Dersim'in (Tunceli) divaneleri de kendine özgüdür, dilenmezler, ihtiyaçlarından fazla yardımı kabul etmezler. Dersim divanelerini öyle sever ki, Hakk'a yürüdüklerinde binlerce insan tarafından uğurlanırlar. Yıllar önce en ünlü divanesini heykelini yaparak ölümsüzleştiren kent, şimdi de divanelerin hikâyelerinin anlatıldığı bir film ve tarihe kalacak bir müze için kolları sıvadı.
Bu gördüğünüz heykel, Dersim'in en ünlü divanesine ait, Seyuşen'e. Dünyada sadece bir şehir, kendi tabiriyle 'budelalarını' yani divanelerini heykelini dikecek kadar sevdi. Ve şimdi o şehir, kendi budelalarının hem müzesini yapmanın hazırlığında hem de filmini çekip onları dünya âleme anlatmanın hevesinde.
"Seyuşen tarafından sevilmek bir övünç vesilesiydi"
Önce Seyuşen'in öyküsü: Rivayet odur ki, çocukken şahit olduğu Dersim Katliamında birçok yakınını kaybetmesi, aklının uçup gitmesine neden olur. 20'li yaşlarda adı artık Seyit Hüseyin'in kısaltılmış hali, Seyuşen'dir ve bir divanedir. Pek konuşmaz, ancak sevdikleriyle konuşur. Dilenmez, kimseyi rahatsız etmez, kimseye zarar vermez. Divanedir ama gururludur. Ancak kalbi temiz olanların masasına gider ve onların yemeğini teklifsiz yer, içkilerini doğallıkla içer, yanık sigaralarını ellerinden alır. Ne kimseden para kabul eder, ne sigara paketi, ne de yardım. Belki de bu tavrından dolayı, herkes tarafından sevilir, sayılır, lokantasına gittiği esnaf onu doyurmak için canla başla çalışır, mağazasına gittiği esnaf onu giydirmeyi görevi sayar. İnançsal bir saygıdan olsa gerek, uzun yol şoförleri bile onu yanına alıp neşelenmek ister. Birini sevmezse, ona takma adlar takar. Seyuşen tarafından sevilmek bir övünç vesilesidir.
Onu tanıyanlar; birçok insanın misafir etmek istemesine karşın, bunu reddedip Dersim'in çetin kış koşullarına rağmen sokakta yatmayı seçtiğini anlatıyor. Hatta kendisine para verenleri terslediğini, verilen yeni elbiseleri çıkartıp eski, yırtık giysilerine döndüğünü de. Zaman geçtikçe çarşı esnafının ve halkın sevgilisi haline gelen Dersim'in bu ünlü budelasının divaneliğinin nedeni de zaman zaman nükseder. Anlatılanlara göre Seyuşen 12 Eylül 1980 darbe sonrası sıkıyönetim günlerinde bir gün çarşıya iner, etrafa bakar, kimseyi göremez. Telaşa kapılarak hızla polis karakoluna koşar. Eline aldığı irili ufaklı taşları karakola fırlatarak, "Ne yaptınız halkıma, 38 mi geldi, halkımı nerede öldürdünüz" diye bağırır. Orada bulunan polisler bir şey olmadığını sadece sıkıyönetim olduğu için sokağa çıkma yasağı olduğunu, herkesin sağ salim evinde olduğunu söyler. Polislerin sıkıyönetim gerekçelerine inanmayınca, Seyuşen'i polis arabasına atıp kapı kapı dolaştırmak ve halkın yaşadığını böyle göstermek zorunda kalırlar.
İçgüdüleri güçlü bir divanedir Seyuşen, ölümünü bilecek kadar güçlü hem de. "Ben kolay kolay ölmem beni bir deli öldürecek" der ve 1994 yılının bir sonbahar günü sokakta uyurken kente atanan şizofreni hastası bir öğretmen tarafından başına taşla vurularak öldürülür. Böyle iyi yürekli bir divanenin öldürülmesi halk tarafından büyük tepkiyle karşılanır. Cenazesine on binlerce insan katılır. Şimdilerde Seyuşen'in mezarı neredeyse bir ziyarete dönüşmüş durumda, onun mezarının toprağından alınan ve 'teberik' denilen toprağı alıp çocukların yüzüne sürmenin bile uğur getirdiğine inanılıyor.
Baba Bertal
Dersim'in bir başka divanesi ise Baba Bertal olarak tanınır. 2012'de öldüğünde Dersim'de 5 bin kişi tarafından toprağa verilmişti. İnce uzun boylu, pos bıyıklı Baba Bertal Dersim sokaklarında şalvarıyla dolaşırdı. Biraz kekeme olduğu için halk onu konuşturmayı çok severdi. Baba Bertal'ın en önemli özelliği ise gün yüzü görmemiş küfürleriydi. Kekeme diliyle ettiği küfürler, halk içinde sevgiyle karşılanırdı. Düğünlerin baş müdavimiydi, düğünlerde kılık değiştirir, eğlenceye ayrı bir hava katardı. Bir başka özelliği ise çok sigara içmesiydi ama hep kaliteli sigara içerdi. Rivayete göre, bir gün yasaklı bölgeden geçtiği için askerlerin kurşunlarına maruz kalmış ve kurşunlar onu etkilememişti. Bu rivayetin, 1938'i yaşamış bir toplumun sıkılan kurşunlara karşı ölümsüzlük arzusunu Baba Bertal şahsında dışa vurumu olduğu açık olsa da, divanelere yüklenen kutsiyetin önemli bir örneğidir.
Deli İbo ise, Dersim'in bir başka ünlü divanesi. Gerçek adı İbrahim Barut ve anlatılanlara göre çok marifetli. Çünkü gözüne kestirdiği herkesle önce tanışıp, sonra avucuna 1 lira para sıkıştırıyor, karşısındaki parayı almak istemezse "O zaman daha büyüğünü ver" diyor. Böyle böyle yolunu buluyor. Ama topladığı paraları ne yapıyor dersiniz? Günbatımından sonra dağıtmaya başlıyor. Yoksul evlerin kapısını çalıyor, ihtiyacı olanlara para veriyor. Kalanı da bozuk para haline getirip okulun yolunu tutuyor. Öğrencilere, "Al bununla çorba iç, al simit ye, börek ye" diye dağıtıyor.
Dersim'in bu üç divanesi sadece birer örnek. Onlar gibi nicesi var. Dersimli yazar Nurettin Aslan tarafından yazılan Dersim'in Divane Delileri kitabından hareketle Suya Yazılmış Zaman filmi, başta Seyuşen olmak üzere Dersim'in budelalarını anlatıyor. Nurettin Aslan, 30 yıldır Almanya'da yaşıyor, 25 yıl boyunca Türkiye'ye hiç gelememiş. Son beş yıldır memlekete gelip gidiyor. 16 yaşında tutuklanıp bir süre cezaevinde kaldıktan sonra politik sürgün olarak geçirdiği yılları boyunca, Dersim hiç aklından çıkmamış:
"Ben yurtdışına hiç uyum sağlayamadım. Düşlerimde hep memleket vardı. Yaklaşık 25 yıl boyunca Avrupa'ya dair hiçbir rüyam olmadı. Biz Dersim'in yağmurlarıyla ıslandık, çamuruyla kirlendik. Şimdi gidip gelebildiğim halde, hala çok özlüyorum Dersim'i."
"Dersim kendi divanesiyle bütünleşmiştir"
Okuduğu bir kitapta rastladığı "Dünyanın en açık sözlüleri deliler ve çocuklardır" cümlesi onu Dersim'in divanelerini yazmaya götürmüş. Peki, Dersim'in coğrafya olarak divanelerine yaklaşımındaki özgünlük ne ki, Nurettin Aslan bu insanların yaşam öykülerini yazma ihtiyacı hissetmiş? Şöyle anlatıyor:
"Fransız bir düşünür der ki, acıya düşen bir toplumun delisi çok olur. Dersim'i de bu şekilde değerlendirmek gerekiyor. Bu toplum acılara düşmüş ve çeşitli travmalar yaşamıştır. O yüzden divane diyebileceğimiz kesim oldukça fazla. Michel Foucault delileri 'aklından başka her şeyini yitirmişler' olarak tarif eder. Dersim'in delilerine de baktığımızda, gerçekten aklından başka her şeyini yitirmişlerdir. Dersim'in divaneleri hep sonradan aklından uzaklaşmış insanlardır. Sevda yarası vardır, ihanet yarası vardır, korkuya düşmüştür, çok zeki olduğu için dışlanmıştır."
Dersim kültürünün divanelere yaklaşımını ise şu sözlerle anlatıyor Nurettin Arslan: "Michel Foucault deliler tarihini araştırdığında, Avrupa'daki miskinhaneleri anlatır. Bu miskinhanelere yoksullar, saf insanlar hep deli muamelesi yapılarak kapatılmıştır, tıpkı bizdeki tımarhaneler gibi. Ancak Dersim bu açıdan tarihin en başından beri hep farklı bir tutum sergiler. Anadolu'nun başka pek çok yerinde deliler dışlandığı halde Dersim kendi delisiyle bütünleşmiş, delisini kutsamış, hatta onu ermişlik mertebesine çıkarmıştır. Hatta Dersim halkı karşılaştığı her divanenin Hızır'ın ruhunu taşıdığını düşünerek, onu sarıp sarmalamıştır. Bu yüzden divaneler Dersim'de evlerde misafir edilir, yedirilir, içirilir."
"Hiçbiri akıllı geçinen insanlar gibi açgözlü değildir"
Çocukluğundan beri hep divanelerle iletişiminin olduğunu ve onların kendisini çok etkilediğini söylüyor Aslan: "Mesela Alibeg diye bir divanemiz vardı, üstün zekâlıydı. Hiç ummadığınız anda öyle bir söz ederdi ki, toplum onun o sözünü doğru kabul eder ve uygulardı." Kitabının yayınlanmasından sonra, delilerin daha fazla sahiplenilip korunduğunu anlatan Aslan; Dersim'e her gittiğinde divaneleri ziyaret ettiğini söylüyor: "Ama öyle enteresanlar ki, mesela ihtiyacı olandan daha fazlasını almazlar. 100 lira verirsiniz, ihtiyacı 5 liraysa sadece onu isterler. Bir paket sigara verirsiniz, sadece içinden bir dal alıp, paketi geri verirler. Hiçbiri akıllı geçinen insanlar gibi açgözlü değildir. Özellikle Avrupa'dan dönen Dersimliler, bu divaneleri toplar pikniğe götürür, giydirir, ihtiyaçlarını karşılar. Bu kültürümüz halen sürüyor." Dersim'in hem şehir merkezinde hem de ilçelerinde divanelere rastlanabildiğini söyleyen Aslan, "Ama onları fark edemezsiniz, çünkü lokantaya gidip oturabilirler, kahveye gider çayını içer, piknik alanına gider insanlarla bir arada olur" diyor.
"Dersim'in tarihini divanelerimizin özelinde tüm dünyaya anlatmak istiyoruz"
Yapımcılığını üstlendiği Suya Yazılmış Zaman filminin kendi kitabından hareketle yazıldığını, ancak sadece filmle yetinmek istemediklerini anlatan Aslan, "Projenin bir sosyal ayağı da olması gerekiyordu, yani film belli bir zamana hitap eder, ömrü kısadır ama müze her zaman bir hikaye anlatır" diyerek Dersim Divane Delilik Müzesi girişimini başlattıklarını söylüyor. Müze girişiminin koordinatörlüğünü Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü hocalarından Prof. Dr. Şükrü Aslan'ın yaptığını söyleyen Nurettin Aslan, "Biz bu filmle ve müzeyle Dersim'in tarihini divanelerimizin özelinde tüm dünyaya anlatmak istiyoruz" diye konuşuyor. Filmin bir aşk hikâyesi eşliğinde kadim toprağa ve kadim inanca dönüşü anlattığını söyleyen Aslan, dünyada kendi delisinin heykelini tek kentin Dersim olduğunu hatırlatarak, ikinci bir ilki gerçekleştirmek istediklerini ve divane delilerin hikâyelerini bir müzeye taşıyarak kalıcılaştırmak istediklerini söylüyor: "Böyle bir müzeyi oluşturarak dünyanın ilgisini de Dersim'e çekmek istiyoruz. Burada Dersim'den kastımız tarihsel Dersim coğrafyasıdır, sadece Tunceli kent merkezi değildir. Tarihsel Dersim'in bütün divanelerinin hikâyelerini bu müzede toplamak ve sergilemek amacındayız." Aslan, hikâyeleri oluşturdukları bir web sitesinde (https://www.kulturemafilmproduktion.com/) toplayarak işe başladıklarını söyleyerek, ilgili herkesin kendilerine bildiği öyküleri ulaştırabileceklerini söylüyor.
"Müze için Dersim divanelerinin anılarını, fotoğraflarını topluyoruz"
Dersim Divane Delilik Müzesi girişimin koordinatörü ve filmin danışmanı Prof. Dr. Şükrü Aslan, uzun zamandır Dersim'le ilgili akademik çalışmalar yapan biri olarak, müze fikrinden çok etkilendiğini ve kendisinin de Dersim'in divaneleriyle çocukluğundan itibaren hatıralarının olduğunu söyleyerek sözlerine başlıyor:
"Beni motive eden şeylerden bir tanesi, bu toplumun kendi divaneleriyle ya da anadilimizde söylersek budelalarıyla kurduğu ilişkinin, çok özgün bir yere oturuyor olması. Uzun zamandır kültür sosyolojisi çalışıyorum ve yeryüzünde kültürlerin bilhassa iktidarlardan çok daha güçlü ve dayanıklı olduğunu düşünüyorum. Ve bu özgün kültürlerin modernleşme sürecinde nasıl bir gadre uğradıklarını pek çok örnekten biliyorum. O nedenle bu kültürleri yeniden üretmenin, bilinir-görünür kılmanın, üzerindeki örtüyü kaldırmanın, dünyaya anlatmanın çok kıymetli bir iş olduğunu düşünüyorum."
Fransız devrimiyle başlayan aydınlanma ve modernleşme sürecinin, ulus devletlerle devam eden döneminin temel kavramının 'akıl' olduğunu anlatan Prof. Dr. Aslan sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Akla dayanmak, akılla yönetmek, akılla rejimler kurmak, bütün sosyal ilişkileri akılla dizayn etmek gibi; bu dönemin anahtar kavramı akıldır. Aklın karşısına koyacağınız kavram, akılsızlık olabilir ya da akla güvenmemek, akla dayanmamak, akla iş yapmamak belki. Aklı öne çıkaran insanlar aklın karşısına geleneği koymuşlar, inançları koymuşlar ve bu yüzden de oradan kopmaya gayret etmişler. Modern devletlerin ve modern aklın geliştirdiği yeni metot ise akılla ilgili problemleri olanları, akılla ilgili problemleri olmayanların dışına koymak olmuş. Yani bir tür tedavi merkezleri kurmak, onları orada toplamak, rehabilite etmek ve akıllı insanların olduğu topluma kazandırmak. Bütün bunlar 'modern' projeler. O yüzden akıl hastanelerinin öyküsüne baktığımız zaman aslında modernizmi görüyoruz. Bunun karşısındaki şey ise, kökleri çok eskiye giden geleneksel bir alanı oluşturuyor. Bizim toplumumuz ise, bundan farklı bir yol izlemiş. Akılla ilgili problemi olduğunu düşündüğü bireylerini kendi dışında atmamış, kendi dışında bir kapatılma mekânına koymamış, kendi dışında rehabilite etmek için insanlar konumlandırmamış. Tam tersine kendi 'normal' bireyi gibi, kendi yanında, kendi gündelik hayatında ve kendi rutini içinde tutmuş, onu böyle kabul etmiş. Rehabilitasyonu böyle yürütmüş. Bu anlamda bu kültürün akıl hastanesi yoktur, akıl hastanesine kapatılmış hastası yoktur hatta akıl hastanesine kapatmayı kendi geleneğine, kültürüne, atasına karşı bir eziyet sayar. Biz de bu özgün kültürü dünyaya anlatmak istiyoruz."
Prof. Dr. Şükrü Aslan, Dersim Divane Delilik Müzesi'nin çerçevesine dair de şu bilgileri veriyor:
"Dersim'in Divane Deliliği ile ilgili müze fikri Nurettin Aslan'a ait. Biz bu fikri kayıt altına aldıktan sonra Galatarasay Üniversitesi'nden Ceren Acun ile birlikte çalışmaya başladık. Burada Dersim'in divane delileriyle ilgili öyküleri, fotoğrafları, doğrudan ve dolaylı tanıklıkları, çeşitli insanların çeşitli zamanlarda çektikleri görselleri, hepsini bir müze disiplini içerisinde belgelerle, anlatımlarla sergilemeyi düşünüyoruz. Yani müzeye bir ucundan girdiğinizde hem tematik hem kronolojik olarak bir öykü göreceksiniz ve bittiğinde size aslında filmin teması olan bu coğrafyadaki kültürün kendi divaneleriyle nasıl bir ilişki kurduğunu ve kendi divanelerinin bu ilişki içerisinde nasıl 'normalleştiklerini' düşündürecek. İzleyici bitirirken aslında bu 'akıllılık' ve 'delilik' kavramlarının, yani modern dünyanın çizdiği o sert ayırımların aslında yapay ayrımlar olduğunu ve bu yapaylığın bu coğrafyada çok önceden fark edildiğini görecek."
Divanelerin öyküsündeki toplumsal travma
Hem filmin hem de müze fikrinin Dersim'in travmalarıyla da ilişki kurarak planlandığını anlatan Prof. Dr. Aslan buna dair şu bilgileri veriyor: "Çünkü burada budelalık dediğimiz şey, aslında bu coğrafyadaki akıl kaçırtıcı müdahalelerin sonucunda da oluşan bir şey. 1938 herkesin bildiği bir dönem ya da benim kitabımdaki adıyla herkesin bildiği bir sır, fakat tarih çok daha eski. Ve 38 son da değil, bu dönemde akıl kaçırtıcı çok fazla dışsal müdahale söz konusu. Bu müdahalelerin bu toplumdaki bireylerin büyük çoğunluğunun aklını kaçırtması aslında gayet kaçınılmaz bir şey. Nitekim bizim budelelarımızın bazılarının öyküsü, tam olarak böyle dışsal müdahalelerle oluşan aklın kaçması öyküleridir. O nedenle müzedeki öyküler, Dersim'i kuşatan toplumsal tarihiyle ele alınacak."
Prof. Dr. Şükrü Aslan, kendi kişisel tarihinde etkilendiği bir divaneye dair anısını da Independent Türkçe ile paylaşıyor: "Ben lisenin ilk iki yılını o zamanki adıyla Kalan Lisesi'nde okudum. O zaman bir divane vardı, adı Hüseyin Bey'di. Son derece iyi matematik bilirdi. Şimdi Şaroğlu Otel'in olduğu Tepebaşı olarak bilinen yerde otururdu ve biz de okuldan çıktığımızda, matematik ödevimiz varsa doğru Hüseyin Bey'in yanına giderdik. Hüseyin Bey matematik sorularımızı çözerdi, ödevlerimizi ona danışarak yapardık, inanılmaz bir zekâsı vardı. Şimdi bu müze fikriyle Hüseyin Bey'in hikâyesini de araştırıyoruz, ailesine ulaşmaya çalışıyoruz."
Filmin çekimleri üç ay içinde başlıyor
Mustafa Diyar Demirsoy, Dersim'in divanelerinin anlatılacağı Suya Yazılmış Zaman filminin hem senaristi hem yönetmeni. Aslen Suruçlu olan Demirsoy, filmin Almanya ve Türkiye'de çekileceğini söyleyerek sözlerine başlıyor:
"Almanya'da Berlin ve Stuttgart'ta, Türkiye'de ise İstanbul ve Dersim'de çekilecek. Ancak filmin yüzde 80'inde mekân olarak Dersim kullanılacak. Film üç zaman diliminde geçiyor ve hikâyemiz çapraz kurguyla anlatılacak."
Filmin Türkiye ve Avrupa başta olmak üzere pek çok ülkede gösterime gireceğini de belirten Demirsoy; çekimlere önümüzdeki üç ay içinde başlayacaklarını söylüyor.
Dersim'in kadim kültüründe 'su'yun çok özel bir imge olduğunu, 'Munzur' adında simgeleşmiş, akmaya eşlik eden bir zaman olduğunu söyleyen Demirsoy şöyle konuşuyor:
"İyi ve kötü bu coğrafyadaki tüm tarihin en güçlü tanığıdır. Bir arınma nesnesidir yerine göre, çok şeyi alıp götürmüştür. Elbette nefes almayı mümkün kılan bir yaşam nesnesidir, ömürlerin enerji kaynağıdır. Suyun sesi kesildiğinde, adeta nefesi de bitmiştir. Su, içindeki bütün varlıklarla birlikte bu coğrafyanın bütün kadim kültürlerinin ortak kutsalıdır, birbirlerine ikrarıdır. Üzerine yemin edildiğinde diğer sözler artık hükmünü yitirmiştir. Dersim'in Divanelerinin de tanığı, yoldaşı, koruyucusu ve nefesi olan Munzur'un taşıyıcı gücü ile bu coğrafyanın öyküleri dünyanın en ücra köşelerine ulaşmıştır. Şimdi, Munzur'a filmimizle bir tanıklık daha yüklüyoruz."
'Suya Yazılmış Zaman' filminin, geleneksel ve modern kültürde 'delilik' kategorisinin, Dersim'in özgün toplumsal coğrafyasında var olma biçimi ve ilişkilerini, sinema sanatı içinde üretmeye odaklanacağını belirten Demirsoy; "Dünyanın neredeyse her yerinde aynı şekilde kodlanmış 'deliliğin', bu kadim kültür ve inanç geleneği içinde anlam bulan ayrıksı yeri filmin temel hareket noktası olacak" diye konuşuyor. Amaçlarının sinemanın dili, tekniği, yöntemi ve bakışıyla bu sosyal olguyu izleyiciyle buluşturmak olduğunu vurgulayan yönetmen; "Suya Yazılmış Zaman sinema filmi, kadim Alevi coğrafyasının bu müstesna mekânından, yeryüzüne bir insani davet olarak da okunabilir" diyor.
© The Independentturkish