Prof. Kadıoğlu: "İklim değişti diye kuraklık oldu" demek meteoroloji okur yazarlığının azlığının; cahilliğin bir göstergesidir

Canan Duman, Independent Türkçe için Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu ile konuştu

Türkiye'de iklim değişikliğinin gözlemlenen ve öngörülen etkileri, artan sıcaklık ve azalan yağışın beraberinde getirdiği kuraklık, tehlikeli bir afetle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.

Ancak iklim değişikliği, Türkiye'ye yönelik bir sosyo-ekonomik tehditten ziyade hâlâ uluslararası bir sorun olarak görülüyor.

Oysa iklim değişikliği sadece gezegeni kurtarma meselesi değil, aynı zamanda ulusal çıkarlarımızı tehdit ediyor.

İklim değişikliği; sıcaklık artışlarını ve aşırı hava olaylarını tetikledikçe havamızı, suyumuzu ve yiyeceğimizi tehlikeye atıyor; hastalığı yayıyor, evlerimizi ve güvenliğimizi tehlikeye atıyor.

Büyüyen bir halk sağlığı kriziyle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor. 


Türkiye'nin dört bir yanından gelen kuruyan havza, göl, baraj haberleri, tarımsal kuraklık nedeniyle en azalan rekolteler, iklim değişikliğinin tetiklediği göçler, "iklim değişti, kuraklık oldu" söylemiyle kuraklığı, deniz salyası, balçık gibi çevre kirliliği kaynaklı sorunları iklim değişikliğine bağlayanlar, iklim değişikliği diye halı altına süpürülen sorunlar, hepsini Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu ile konuştuk. 

 

- Türkiye'nin dört bir yanından kuruyan havza, göl, baraj haberleri geliyor. Yağışlar azalıyor. Kuraklık ülke genelinde alarm vermeye devam ediyor. Türkiye su fakiri bir ülke olmaya doğru mu ilerliyor? 

Evet, kuraklık Türkiye'de bazı yerlerde yanlış, bazı yerlerde doğru bir şekilde alarm veriyor. Sadece bir aylık yağış miktarına bakarak tarımsal ve hidrolojik kuraklıklardan bahsedemeyiz.  

Türkiye'nin dört bir yanında göl ve barajların kurumasındaki birinci neden, yağışların yer ve zaman olarak azalması yani meteorolojik kuraklık değildir.

Küresel iklim değişikliği ise hiç değildir. Küresel iklim değişikliğini altına çer çöpün süpürüldüğü bir halı gibi kullanmak çevrecilik yaklaşımı olarak da uygun değildir. Bu şekilde kuraklık problemini çözemeyiz.


Türkiye'nin artan nüfusu, doğru ve yanlış su kullanım miktarları nedeniyle, kişi başına düşen su miktarı önümüzdeki birkaç yılda 1.000 metre küpün altına düşecek. Bu da Türkiye'nin su fakiri olma yönünde hızla ilerlemesini sağlayacak. 

Türkiye'nin Akdeniz iklimine sahip olan genellikle batı ve güneyindeki kıyılara yakın bölgelerinde kar dahil yağışların önemli bir kısmı kışın yağar.

Yarı karasal iklimin daha baskın olduğu örneğin İç Anadolu'da kar, vb. yağışlar daha çok ilkbahar aylarında görülür. Çok karasal bir iklime sahip olan bölgeler ise yazın sağanak yağışlarla idare eder.

Karadeniz gibi bölgelerimiz de yıl boyunca yağış alır, hava sıcaklıkları yeterince düşük olduğunda yağış, kar şeklinde yere ulaşabilir. 


Bu durumda hangi bölgede hangi mevsimde yağışlar az ona bakmak lazım. Bir yerde zaten mevsim bakımından yağışın az olduğu zamanda yağışın beklenenden daha az olmasına kuraklık denilemez.

Denilirse de bu sadece meteorolojik kuraklıktır. Toprağın zamanında suya doyduğu bir yerde az olan yağışın daha az gerçekleşmiş olmasının fazla bir önemi yoktur.

Bunun tam tersi de doğrudur: Örneğin, Akdeniz bölgesinde bir yerde kış boyu yeterli yağış olmamış ama Nisan ayında ortalamaların üzerinde bir yağış almış olması, orada tarım ve barajlar için artık kuraklık yok anlamına gelmez.


"Kuraklık bir doğa kanunudur, yani dünya var olduğundan beri vardır"

- Geçmişte benzer kuraklık örnekleri yaşandı mı? "Her 7 yılda bir kuraklık oluyor" söylemi doğru mu?

"Her 7 yılda bir kuraklık olur" söylemi yanlış bir bilgidir. Bu söylem bile ülkemizde "zihinsel kuraklığın" ya da meteorolojik cahilliğin ne kadar kötü bir seviyede olduğunu gösterir.

Havanın hafızası yoktur. Öyle "7 yıl oldu hadi şimdi burada kuraklık yapalım" gibi bir şey demez. Atmosfer çok kaotik bir ortamdır. Asla bu tür periyodiklikler içermez.

Yağış zaman serilerine harmonik analiz vb. uygulayanlar şüphesiz bir periyodiklik bulur. Ama buldukları değerin ileriki yıllarda tekrarlayacağının garantisi yoktur.

Yanıldıkları bu durumu görmek için zaman serisine beş yıl vb. yeni veri ekleyip periyodiklerine tekrar bakmak gerekir.

Yani meteoroloji bilmeyen, havayı ve dolayısıyla kuraklığı duvar yapmak, beton dökmek gibi elle tutulur ve kontrol edilebilir sananların bir uydurmasıdır.

Daha da kötüsü buna göre güya suyu ve sudan elde edilen enerjiyi yönettiğini sananların olmasıdır. 


Zaten (semi-arid) yarı kurak bir iklimi olan ülkemiz bu doğa kaynaklı afetin etkilerine oldukça sık maruz kalmaktadır.

Örneğin bu konuda yer ve zaman esaslarına dayalı analizler tam olarak yapılmamış olmakla birlikte 1927/28, 1956/57, 1959, 1970, 1972/73, 1977, 1982, 1984, 1989/90, 1994, 2000/01 ve 2006/07 yılları ülkemizin büyük bölümünde yağış açığının tehlikeli boyutlara ulaştığı yıllar olarak kayıtlara geçmiştir.

İklim tarihimiz üzerindeki dendroklimatolojik çalışmalar da son yıllarda giderek artmış ve önemli sonuçlara ulaşılmıştır.

Ülkemizin değişik bölgelerinde yapılmış olan iklimsel rekonstrüksiyonlar ve karakteristik yıl analizleri sonucunda saptanan ve bazıları Osmanlı kayıtlarında da bulunan, son 350 yıllık dönemdeki kurak yıllar açıklanmıştır.

Kurak yıllar genellikle bir yıl, seyrek olarak iki ve Akdeniz Bölgesi'nde de bir kez üç yıl (1745-47) sürelidir. İki yıl süreli kurak dönem, Akdeniz Bölgesi'nde 7 kez, Karadeniz Bölgesi'nde de 5 kez yaşanmıştır.

Kurak ve yağışlı yılların bazıları her iki bölge için ortak iken, büyük çoğunluğu farklı yıllardır. Her iki bölgede de kurak olan yıllar 1676, 1679, 1696, 1715, 1725, 1746, 1757, 1797, 1815, 1887, 1927-1928 yıllarıdır. 


Yapılan bilimsel çalışmaların yanı sıra Osmanlı dönemi kayıtlarında da bazı önemli kurak yıllar tespit edilmiştir. 1845 yılında yaşanan kuraklık Ankara, Konya, Kastamonu, Sivas illerinde etkili olmuştur.

1846 yılında şiddeti daha da artmış, açlık ve salgın hastalıklar nedeniyle ölümler gözlenmeye başlamıştır. Ölen insan sayısı tam olarak bilinmemekle birlikte İngiliz Konsolosluğu kayıtlarında 6.000 Müslümanın öldüğü belirtilmektedir.


1874-75 yıllarında gözlenen kuraklığın etkisi daha da büyük olmuştur. Bütün Anadolu coğrafyasında etkisini göstermiştir.

Yine Ankara'da bulunan İngiliz konsolosluğu raporuna göre, Ankara ve çevresinde, yaklaşık 20 bin kişi yaşamını yitirmiştir.

Sırrı Erinç'e göre bütün Anadolu'da bu rakam 200.000 kişidir (kıtlık ve salgın hastalıklar gibi dolaylı etkileri nedeniyle).

1585-1640 tarihlerinde Anadolu'da yaşanan (iklim isyanı olarak da adlandırılan) meşhur Celali isyanlarının nedeninin de kuraklık olduğunu biliyoruz.

Hicri 906, miladi 1501 yılında Anadolu'da şiddetli bir kuraklık sonucu kıtlık yaşandığı belirtilmektedir.


Anadolu'da milattan önce 1800, 1300 ve 800'lü yıllarda yaşanan kuraklıklar da halkı zor durumda bırakmıştır. M.Ö. 1290 yıllarında yaşanan kuraklığın Hititler'in sonunu hazırladığı bilinmektedir.

Hititler döneminde suya öyle önem veriliyordu ki temiz su kaynağını kirleten kişinin suçu ölümdü. Bu durum, Hititler ve bu topraklarda tarih boyunca yaşamış medeniyetlerin en büyük sorununun kuraklık olduğunu açık şekilde göstermektedir. 

Özetle kuraklık bir doğa kanunudur, yani dünya var olduğundan beri vardır. Böylece Anadolu toprakları kuraklıkla hep yoğrulmuştur. Kuraklığı, sadece küresel iklim değişikliğine bağlamak; "iklim değişti diye kuraklık oldu demek" meteoroloji okur yazarlığının, azlığının yani cahilliğin bir göstergesidir.


"Devletin çiftçiyi kuraklık sigortası için teşvik etmeye devam etmesi, kuraklık sigortasını yaptırmayanlara ise asla hibe verip yardım etmemesi en doğrusudur"

- Mayıs ayında tarımsal kuraklık nedeniyle en fazla zarar gören ürünlerin arpa, buğday ve kırmızı mercimek olduğu belirtildi. Tarımsal kuraklığın arttığı illerde kuraklıktan etkilenen üreticilere dekar başına 200 lira hibe verilmesi talebi var. Hibe geçici bir çözüm değil mi? Tarımsal kuraklıkta kalıcı çözüm için ne gerekli? 

Devletimizin sosyal bir devlet gereği bu konuda yaptığı en iyi şey TARSİM kapsamında tarım sigortalarının geliştirilmesi ve primlere katkıda bulunuyor olmasıdır.

Her nedense millet olarak hep ortalama değerlerle ilgileniyor ve her sene ortalama neyse o kadar yağmasını bekliyoruz.

Türkiye'de de yağışlarda bir değişkenlik olduğunu ve yağışın örneğin yıldan yılan yüzde 50 artıp azalabileceğini kabul etmiyoruz. Diğer bir deyişle hiç değişemez hava şartları kabulüyle hareket ediyoruz.

Değişkenliği yani riski dikkate almıyoruz ve bu gerçeği kabul etmiyoruz. Risk yönetimi mantığı olmayınca sigorta gibi risk transferi araçlarını da olası kayıplarımız için çözüm olarak kabul etmiyoruz.

Devletin çiftçiyi kuraklık sigortası için teşvik etmeye devam etmesi, kuraklık sigortasını yaptırmayanlara ise asla hibe verip yardım etmemesi en doğrusudur.

Kuraklık sigortası yaptırmayanların zararını kısmen de olsa karşılamak sigortaya olan talebi de azaltır.


Öncelikle çiftçimiz aylık ve mevsimlik hava tahminleri kullanmayı ve bu tahminlere göre doğru ürün dikmeyi öğrenmeli.

Doğru yere doğru ürün ekmek hem hayal kırıklığı yaşamamak hem de eldeki suyu doğru kullanmanın temelidir. Bundan sonra doğru yöntem ve teknoloji ile sulamayı yaygınlaştırmak gerekir.

Ziraat mühendisleri tarlaya inip, çiftçiye tarlasını ne kadar çok sularsa o kadar çok ürün alacağını beklemesinin yanlışlığını anlatmalı.  


Küresel iklim değişikliğine uyum için de şimdiden harekete geçilmelidir. Bunun için Türkiye Gıda ve İçecek Sanayii Dernekleri Federasyonu tarafından hazırlatılan "Türkiye'de İklim Değişikliği ve Tarımda Sürdürülebilirlik" raporu internetten indirilip okunmalı.

Özellikle bu raporun sonunda yer alan tarımda iklim değişikliğine uyum yöntemleri, uygun olan yerlerde artık daha fazla gecikmeden uygulanmalıdır.


Aslında Türkiye'nin birinci önceliği, küresel iklim değişikliğine göre arazi planlanmasını acilen yapmasıdır. İleride tarım alanı olarak kalacak toprakları belki de bugün yanlış bir şekilde yerleşime açıyor, üstüne sanayi bölgesi vb. kuruyoruz.

Aslında ülkemizdeki tarım alanlarını başka amaçlar için kullanmak, gıda güvencesini de tehlikeye atan en büyük kuraklık nedenidir.


"Deniz salyası, balçık ve su rengindeki sararmanın temel nedeni, çevre kirliliğidir; iklim, hava, kuraklık filan değil"

- Yetkili makamlar, Salda Gölü'nde oluşan balçık ve su rengindeki sararmanın   mevsimsel kuraklık dolayısıyla göl su seviyesindeki düşüşten kaynaklandığını, bu nedenle göl tabanında balçıklar oluştuğunu açıkladı. Salda Gölü ve Marmara Denizi'nde etkili olan deniz salyasında küresel iklim değişikliği mi etkili oluyor?  

Yetkili ve yetkisiz makamlar, göl su seviyelerindeki her değişimi hemen yağışlara bağlamadan önce o göle giden suların nasıl tutulup şişelenerek satıldığına ve göle giden derenin önü kesilerek hangi tarlaya yönlendirildiğine bakmalı.

Hava ve iklimi böyle günah keçisi olarak kullanmak, cambaza bak demektir. Bu tür yanlış ezberler ile problemleri çözemeyiz. 

Deniz salyası, balçık ve su rengindeki sararmanın temel nedeni, çevre kirliliğidir; iklim, hava, kuraklık filan değil. Bütün mesele dozaj meselesidir.

İnsan bünyesine benzer bir bünyesi var göl ve denizlerin. Örneğin 1 adet aspirin insana zarar vermez ama bir kutu aspirini bir anda yutmak intihar olur.

Deniz ve göller kendine bir şey etmez, onlara bünyelerinin kaldıracağından daha fazla kirletici akıtarak onları katlederiz. Bu durumda suçlu iklim, vb. asla değildir.

Suçlu, denize arıtabileceğinden daha fazla kirletici akıtanlardır. Göl ve denizlerin aşırı kirlenmiş olduklarına dair verdikleri işaretleri doğru anlamak doğru çözüm için şarttır.

Cambaza bak yaparak bunu iklim değişimi gibi hayali nedenlere bağlamak, bizi gerçek sorumlu ve çözümden uzaklaştırır. 

Resmen Marmara Bölgesi isyan ediyor: Bu kadar araca yetecek yol yok, bu kadar insan ve sanayiye yetecek su yok, bu kadar kirliliği kaldırabilecek hava ve deniz yok! Türkiye sadece Marmara Bölgesinden oluşmuyor.


- Türkiye'de kuraklık tehdidi ile karşı karşıya olan yüksek riskli bölge-şehirler hangileri? 

Kış yağışlarının 2070 yılına kadar yüzde 50 azalması beklendiği Ege, Akdeniz ve Güney Doğu Anadolu Bölgeleri yağış azlığı bakımından, İstanbul, İzmir, Ankara gibi büyük kentler de su arz ve talep dengesinin daha da kötüleşmesi bakımından kuraklık ve su kıtlığının yüksek olduğu yerlerdir.


"İklim değişikliği giderek hem iç hem de dış göçleri daha fazla tetikleyecek"

- İklim değişikliği insanların güvenliğini tehdit ediyor mu? Bir göç hareketine neden olması bekleniyor mu?  

Evet. Öyle ki Göç İdaresinde de artık meteoroloji mühendislerinin çalışması gerekiyor. İklim değişikliği giderek hem iç hem de dış göçleri daha fazla tetikleyecektir.

Türklerin Orta Asya'dan göçmesinin nedenlerinden biri, o zamanlardaki iklim değişikliğiydi. Yani hem bize hem de Avrupa'ya pek yabancı olmayan bir durum.

Bu değişiklik Avrupa Birliği başta olmak üzere Türkiye için artık ulusal bir güvenlik problemidir. Zaten şu an ülke olarak doğudan batıya, güneyden kuzeye olan göçlerde bir köprü görevi görüyor.

Avrupa Birliği'nin küresel iklim politikalarına sahip çıkmasının ve bu kadar çok önemsemesinin temelinde olası kitlesel göç tehlikesinden kaynaklanmaktadır.

Küresel iklim değişikliğinin Türkiye gibi Akdeniz çanağında bulunan Güney Avrupa ülkelerinde kuraklık ve kıtlığa neden olması beklenmektedir.

Bir de giderek daha fazla çölleşen Kuzey Afrika'dan beklenen kitlesel göç, Güney Avrupa için "çekirge salgını" gibi önemli bir tehlike olarak görülmektedir.


- Kuraklık etkilerinin en aza indirilmesi için hangi tedbirleri almak gerekiyor? İklim değişikliğini durdurmaktan kim sorumlu?

Kuraklıkla mücadele için öncelikle şu ana kadarki yanlış ezberlerimizi bir kenara bırakmalıyız. En çok suyun kullanıldığı tarımdaki sulama yöntem ve teknolojilerine eğilmek şart.

Özellikle yanlış yerde yanlış ürün ekimine son verilmelidir. Türkiye'nin en kurak yerinde şeker pancarı, yonca ve mısır gibi yüksek miktarda su tüketen ürünlere teşvik etmemek, tropikal ürünlere de tropikal yağış almayan yerlerde izin vermemek gerekir.

Kuraklık ve su kıtlığı ile mücadele için büyük kentlerde de yeni yaklaşımlar gerek. Artık zor ve geçici bir çözüm olan boru döşeyip su getirme yerine eldeki suyu doğru yönetmek ve su kaynaklarını çakıl taşına kadar korumak için çalışmalıyız. Bunun için de gelişmiş ülkelerdekine benzer aşağıdaki bilimsel/denenmiş adımların atılması gerek.

Yeraltı ve yer üstü su seviyeleri, toprak nemi, yağmış ve yağacak yağmur, buharlaşma miktarları, bitki örtüsünün durumu ve indekslerle su ve kuraklığı tek elden izleyebilecek belediye meteoroloji birimi kurulmalı.

1 Ekim Su Yılı başında (mali yıl başı 1 Ocak gibi) her yıl devreye girecek kentin su bütçesi hazırlanıp yürürlüğe konulmalı.

Kentin Su Bütçesindeki açıkları zamanında kapamak için önceden tüm paydaşlarla belirlenmiş olan önlemleri içeren "Kent Kuraklıkla Mücadele Planı" yapılıp uygulanmalı. (Su bitince yapacak bir şey kalmaz. Yani suda sadece risk yönetimi vardır; kriz yönetimi yoktur.)

Özellikle binaların çatılarından gelen yağmur sularını sarnıçlarda depolayıp (yani yağmur suyu hasadı ile) kullanım suyu olarak değerlendirilmesine yönelik mevzuat düzenlemeleri yapılarak (ceza yerine) bu uygulama teşvik edilmeli.

Kent ve çevresinde kullanılabilecek su kaynakları küresel iklimden nasıl etkileneceği belirlenerek kentlerin ideal nüfus ve sanayi kapasitesi hesaplanmalı. Böylece su arz ve talep dengesi kurularak kent planlanmalı. Sürekli talebi yönetmek mümkün değildir.

İçme suyu ile kullanma suyu birbirinden ayrılmalı. Büyük masraf ve emekle getirilen ve arıtılan suyun araba, vb. yıkamada kullanımı mümkün olduğunca engellenmelidir.

"Yağmur bombası" gibi dünyanın hiçbir yerinde kuraklığa çare olarak kullanılmayan gerçek çözümü erteleyecek, dışa bağımlı, radikal, bilim dışı boş söylemlere prim verilmemeli.


"Dünyadaki doğa kaynaklı afetlerin en tehlikelisi kuraklıktır. Türkiye’de mevzuat, kuraklık gibi en tehlikeli afeti, afet olarak saymayarak problemi çözmüştür"

- Kuraklık, afet olarak sayılmalı mı?

7269 sayılı Afet kanununda maalesef sadece binalara zarar veren olaylar afet sayılmıştır. 1. Madde de 5-6 tane afet adı sayılıp vb. denir.

Yani kuraklık, vb. içindedir ama onunla ilgili hiçbir istatistik yoktur. Genellikle Türkiye'nin afetleri diye 5-6 afet sayılıp yüzde 100'e tamamlanır.

Dünya'daki 31 doğa kaynaklı afetin en tehlikelisi kuraklıktır. Türkiye'de mevzuat, kuraklık gibi en tehlikeli afeti, afet olarak saymayarak problemi çözmüştür. 

Dünyadaki 31 doğa kaynaklı afetin 28 tanesi meteoroloji ile ilgilidir ama bunun da bizim için bir anlamı yoktur. Örneğin AFAD Başkanlığı bünyesinde Ankara'da çalışan bir tane meteoroloji mühendisi bile yoktur.

Benzer şekilde bakanlıkların iklim değişikliği ile ilgili birimlerinde de tek bir meteoroloji mühendisi bulunmaz. "İklim" terimini bile tanımlayamayan her daldan insan "iklim uzmanı" olarak ülkemizin afet, çevre, tarım, vb. için iklim politikalarına güya yön verdiğini sanmaktadır.

Bu durumda kuraklığın ülkemizde 1959 yılından beri resmen afet bile sayılmadığının farkında bile olamadık, olamayız.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU