Gitmek isteyenleri kalmaya ve gidenleri dönmeye sadece yeni bir 'Türkiye Hayali' ikna eder

Derin Koçer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: aselsan.com.tr

Hatırlıyorum… 

Annemin bana okuduğu ilk 'ciddi' kitap, Küçük Kara Balık'tı. 

Samed Bahrengi, mahallesinin kendine dayattığı kalıplara sığmayan, koca maviliğin dibinde yaşarken bir ufak köyün sınırlarına sıkışıp kalmayı anlamlandıramayan, asi bir genç balığın öyküsünü anlatıyordu. 

O, Küçük Kara Balık, bütün 'yapma'lara, 'gitme'lere, korkutmalara rağmen yola çıkıyor; yeni bilinmezlere doğru yol alıyordu.

O, dünyanın sadece içine doğduğu göletten ve o göletin kısır dünyasından ibaret olmadığını biliyor; yeni denizler istiyordu.

Göletinde farklılıklara, ötekilere, asilere, başka küçük kara balıklara yer yoktu. 

Küçük Kara Balık, o küçük gölete ait olamıyordu; ama ait olduğu başka bir yer yoktu. 

Bu yüzden elinde bir tek yol vardı. Tek seçenek, gitmek olmuştu. 
 


Küçük Kara Balık, küçük okurlarına 'korkma' diyordu aslında. 

Korkmazsan, daha iyiye doğru yol alabilirsin. 

Korkmazsan, seçmediğin o dar mahallenin duvarlarını yıkabilirsin. 

Korkma… 

Korkmazsan göreceksin: Bu dünyada başka bir hayat var. Onu yaşayabilirsin… 


Henüz okuma yazmayı yeni çözmeye çalışan bir çocuğun, Bahrengi'nin cesaret manifestosunu ne kadar içselleştirebileceğini bilmem güç. 

Ama beynimin bir köşesine o 'her şeye rağmen giden balık' işlemiş. 

Zira ben de 'her şeye rağmen' âşık olduğum İstanbul'u, arkamda taptaze başlamış bir kariyer, gencecik hayaller, yapılacak onca iş, biriktirdiğim bütün insanlar, her gördüğümde kalbimin teklediği bir sevgili bırakıp Londra'ya taşınınca, kendimi bir anda yine Küçük Kara Balık'la bir başıma buldum. 

Telaşlı bir umutla uykusuz geçen gecelerde Bahrengi'nin hikayesini sesli kitap olarak dinliyor; öykü bitmeden uykuya dalamıyordum. 

Henüz 18 yaşımı yeni doldurmuş, Türkiye'nin 'beyin göçü nesli'ne katılmıştım. Fakat kendimi daha çok çocukluğumda Suna'nın Yerinde 'büyükler' rakı içerken hikayeleri anlatılan geçmişin siyasi sürgünlerine benzetiyordum. 

Zira Türkiye, bizim gibi 'çocuklar'a üvey evlat muamelesi yapıyordu bir süredir. Özgürce, hep beraber, barış içinde yaşamak isteyen; demokrasiden, adaletten, hukuktan bahseden çocuklardık.

İçinde büyüdüğümüz Türkiye, böyle bir ülke değildi. Bizim gibi çocukları istemiyordu. 


Küçük Kara Balıklar, yine yola koyuluyordu. 

Zira yine o küçük gölete bir türlü ait olamıyor ama başka yerde de aidiyet bulup bulamayacağımızı bilmiyorduk. 

Daha başında olduğumuz hayat, bizim için kim bilir ne sürprizler hazırlayacaktı… Oysa ben sürprizlerden nefret ediyordum. 

Bu düşüncelerin içinde, ait olmadığım bir yeni göletin ev sahipliğinde, uyumayı beklerken Küçük Kara Balık'ı dinliyordum. 


Evrim Kuran'ın son yıllarda Türkiye'yi terk edip gidenlerin, yani bizim, hikayesini anlattığı yeni kitabı Onlar Göçtü Buradan: Türkiye'nin Yeni Göç Nesli kitabını, 'her şeye rağmen yola çıkan bütün küçük kara balıklara' hitap ettiğini görünce, Bahrengi'yle kurduğum kişisel bağ yüzünden tüylerim diken diken oldu bir anda. 

Kuran da evinde yabancı hissedip, gittikleri yerin de çoğunlukla yerlisi olamayanların hikayelerini anlatıyor kitabında. Bir nevi Küçük Kara Balıkların; yani bizim öykülerimiz var Onlar Göçtü Buradan'da. 

Fakat bunun ötesinde, kuşak araştırmalarıyla tanınan Evrim Kuran, aynı zamanda bu yeni göç neslinin kim olduğuna, neden göç ettiklerine ve hangi şartlarda geri dönebileceklerine dair bu kitap için yaptığı araştırmanın verilerini paylaşıyor.

Bu yüzden de 'gidenleri' anlamak ve inşa edilecek yeni bir Türkiye'ye onları geri çağırmak için önemli anekdotlar paylaşıyor. 
 


Önce içine düştüğümüz krizin adını koyalım: Türkiye, gençlerini akın akın kaybediyor. Türkiye'de gençler hem ülkelerinde kendileri için umut bulamıyor hem de imkanını bulan, buradan göçüp gidiyor. 

Kuran'ın paylaştığı veriler trajediyi özetliyor:

Son üç yılda Türkiye'yi 10 bin milyoner, 13 bin girişimci ve iş insanı bırakmış; sadece 2018'de Türkiye'den göç eden insan 136 binin üzerinde. Yıllardır artıyor bu sayı.

Ayrıca göç yaşı da gittikçe düşüyor; artık imkanını bulan aileler çocuklarını lisede yurtdışına yollamaya çalışıyor. Benim dönemimde Alman Lisesi'nden mezun olup da Türkiye'de kalan öğrencilerin oranı yüzde 5 ya vardır ya yoktur. Türkiye akın akın insanlarını kaybediyor. 


Evrim Kuran'ın 118 ülkenin 728 kentinden, 3253 göçmenin katılımıyla yaptığı araştırmanın sonuçları da hem gidenlerin hem de Türkiye'de aidiyet sorunu çekenlerin ortak dertlerini anlamak için iyi bir kaynak. 

Kuran'ın kitabında paylaştığı verilere göre gidenlerin göçme kararı almalarındaki en önemli etkenler ekonomik sebepler ve hemen ardından ülkenin siyasi iklimi. Şüphesiz ki bu iki sebebin kendi aralarında bir sebep-sonuç ilişkisi de var. Çözüm üretemeyen bir siyasetten ekonomik kalkınma beklenemez. 

Fakat daha önemli bir veri daha var: Göçmenlerin yaşadıkları ülkede onları en çok mutlu eden şeyler… Ekonomi burada ikinci plana geçiyor; özgürlük, demokrasi ve insan haklarıysa ilk sıraya.

Benzer şekilde katılımcılara ''Hangi koşullar değişirse Türkiye'ye dönmeyi düşünürsünüz'' diye sorulduğunda ekonomik koşullardan önce siyasi koşullar geliyor. Zira belki de insanlar, haklı olarak, siyaset değişmeden ekonominin değişebileceğini düşünmüyor. 

Dolayısıyla yaşananı sadece bir beyin göçü dalgası olarak tanımlamak da yanlış. Bir nevi siyasi göç, yeni nesil bir gönüllü sürgünlük yaşanıyor artık.

Bu yüzden de Evrim Kuran bu yeni göçmenliğin ne zorunlu göç ne de gönüllü göç olarak tanımlamanın yetersiz kalacağını vurguluyor. Yaşananın adı, 'zorunlu gönüllü göç'. 


Ve her ne kadar gidenlerin yüzde 23'ünü en çok 'memleket hasreti' mutsuz ediyor olsa da göç kararından pişmanlık duyanların oranı sadece yüzde 14,9.

Pandemiye rağmen, gidenlerin yüzde 68,9'u duygu durumlarını 'huzurlu, mutlu' olarak tarif ediyor. 


Üstelik sorun sadece gidenler değil; zira kalanların ilk tercihi, kalmak değil: Kuran'ın paylaştığı Universum verilerine göre 'fırsatım olursa Türkiye dışına kariyer yapmayı tercih ederim' diyenlerin oranı yüzde 81! 

Sebepleri de belli: Türkiye'de ne doğru düzgün para kazanabilecekleri iş var ne de gençlerde liyakate inanç. Çalışmayan ve eğitimde olmayan gençlerin yüzde 86,3'ü 'bir tanıdık olmadan' işe giremeyeceğini düşünüyor. 

Yani Türkiye aslında sadece bir göç krizi yaşamıyor. Bunun adı, yaşam krizi. 


Ülkede gençlerin neredeyse tamamı kendileri için hayırlı bir gelecek düşleyemiyor. Kuran'ın tabiriyle Türkiye gençliği, bir 'düşsüzlük' batağına saplanmış durumda. Yaşayamıyor. 

Fakat her şeye rağmen göçenlerin içinde 'bir gün Türkiye'ye dönmeyi düşünenler'in oranı yüzde 42,1; yüzde 39,7 ise 'kararsız' olduğunu söylüyor. 

Evrim Kuran kitabının giriş bölümünde yazar Amin Maalouf'tan bir alıntı yapıyor:

Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir.


Koca bir nesil, ikna edilmeyi bekliyor. 

Krizin büyüklüğü, çözümün de ne kadar derinden, ne kadar yaşamsal bir damardan gelmesi gerektiğini gösteriyor: Türkiye, yeni bir hayale ve yeni bir hikayeye ihtiyaç duyuyor. 

Tam da bu bağlamda, birkaç ay önce, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu ile CHP Gençlik Politikaları Platformu'nun Beyin Göçü Çalıştayı vesilesiyle büyükcene bir 'göçmüş grup' olarak görüşme fırsatı bulmuş, ne koşullarda Türkiye'ye dönebileceğimizi konuşmuştuk. 

Doğrusu, birçoğumuzun hikayesi, Evrim Kuran'ın kitabında anlattığı göç neslinin diğer çocuklarının hikayelerine benziyordu. Küçük Kara Balıklardık hemen hemen hepimiz:

Türkiye'nin hapsolduğu dar zihniyete büyük gelmiş, evimizde kendimizi üvey evlat pozisyonunda bulmuştuk. 


Kitapta Vietnam'da yaşadığını öğrendiğimiz Sema (ki gerçek isimler değil bunlar ama Kuran'ın çalışmasına katılmış insanlar), güzel özetliyor ruh halimizi: 

Ben bir göçmen miyim, bilmiyorum. Ya da gurbetçi miyim? Hayır, sanırım değilim. Ben Türk'üm. Bayramda kolonyamı, şekerimi, baklavamı alıyorum. Çevremdekilere ritüellerimizi anlatıyorum; Türk yemekleri yapıyorum. Türk kültürünü, Atatürk'ü anlatmak çok hoşuma gidiyor. Bununla gurur duyuyorum; ama artık kendimi Türkiye'de bir yabancı gibi hissediyorum.


Stuttgart'ta yaşayan Serkan ise, Almanya'da doğup büyümüş ama ailesinden gelen Türk kimliğini de bir gurbetçi kişiliğinde taşıyan arkadaşlarından ayırıyor kendini.

"Mutlaka bir tanım gerekiyorsa, sonradan gelen kişiyim'' diyor;

Yurtdışında yaşayan bir yabancıyım.


Seray'ın Toronto'da sıfırdan başladığı hayatında vardığı nokta da hepimiz için çok tanıdıktı.

''Ben kimim? Göçmen miyim? Nereliyim?'' diye soruyor Seray.

Torontolu değilim. Ankaralı değilim. Ev benim için hiçbir yer değil artık. Türkiye evim değil. Kanada da değil. Ortada uzayan bir boşluğun içindeyim…


Çünkü hem Türkiye değişti hem de biz… 

Tam da bu yüzden Kılıçdaroğlu ile toplantıda birçok arkadaşım Türkiye'ye dönmek için 'ekonomik kriz'in, kimileri 'siyaset krizi'nin ve 'hayat tarzına müdahale' alışkanlığının çözülmesi gerektiğinden bahsederken, ben çok daha karamsar bir duyguyla konuştum. 

Göçenlerin Türkiye'ye dönmesi, şu aşamada bir hayal gibi geliyor bana. Zira göçmenliğin ilk zamanlarındaki yabancılık, yeni ritüeller, arkadaşlar ve aşklarla değişmeye başlıyor. Yeni bir hayat başlıyor. Zaman geçtikçe, dönmek zorlaşıyor. 

Bunu kırmanın yolu, bana kalırsa, Türkiye için de kendimiz için de inanabileceğimiz yeni bir hikâye kurgulamaktan geçiyor. Yeni bir Türkiye hayali kurmaktan... 

O hikâyenin neye benzemesi gerektiğini de iki boyutta anlamak gerekiyor. 

Birincisi, siyasi. 

Değişen Türkiye, iktidarın anlatmak istediği gibi dar bir ideolojik zihniyetin mutlak hegemonyasını kabul etmiş, tektipçiliğe gönüllü bir şekilde razı olan bir ülke değil.

O ülke, her ne kadar yönetimde kendine genişçe yer bulmuş olsa da Türkiye'yi temsil etmiyor. 


Bambaşka bir ülkeye dönüşüyoruz aslında ve AKP-MHP koalisyonunun git gide güç kaybetmesi de bu değişimin sonucu:

Onlar Türkiye'yi mahallelere hapsetmeye çalışırken, genç muhafazakarlarla sekülerler aynı üniversitede sıra arkadaşı oluyor, aynı cafe'de oturup ders çalışıyor, aynı kaygılarla bu ülkeden gitmek istiyor. 


Dünün siyasi travmalarıyla bugünkü politik kimliklerini inşa etmeyen; kaygıları kendi hayat tarzlarına müdahale edilmesi değil, hiçbir zaman doğru düzgün bir işe girememek olan; şehirli bir gençlik var artık Türkiye'de. 

Ülkeyi kendi köylerine dönüştürme hayaliyle yanıp tutuşanların hesap edemedikleri bir sosyolojik devrim yaşandı; onun şokuyla ne yapacağını bilemiyor egemenler… 


Evrim Kuran da kitabında, bu gençleri gerçekten temsil edebilecek bir siyasetin, derin dönüşümler yaşaması gerektiğinin altını çiziyor: Gençler artık 'kaostan beslenen', durmadan kavga eden, korku ve ötekileştirme üzerinden sözde siyaset üreten bir siyasi elite razı değil. 

Toplumun ve kendilerinin gerçek gündemini konuşan; sorundan değil çözümden yana taraf olan bir siyaset istiyorlar. Adalet, demokrasi ve çoğulculuktan; bunların bir araya gelmesiyle oluşacak umuttan bahsediyorlar. 

Bugün hala 90'ların travmaları üzerinden söylem üreten, geçmişiyle hesaplaşıp yarına dair hayal kurmak yerine hala hatalarını savunan, hakiki sorunlarla uğraşmaktansa hayali düşmanlarla savaşan siyasilerin ve siyasi yapıların bir geleceği yok. Zira onlar, geçmişte boğulup gitmeyi tercih ediyorlar. 

Artık yapılması gereken, Türkiye'ye yeni bir şans verecek, bu ülkenin toplumunun ve siyasetinin üzerine inşa edileceği ana değerleri belirleyecek ve bu değerler ile bugünün tektipçi, ülkesini mahallesinden ibaret zanneden siyasetine bir alternatif sunmak. Hakiki bir demokrasi ve adalet zemininde buluşmak. 

Ancak ve ancak bu siyasi zemin inşa edilirse, somut sorunlarımıza karşı yaratıcı cevapların üretildiği ve kimliklerin değil fikirlerin yarıştığı bir siyaset de Türkiye'ye egemen olur. 

Zira kimliklerin kavgasının; muhafazakarlarla sekülerlerin tarihi çekişmelerinin, Kürt kimliğini yok saymanın, mahallenin endişelerinin Türkiye'nin sorunlarının öncesine koymanın sonucu ortada. 

Küçük Kara Balık'tan bir alıntıyla anlatmak gerekirse, balıkla salyangozun dost olamayacağına inanan o dar mahalleci inanca karşı, ''Balıkla salyangozdan düşman olur mu'' hiç demek gerekiyor. 


Demokrasi, adalet ve çoğulculuğu yaşamın her alanında yaşatıp, tartışan fikirlerin üreteceği çözümlere inanmak gerekiyor. 

Yoksa kimliklere hapsolan bir siyaset, ne genç işsizliğine çözüm üretebilir ne göçüp gidenleri geri çağırabilir ne iklim krizine karşı ülkeyi hazırlayabilir ne de Türkiye için yeni bir kalkınma dalgası başlatabilir.

Kimlik siyaseti sadece kavgadan, ötekileştirmeden ve zulümden anlat. Türkiye'de siyasetin hapsolduğu zulüm zincirini artık kırmak gerekiyor. 


Yazılmayı bekleyen yeni Türkiye hikayesinin ikinci boyutuysa, siyasetin toplumla nasıl bir ilişki kurması gerektiğini doğrudan ilgilendiriyor. 

KONDA Genel Müdürü Bekir Ağırdır'ın deyimiyle, Türkiye'de toplumdan korkan bir siyaset hüküm sürüyor. Partilerin karar alma mekanizmalarında, politika üreten zihni merkezlerinde, iletişimlerinde toplum temsili değil; çekingen parti kadroları var. 

Avrupa'nın en genç ülkesinde, bu kadar yaşlı bir siyasetin hükmü de bu yüzden kırılamıyor. Toplumla bir arada yol yürümek yerine siyasiler, kendilerine güç veren kitlelerden kasıtlı olarak kaçıyor ve siyaseti, dar bir 'siyasi elit'in insafına ve yaratıcılığa bırakıyor. 

Oysa o toplumsal zümre, Türkiye'yi hiçbir anlamda temsil etme gücüne sahip değil. O zümreye ait olmak için belli bir siyasete angaje grubun içinde var olmak, dijital ya da konvansiyonel medyada o zümrenin gündemlerine dair laf üretmek, toplumla değil o balonla ilişki içinde olduğunu kanıtlamanız gerekiyor. Tam da bu sebeple Türkiye, kurumsal siyasetine katiyen benzemiyor. 

KONDA'nın verileri de siyasetle toplum ilişkisinin acilen ve dramatik bir şekilde değişmesi gerektiğini gösteriyor: Zira yapılan Aktif Vatandaşlık Araştırması'na göre Türkiye'nin yüzde 53'ü siyasete etki edemeyeceğini düşünüyor.

Evrim Kuran'ın Türkiye liderliğini yaptığı Universum'un verilerine göre de Türkiye'de 'toplumsal bir amaca hizmet etme'yi hedefleyen gençlerin oranı, Avrupa ve Amerika'nın epeyi gerisinde. Zira siyaset balonunun kapıları topluma tıkalı; bu yüzden de bütün siyasi aktörlere ve kurumlara karşı güven sürekli azalıyor. 

Bu balonu kırıp, yeni bir siyaset tanımı yapmak ve bu defa topluma güvenerek, toplumu temsil ederek bir siyaset kurmak gerek. Ülkenin inanabileceği bir Türkiye Hayali de ancak ve ancak bu şekilde, yani toplumla el ele verilerek kurulabilir. 

Bu yapılmadığı müddetçe konjonktürün ve kötü yönetimin sonucunda oy kayışlarını konuşmaya, aritmetik hesabıyla iktidar değişiminin nasıl gerçekleşebileceğini konuşmaya devam edeceğiz. 

Türkiye'ye değişim bu şekilde elbette gelebilir. Oysa kurabileceğimiz hayaller, içinden kurtulmak için can attığımız hakikatlerden çok daha büyük olabilir. 


Şu anda böylesi bir hayali Türkiye'ye anlatan kimse yok. Oysa yeni bir hikâyeye inanmak isteyen kocaman bir ülkemiz var. 

Kendi göç hikayemin başında Küçük Kara Balık'la yıllar sonra yeniden buluşunca, kitabın trajik sonunu da ilk defa fark ettim: Küçük Kara Balık'ın o yeni dünyalara inanarak çıktığı yolculuğun sonunda, evine dönemeden kayboluyordu. 

Küçük Kara Balık, yarım kalmış bir yolculuğun öyküsüydü aslında. 

O, çıktığı mahalleyi, gördüğü güzelliklerle buluşturamadan zamanını dolduran bir gencin öyküsüydü. 


Bahrengi de, tıpkı kitaptaki karakteri gibi, fikren savaş açtığı İran'ın Şah Rejimi'ne karşı mücadelesinde, gencecik yaşta hayatını kaybetti. Boğularak öldü.

Kimileri cinayet dedi; kimileri kaza. Ama bir şey kesindi:

O da kendi göletini değiştirmek, yeni dünyaları keşfetmek için mücadelesinde, 'yeni'yi göremeden gitti. 


Bahrengi, kendi hikayesinin içinde boğuldu bir nevi. 

Oysa değiştirmemiz gereken göletlerimiz var hepimizin. 

Zira o gölet, biz gitsek de peşimizden geliyor bir şekilde. Evrim Kuran kitabında, Kanada'da geçirdiği ilk Cadılar Bayramı için kocaman bir balkabağı aldığını anlatıyor, örneğin.

Fakat eve geldiğinde annesini, o balkabağından bir güzel yemek pişirirken yakalıyor. Kabak yemeği gibi bir şey işte memleket; hiçbir yere gitmiyor. 


Küçük Kara Balık, dünyada başka türlü yaşamanın mümkün olup olmadığını soruyordu kitapta. 

Dünyada başka hayatlar elbette var.

Peki ya kendi göletimizde? Türkiye'de? 

Türkiye için de bambaşka bir gelecek mümkün. Üstelik o geleceğin neye benzemesi gerektiğini de Türkiye'nin Yeni Göç Nesli anlatıyor. 

Yeter ki korkmadan değişime inanalım. 

Yeter ki korkmadan, hep beraber, yeni bir Türkiye hayali kuralım. 

Ancak o zaman, bu varacak durağı olmayan yolculuklar, tekrardan göletine dönüp hikayelerini anlatabilecekler. 

Ancak o zaman, Evrim Kuran Onlar Döndü Buraya diye, yeni bir kitap yazabilecek. 

Fakat hakikatin insanın saç diplerine kadar acı veren sıkıcılığına hapsolduğumuz süre uzadıkça, dönüş yolları da kapanıyor. 

Zira nereye giderse gitsin ya da göletine ne zaman dönerse dönsün hiçbir zaman kendini evinde hissedemeyen milyonlarca insan, bilinmez yolculuklara çıkmaya devam edecek. 

Hepimizin yeni bir Türkiye hayaline inanmaya ihtiyacı var. 

Yeter ki inanabileceğimiz bir düş konsun ortaya.  

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU