın en önemli temsilcileriydi. Hepimizden iğreniyorlardı, ama insanlığı da çok seviyorlardı!

Resim: Bulutların Üzerinde Yolculuk (Wanderer Above The Sea of Fog) / Caspar David Friedrich (Wikipedia)

Her şey Don Kişot'la başladı!

"Her şey Don Kişot'la başladı." Bunu ben söylemiyorum edebiyat tarihçileri söylüyor.

Şövalye kitapları okuyarak kendisini şövalye sanan bir yarı meczubun maceraları dünyayı geri dönüşü olmayan bir yola soktu. 
 


İnsanlar kurmaca sayesinde okutulamayan tarihlerini öğrendiler, kurmaca sayesinde toplumsal gerçekliklerini bir fotoğraf gibi gelecek nesillere aktardırlar.

Cihan harpleri, salgınlar, yıkımlar, göçler, darbeler, diktatörler, büyük buhranlar, küçük kıyametler; hepsi kurmaca sayesinde bu kadar steril, bu kadar manipülasyon makinesinden geçmemiş şekilde bizlere kadar ulaştı.

Bkz; Cumhuriyet tarihini ve sosyolojisini tarih kitaplarından, TSK arşivlerinden, meclis kayıtlarından değil de, Sabahattin Ali, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Orhan Veli ve Sait Faik'in kurmaca eserlerinden, şiirlerinden okuyanlar...

Tek bu topraklarda mı? 

1910-1920 ve 1940-1950 arasında yaşanan göçler, kıyımlar, soykırımlar, salgınlar, savaşlar, iç savaşlar ve daha nicesini bi an düşününce, insanlık tarihinin en konforlu zaman diliminde yaşadığımızı fark ediyorsunuz.

Yani 1900'de doğan bir bebek 55 yaşına geldiğinde yaşadıklarıyla dünya tarihinin en büyük felaketlerini aynı anda görmüş olup bu dünyadan gitti.

Ve ilginçtir ki bu dönem aynı zamanda insanlık tarihinin en değerli zamanını da oluşturdu! Cennet de cehennem de aynı zaman diliminde!

Friedrich Nietzsche, Ernest Hemingway, Stefan Zweig, James Joyce ve daha niceleri hem bu karanlık dönemde yaşadılar hem de ustalık eserlerini aynı dönemde verdiler. 

İç dünyaları savaş gibi paramparça olsa dahi durmadılar!

Durmadan bir bayrak yarışı gibi, gelecek nesillere; bizlere kimisi el feneri, kimisi projeksiyon sundu.


Anti kahramanların yabancılaşma dağı! 

Ve bu dönemde bütün yazarlar toplumsal konuları proxy kahramanlar aracılığıyla kurmaca düzleminde ele alırken içlerinden birkaçı bambaşka bir yola saptılar .

Daha az gidilmiş olanı seçtiler ve bütün farkı bu yarattı.

Neydi o yol;

Bireyselliğinin keşfine çıkan, topluma yabancı, normlara başkaldıran ve hatta putlar yıkan anti kahramanlar.

Holywood'un daha yeni yeni keşfettiği bu anti kahraman figürlerinin edebiyat tarihinde atası ve bir noktada da en başarılı ismi Albert Camus'un Mösyö Meursault karakteriydi. 

Öyle ki yazdığı Yabancı eserindeki bu anti kahramanla ifade ettikleri yüzünden bir roman yazarından daha çok, varoluş felsefesine katkılarından dolayı filozof olarak addedildi Camus. 

Camus'un bir modern Sisifos olarak inşa ettiği bu Mösyö Meursault karakterinin edebiyat tarihindeki bu anti-kahramanların atası olarak gösterilmesi tartışmasız çok yerinde bir tespit; ta ki Kuyucaklı Yusuf'u okuduğunuz ana dek!

Zaten bu dosyanın yazılmasına neden mesele de tam olarak bu! 

Albert Camus'un, J.D Salinger'ı, Oğuz Atay'ı etkilediği su götürmez bir gerçeklik; ancak hepsinden yıllar önce topluma yabancılaşmanın, insanlardan bir ayrık otu gibi bilerek kendini dışlayıp aslında temelde bireyselliğin gücünün farkında olmanın en büyük hikayelerinden birisi de Kuyucaklı Yusuf'un hikayesiydi.

Ve yazılma tarihlerine baktığınızda çok ilginç bir gerçeklikle karşı karşıya kalıyorsunuz 

  • Kuyucaklı Yusuf: 1937 
  • Mösyö Meursault /Yabancı: 1942   
  • Holden Caulfield / Çavdar Tarlası Çocukları: 1951 
  • Selim Işık / Tutunamayanlar: 1971 

Bu yukarıdaki edebiyat dünyasının en önemli anti kahramanlarına kronolojik olarak bakıldığında Sabahattin Ali'nin Kuyucaklı Yusuf'unun, en az Albert Camus'un Mösyö Meursault karakteri kadar itibar görmesi gerekiyor diye düşünüyorum 

Şimdi bu karakterleri hiç okumayan değerli okuyucular için bu dosya bir vesile olsun ve küçük porteler inşa edip, asıl söylememiz gerekeni sona saklayalım.


Kuyucaklı Yusuf

Yabancılaşmayı, tutunamamayı, nihilizmi taşralı bir karakter üzerinden herkesten önce anlatmış Sabahattin Ali! 

Hiç okumayanlar için Yusuf'u nasıl anlatacağımı saatlerdir düşünüp, yazmaya ara verdim. Açtım kitabı yeniden sayfalarında kayboldum ve hiç okumayanlar için de Yusuf'u tanımaları için bize hediye gibi bir cümleyi Sabahattin Ali'nin 1937 senesinde yazdığını fark ettim. 
 

 

Diyordu ki Sabahattin Ali Yusuf için; 

Bir sur harabesi üzerinde biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi büyüyüp gelişen yabani incir ağacı gibiydi.


1930'ların kaymakamları, ağır ceza hakimleri, esnafları, köylüsü, şehirlisi hakkında bir röntgen istesek elimize Kuyucaklı Yusuf'u tutuşturabilirler. 

Cumhuriyet'in ilk yıllarındaki Ankara'nın soğukluğunu Anadolu insanı toplumsal bir arka kapı inşa ederek aşıyor.

Yusuf'un topluma yabancılaşması da tam olarak bu anda başlıyor. Hatta çocukluğunda yaşadığı trajediyle! 

Çürümüş bir toplumda, topluma yabancılaşmanın ne derece etik olduğu 2021 gerçekliğinde de hala somut bir şekilde yanıt bulabilmiş değil. 

Ancak bu dosyayı yazmamıza neden olan hikaye şu ki; Albert Camus'un Mösyö Meursault'undan önce Kuyucaklı Yusuf'un hak ettiği "tutunamayanların uhrevi lideri" sıfatını alma teşebbüsüydü 

Öyle ki aradan geçen 34 sene sonrasında 'Tutunamayanlar'ı hem Türk edebiyatına hem de "disconnectus erectus" ifadesiyle de dünya literatürüne sokan; ancak bunu görmeye ömrü el vermeyen Oğuz Atay'ın, Sabahattin Ali'nin topluma yabancı karakterlerinden esinlendiği de kabul edilmiş bir gerçeklik olarak duruyor karşımızda.

Hatta öyle ki bu dosyanın son yabancısı Tutunamayanlar bayrağının en meşhur temsilcisi Selim Işık'ın karakter tasarımında Sabahattin Ali'nin "İçimizdeki Şeytan" romanındaki Ömer'den izler taşıdığını görebilirsiniz.

"İçimizdeki Şeytan" romanı bu yabancılaşmayla kendi içinde mücadele eden Ömer'in evlilik rasyonalitesiyle mücadele etme teşebbüsüydü.

Ama sonuç, yine hüsran, yine hüsran... 

Albert Camus'un Mösyö Meursault'una geçmeden önce söyleyeceğimiz tek bir husus var ki;

Kuyucaklı Yusuf, modern edebiyatın dünyadaki en önemli tutunamayanı, yabancılaşma dağının zirvesine ilk adım atanıdır.


Mösyö Mersalult  / Yabancı

"Nasıl anlatsam, nerden başlasam" diyor ya Mazhar, tam olarak Mösyö Meursault'un hikayesinin anlatılamama teşebbüsü gibi! 

Ama size edebiyat tarihinin en çarpıcı başlangıç cümlelerinin Mösyö Meursault karakterinin ağzından çıktığını söyleyerek başlayabilirim.
 

 

Ne diyordu Bay Meursault;

Bugün, annem öldü. Belki de dün. Bilmiyorum. Huzurevinden bir telgraf geldi:

'Anneniz öldü. Cenazesi yarın kaldırılacak, saygılar.'


Bundan bir şey anlaşılmıyor. Belki de dün ölmüştür.


Zaten annesinin ölümüne dahi verdiği ve vermediği tepkilerden anlıyorsunuz neden bu ismin bir yabancılaşma dağının en meşhur ziyaretçisi olduğunu... 

Meursault'un hikayesiyle aslında bir roman yazmak yerine varoluşçuluk tartışmasına bir Mikelanj heykeli netliğinde yanıt veriyor Camus.

Bu arada Camus, Sisifos Söyleni'nde; 

"Birdenbire düşlerden, ışıklardan yoksun kalmış bir dünyada insan kendini yabancı bulur. Yitirilmiş bir yurdun anısından ya da adanmış bir toprağın umudundan yoksun olduğu için, bu sürgünlük çaresizdir" diyerek Mösyö Meursault'u müjdelemiş birkaç sene öncesinde.

Varoluşçuluk tartışmasını ele alıp Søren Kierkegaard'ı anmamak olmaz. Onun orataya koyduğu bakış açısı olmasaydı, Camus absürt felsefesini bu denli ayakları yere basar şekilde inşa edemeyebilirdi.

Kaldı ki Søren Kierkegaard'ı anladıkça Mösyö Meursault'u anlıyorsunuz, Mösyö Meursault'u anladıkça topluma yabancılaşıyorsunuz 

Tehlikeli ama bir o kadar da arzu edilen bir süreç.

Mösyö Meursault'un işlediği cinayetten değil de topluma, insanlara yabancılaşmış olmasından dolayı giyotine gittiği gerçeğini öğrenince de toplumun aslında bu yabancılaşma durumuna ne denli tahammülsüz olduğunu görebiliyorsunuz 

Hem de dün olduğu gibi bugün ve yarınlarda da devam edecek şekilde... 

"Hepinizden iğreniyorum ama insanlığı da çok seviyorum'' cümlesi bir kurgusal karakterin ağzından çıkan bir ifade değil ama her bir karaktere ayrı ayrı yakışacakken Mösyö Meursault'un bu cümleden mahrum bırakılmış olmasına üzülmüyor değiliz! 


Holden Caulfield / Çavdar Tarlası Çocukları

Yabancılaşmanın belki de en tehlikeli sonuçlarını doğuran, bu tutunamama halini bir bulaşıcı hastalık gibi insanlar arasında yayan Holden Caulfield belki de bu listenin en tehlikeli ismi!

Öyle ya kendisinin anlatıldığı "Çavdar Tarlası Çocukları" kitabına kutsal kitap gözüyle bakan katiller, intihara meyleden gençler ve ruhsal bozukluklarını bu kitapla daha da derinleştiren insanlar var.
 

 

Genç Werther'ın acıları kıta Avrupasında nasıl bir etkiye neden olduysa "Çavdar Tarlası Çocukları"da benzer bir korku fenomenine Amerika'da neden olmuştu.

Nasıl ki Goethe'nin Genç Werther'ı gibi giyinen onun gibi, ruhsal dehlizlerde dolaşan gençler bir dönem peşi sıra intihar ediyorlarsa, "Çavdar Tarlası Çocukları" sonrasında Amerika'da kimi suçluların ceplerinde Holden Caulfield'in hikayesi çıkıyordu. 

Ve bunlardan en meşhuru John Lennon cinayeti! 

Bilinen hikaye 8 Aralık 1980 tarihinde New York'ta, John eşi Yoko Ono ile birlikte kayıt stüdyosundan dönerken, yaşadığı binanın girişinde hayranı Mark David Chapman tarafından vurularak öldürülmüştü.

Bu cinayeti esrarengiz kılan detay ise katilin kaçmak yerine bir köşede cebinde "Çavdar Tarlası Çocukları" kitabıyla beklemesiydi.

J.D Salinger da tıpkı Goethe'nin Genç Werther'ı bir proxy olarak kullanması gibi Holden Caulfield'ı vekil olarak kullanmıştı.
 


Topluma bu denli yabancılaşan bir yazar olarak bir karakter inşa etmiş ve bu karakter üzerinden toplumdan intikam almak istemişti. 

Holden Caulfield'in kendisinden bile meşhur hayranları tarafından isminin bu denli kötü anılması belki de yazarı J.D Salinger'ı derin bir yalnızlıkla New Hampshire dağlarında yalnız bir hayata itti.

Ölene kadar da bir şey yazmadı!

Ya da yazdı ve bunu kimse bilmiyor... 

Sabahattin Ali ise şiirinde şöyle demişti; 

Şehirler bana bir tuzak
İnsan sohbetleri yasak
Uzak olun benden uzak


"İçimizdeki Şeytan" romanındaki Ömer ve Holden Caulfield aslında Sabahattin Ali ve J.D Salinger'dı! 

J.D Salinger'ın Holden Caulfield'iyle, Sabahattin Ali'nin "İçimizdeki Şeytan" itabındaki Ömer karakteri iki farklı bedene hapsolmuş tek bir ruh gibiydiler. 

Birbirlerini hiç tanımadan, aynı dertleri, sıkıntıları, sessiz çığlıkları atan bu adamlar yabancılaşma dağının önemli isimleriydiler! 


Selim Işık / Tutunamayanlar

'Yabancılaşma dağının en genç, en yetenekli, en hazır cevap, en romantik, en karamsar, en nevişahsına münasır karakterlerinden biri kimdir' diye soracak olsanız, size hemen "Tutunamayanlar"ın Selim Işık'ını gösterirdim.
 


Oğuz Atay, Selim için şunları söylüyor; 

Tutunamayanların destanıdır bu şarkı, dostum Süleyman Kargı

Eller boşta kalıyor, tutunamıyorlar toprağa, anlatamıyorlar anlatılamayanı.

Anlatmak gerek: düşman sarmış her yanı oysa mesela Selim Işık anlatmadan anlaşılmaya âşık. 


Yabancılaşma dağının diğer temsilcileri de yıllar sonra aralarına katılan bu misafiri çok sevdiklerinden zerre şüphe duymuyorum.

Düşünsenize Caspar David Friedrich'in Wanderer Above The Sea of Fog (Bulutların Üzerinde Yolculuk) tablosundaki o adam belki Mösyö Meursault, belki Holden Caulfield, belki Kuyucaklı Yusuf belki de Selim Işık kim bilebilir!

Ama o tablodaki dağın yabancılaşma dağı olduğuna adım gibi eminim! 
 


İşte o dağın tepesinde Selim Işık'ın şu cümlelerini aslında kimin söylediğinin de pek bir önemi yok gibi;

Bütün hayatımca cezalıydım: durmadan bir kafesin içinde dolaştım. 

Gittiğim her yere, üstü kapalı, demir parmaklı bu kafesi taşıdım. 

Bütün dünyayı parmaklıkların arasından seyrettim. 

Sizinle aramızda bulunan bu demir parmaklıkların varlığını her an duydum. 

Sizleri istediğiniz biçimde, ön yargılardan uzak biçimde değerlendiremeyişimde bu parmaklıkların payı büyüktür.

Bu parmaklıklar yüzünden, dar görüşlü ve korkak bir hayvan gibi yaşadım


Selim Işık portresine gelirsek;

Selim Işık yalnızlığını kelimelerle besledi. 

Kelimelerin anlamını bilmeden önce tanıdığı yalnızlığı kelimelerin içinde yetiştirdi.


Kuyucaklı Yusuf'la başlayan yolculuk hala devam ediyor.

Kurmaca düzleminde sanatçılar çektikleri acıları, sıkıntıları, ayrılıkları, sevdaları, kavuşamamaları, özlemleri, toplumsal çürüme karşısında aldıkları pozisyonları, kendi vicdanıyla konuşup samimi bir yabancılaşmayı toplumsal normlara tercih etmelerini dün olduğu gibi bugün de devam ettiriyorlar.

Yabancılaşma dağının konukları sadece Mösyö Meursault, Holden Caulfield ve Selim Işık değillerdi elbette ama bu isimler bu dağın en önemli temsilcileriydi.

Hepimizden iğreniyorlardı, ama insanlığı da çok seviyorlardı!

 

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU