Mongo Beti ve misyonerlik eleştirisi

Ahmet Sait Akçay Independent Türkçe için yazdı

Mongo Beti / Fotoğraf: Visiter l'Afrique

Fransız ve İngiliz sömürge dünyaları birbirinden farklı uygulamalarıyla dikkat çeker. Frankofon ülkelerde sömürgecilik daha şiddetli bir karakterde görünmektedir.

Bunun en temel nedeni Fransızların asimilasyon politikalarındaki kararlılığıdır. Bu da özellikle Siyah Afrika'da din değiştirme biçiminde gelişmektedir. 


Medeni olmanın ölçüsü İslam ve Hristiyanlık olunca, Afrika animist toplumlarının medenileştirilmesi egemen dinler için bir gereklilik halini almaya başladı.

Dolayısıyla makbul dine mensup olmayanlar, pagan ya da putperest, kafir diye ötekileştirilip ehlileştirilmeye zorlanmalıydı. 

Kamerunlu filozof Fabien Eboussi Boulaga, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda, Afrika'daki misyoner faaliyetlerini eleştirirken iki önemli hususa dikkat çeker:

Birincisi, misyonerliğin yerli kültürü "paganizm" olarak adlandırarak yıkması;

İkincisi ise, yerlileri "medenileştirme" projesini esas almasıdır.


"Çünkü, paganizm" der Boulaga, misyonerler için "insan doğasına aykırıdır, insan dışıdır. Kaçınılmaz olarak kölelik, bebek katli, yamyamlık, çokeşlilik, her tür sapkınlık ve noksanlıkla beraberdir." 

Boulaga, Hristiyanlaştırmanın insanlaştırmak ve değersiz insanları medenileştirmekle özdeş olduğunu iddia eder. 


Postkolonyal edebiyatın en önemli romancılarından Kamerunlu Mongo Beti, Mission To Kala [Kala Misyonu] ve The Poor Christ of Bomba [Bomba'daki Zavallı Mesih] romanlarında sömürgeciliğin sadece fiziksel değil zihinsel olarak da siyahları nasıl esaret aldığını göstermeye çalışır. 
 


The Poor Christ of Bomba'da Beti, misyonerliğin yerlilere bakışını ve onları dönüştürmek için dini nasıl araçsallaştırdığını resmeder.

Mongo Beti aynı zamanda Frankofon dünyanın en önemli Marksist yazarlarındandır.

Daha çocukken dini doktrine getirdiği eleştiri yüzünden Katolik okulundan kovulmuştur.

Fransa'da eğitim gören Beti, Kenyalı romancı ve düşünür Ngũgĩ wa Thiong'o'dan çok önce zihni sömürgeciliğin gayet farkında olan bir entelektüel.

1956 yılında yayımlanan The Poor Christ of Bomba, Fransız sömürgeciliğin asimilasyon politikalarının başarısızlığını ironik bir dille aktarır.
 


Roman, Kamerun'un ormanlık bölgesine Afrikalı yerli kabileleri Hristiyanlaştırmak için görevlendirilen Katolik rahip Peder Drumont'un yirmi yıl süren mücadelesini konu alır.

Peder Drumont'un en büyük projesi hemen her misyonerlikte, kızları Hristiyanlık usullerine göre evlendirmeye hazırlamak için kurduğu "sixa" adında kamusal kurumlardır.

Beti, "bu kurumlarda Hristiyan aileler için anneler mi yetiştiriliyor", diye sorar.

"Bu kızların mahkûm olduğu gerçeğin günde on saatten fazla iş yüküyle çalıştırılmalarıdır" der Beti.

Davasına adanmış papaz misyonunu romanın hemen başında şöyle anlatır: 

Çocuklarım, size önemli haberlerim var. Buradaki misyonerlikten iki haftalığına ayrılıyorum. Üç yıldır uğramadığım Tala ülkesine bir gezi düzenliyorum. Tala halkından biri varsa burada, özellikle öğreticilerden, söyleyin onlara Tala dostlarına, aralarına bir kez daha giderek, pişman olup kötülüklerden vazgeçerek Mesih'e dönmeleri için bir fırsat daha verdiğimi söylesinler.

 
Peder konuşmasına şöyle devam eder: 

İyi bir çoban sürüsünü kayıp kuzuyu bulması için terk eder. Ancak ben sizi yalnız bırakmayacağım. Misyonerlikte size yeni bir papaz eşlik edecek. Buralara henüz alışmış değil, yine de bana itaat ettiğiniz gibi ona da uymalısınız.


Erkekleri doğru yola iletmede başarısız olan Peder, kadınları kamplarda eğitip din misyonerleri olarak yetiştirmeyi hedefler. 

Çünkü beyaz adam hiçbir zaman güven vermez halka. Şu metinde siyah bir adamla Pederin diyalogu aradaki iletişimin zorluğunu gösterir: 

'Ben Hristiyan değilim, Peder. Vaftiz olmadım ve olacağımı da hiç düşünmüyorum. Ancak Tanrının varlığına da inanıyorum. Size bir soru sormak isterim: Düşünün ki, bizim yerimize beyazlar bu gece burada dans ediyorken siz de yanlarından geçiyorsunuz, koşup trampetlerini ve gitarlarını kırar mısınız? Dürüstçe cevap verin, Peder.'

Peder, bir anlık tereddütten sonra şöyle dedi:

'Ben bu ülkeye beyazlar için gelmedim. Sizin için, siyahlar için geldim. Beyazlarla ilgilenmiyorum. Onlar kötü adamlar ve diğer kötüler gibi cehenneme gidecekler.'
 
'Peki, ya bizler, Peder?'

'Neden, sizler kolayca Cennete gidebilirsiniz. Ona çok yakınsı¬nız hem. Onun için çok kızıyorum- zira Cennete girmek biraz fazla çaba gerektirir.' 

'Nasıl yani, Peder?' 

'Mesela, dans etmeyi bırakmak.' 

'Ancak dans etmeden nasıl yaşamalıyız? Siz beyazlar arabalar, trenler, tayyarelere sahipsiniz ... Bizim ise dansımızdan başka bir şeyimiz yok. Şimdi onu da bizden almak istiyorsun. Yerine ne yapabiliriz ki?'

'Tanrıya dua edip ona kulluk edebilirsiniz.'


Afrika dansını bir karakteristik olarak göstermek, frankofon yazarlar için bir sahiplenme iddiası da taşır.

Zira "dansı" neredeyse siyahların varoluş gerekçesi olarak sunan şair-filozof ve devlet adamı Léopold Sédar Senghor'u düşünelim.

Senghor'un, Descartes'in "Düşünüyorum, öyleyse varım" felsefi deyişine karşılık siyahlar için dile getirdiği "Hissediyorum, öyleyse varım" meşhur sözünü hatırlamalıyız.

Roman boyunca Peder'in siyahları Hristiyanlaştırmak için gösterdiği tüm çabası sonuçsuz kalır.

Misyonerlik ve medeniyetçilik arasında Peder'in sömürge idarecisi Vidal ile konuşmasını da burada anmak gerek: 

Dinle beni Peder, şimdi ifade ettiğin kınama bize de geliyor, biz sömürgeciler, resmiler yüce Savorgnan Brazza ve Faidherbe'ün mirasçılarıyız. Zira eğer Hristiyanlık burada bir şey ifade etmiyorsa, yerleştirmeye çalıştığımız medeniyetin tropikal güneşinin altında bir saçmalıktan ibaret olduğunu kabullenelim. Tamamen böyle, sana söylediğim gibi, bizler aynı geminin içindeyiz. Tuhaf bir şey mi diyorum?

'Hayır, sevgili Vidal hayır! Sen buraya medeniyeti kurmak için gelmedin. Kendini kandırma!'


İsa Mesih'in Krallığını yaymak için siyahları ihya etmeye çalışan, hatta kendisini Mesih olarak yücelten Peder, siyahların Hristiyanlığa ihanet ettiğini bile düşünür zaman zaman.

Çünkü birkaç ay meraklarını gidermek için Hristiyan olduktan sonra yeniden eski geleneklerine dönebiliyorlar, hiçbir pişmanlık ya da geçmiş özlemi çekmeden.

Bu da Peder'i kızdırır. En kötüsü de şu olsa gerek. Peder her ne söylerse söylesin, Avrupalı ve beyaz olmanın içine hapsedilmektedir. 

Sürekli bunu yüzüme vuruyorlar. Ne zaman insanlara bağırsam, bana şunu derler:

'Sonuçta beyaz adamsın ... Ve İsa Mesih, o da beyaz değil miydi?'


Bomba'daki Zavallı Mesih romanı, sadece Fransızların asimilasyon politikalarının başarısızlığını değil aynı zamanda siyahların kendi geleneklerinden, törelerinden de asla vazgeçmediklerini öne sürer. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU