Dosya/Soruşturma: Türkiye'de sağlıklı bir eleştiri ortamı ve sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mı? (4)

Mustafa Orman, 'soruşturmanın' bu bölümünde Altay Öktem, Eda İşler, Oğuzhan Yeşiltuna ve Zeynep Delav ile konuştu

Fotoğraf: Twitter

Edebiyat dünyasında, özellikle son yıllarda gördüğümüz herkesin birbiriyle bir şekilde temasta bulunması, eleştiriye ve hakiki çıkarımlara gölge düşürmektedir.

Yazarların birbirlerini okuması öne çıkan bir durum. Elbette yazarlar birbirlerini okuyabilir. Bunda da sorun yok.

Fakat yerleşik olarak devam eden bu döngünün içinde, mecburiyet çarkına dönüşmüş paylaşımlar ve övgüler, haddinden fazla sırıtan taraflarıyla ortaya çıkıyor. Bu durum okurları bile rahatsız etmektedir.

Özellikle bu konuyla ilgili Cihat Duman'ın K24'te kaleme aldığı, "Türkçe Şiir"de arkadaşçılık başlıklı yazısındaki tespitler, azımsanmayacak derecede yerindedir.

Duman, şöyle der:

Arkadaşçılık sadece övgüde karşımıza çıkmaz. Arkadaşçı, yeri geldiği zaman yermesi gereken diğer arkadaşçıyı yermez, sessiz kalır, düşündüklerini şiir kamusuna deklare etmez, bizi mahrum bırakır.

Arkadaşçı seninle çıkardığın dergi yüzünden tanışır, görüşür fakat şiirini beğenmeyip basmadığın zaman kin ve nefretle dolarak senden uzaklaşır. Dergi çıkardığım zamanlarda birçok insan, derginin mail adresine şiir gönderip bizden cevap bekleyeceği yerde Facebook'tan ekleyip sinsilik (Elazığ Türkçesi ile fısmırılık) yapmayı tercih etmişti.

Hatta birileri 'Derginize şiir göndermek istiyorum ama neden benden istemiyorlar diye de düşünüyorum' demişti.

Arkadaşçı olarak şiir ortamında kabul gören bu arkadaş ola ki kazayla şiir gönderir de biz de basmaz isek o görkemli kariyerinin birden ayaklar altına alınacağını sanıyordu herhalde, heyhat.

Arkadaşçı, Ben de Kürtleri Seviyorum Derneği'ne katılır, Ben de Gezi'de Şöyle Yaptım Limited Şirketi'ne uğrar arada, çay içer. Kendi rezil sanatını mecbur kaldığı için kabul edecek ya da karşılıklı menfaat ilişkisi gereği birine daha arkadaş olmayı kabul edecek birilerini arar.


Cihat Duman'ın yazısı bütünüyle okunduğunda içeriğindeki tespitlerde, politik çerçevede çizmiş olduğu durumun içine yerleşebilecek bir sürü şeyden bahsedebiliriz. 

Editörlük mesleğine baktığımızda, editörlüğün birçok kulvarda yetkin bir okuma kültürüne sahip olması gerektiğinin bilincededir çoğunluk.

Sık sık değindiğimiz piyasanın tahribatlarını bu sefer kenara bırakacak olursak, editörlük mesleğinde ölçülebilir ve ölçülemeyen birçok açıyı devreye sokabiliriz.

Bazı yazarların hem çevirmen olması, hem dil biliyor olması hasebiyle kaleme almış olduğu X ya da Z eserinde intihal yapma ihtimali yok mudur?

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Tam anlamıyla var ya da yok, diye net bir yanıt veremeyiz. Elbette bunlar olağan şeyler. Bu noktada tamamen devreye girebilecek bir kurum varsa o da editörlüktür.

Bu yüzden, editörlük mesleği zor şartlar altında sağlıklı bir inşa üzerine kurulmadığında, baskın olumsuzluklar da ortaya çıkabilir.

Özellikle piyasada, son dönemlerde yabancı dil bilmemenin intihal konusunda ciddi bir sorun ortaya çıkaracağını önümüzdeki yıllarda görebiliriz.

Çünkü gerçekten biz dil bilmeyenler ve dil bilmeyen okurlar, intihal yapılıp yapılmadığının farkına varamayız.

Bu yüzden editörlük kurumunun ne kadar önemli bir konuma sahip olduğunu görmeli, işlerini layıkıyla yerine getiren editörlerin hakkını teslim etmeliyiz. 


Soruşturmanın bu bölümünde Altay Öktem, Eda İşler, Oğuzhan Yeşiltuna ve Zeynep Delav soruları yanıtladı: 

Soru 1: Rus eleştirmen Belinski'nin 19'uncu yüzyılın ortasında, Rus edebiyatına katkıları büyük olmuştur.

Dostoyevski'nin 'İnsancıklar' romanı hakkında yazdıkları edebiyat camiasında bir yazarın adım adım gelişini müjdelediği gibi, pek çok yazarın önünü açacak tahliller yapmıştır.

Yazılarının pek çoğunda yazarın hem metni, hem de kendi toplumuyla kurduğu ilişkinin nasıl olması gerektiği konusunda yol gösterici bir eleştirel mecra yaratmıştır.

Dolayısıyla kendi dönemi ve pek tabii ki sonrasında bu açıdan önemli bir rol üstlenmiştir. Sonraki yıllarda Belinski'nin edebiyatta üstlendiği rol, Rus yazını dışında da karşılık bulmuştur.

Tolstoy'un ilk romanı Rus Fransız savaşını anlatan 'Sivastopol' romanında, Fransızca konuşan Rus subayların kendilerine yabancılaşmış halleri, İvan Turgenyev'in 'Babalar ve Oğullar' romanındaki toplumsal meseleler ve kuşak çatışması, Fyodor Miyailoviç Dostoyevski'nin 'İnsancıklar' romanındaki ezilen insanları, Nikolay Gogol, Mihail Lermontov, Saltıkov Şçedrin ve daha pek çok yazar bu edebiyat ortamından etkilenmiştir.

Bugün Rus yazını diye bir kanondan bahsedilecekse o dönemin eleştirel ortamının payı çoktur bunda.

Size soracağım soru şu olacak:

Türkiye'de eleştirel açıdan Belinski ve çağdaşı yazarlarınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek mümkün mü sizce?

Yaslandığınız bir edebiyat kanonu var mı? Metinlerinizi eleştirel bir gözle analiz ettiğinizde kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?  

Bunu sorulara, kitap veya kitaplarınızdan yola çıkarak cevap verirseniz memnun olurum.  

 

Altay Öktem: Dönüp dolaşıp yine Belinski'ye yaklaştık işte
 

Altay Öktem.jpg
Altay Öktem

 

1) Belinski'den bu yana köprünün altından çok sular aktı. Eleştiri dediğimiz kavramın tek bir karşılığı yok günümüzde.

Virüs dergisinin 7. sayısında tam da bu konuda, günümüzde edebiyat eleştirisinin imkânsızlığı hakkında bir yazım yayımlanmıştı.

Diyalektik bir bakışla, bütüncül biçimde metne bakabileceğimiz bir yöntem yok günümüzde. Bunun yerine, birbiriyle karşıt ya da çatışabilecek özellikte olan çok sayıda eleştiri kuramı var.

Bu da bir zenginliği değil, imkansızlığı getiriyor beraberinde. Bir metni, diyelim bağlamdan kopuk olduğunu ya da zaman veya mekan algısında sapmalar olduğunu söyleyerek eleştirebilir miyiz?

Althusserci bakışla eleştirebiliriz belki ama yapısökümcü açıdan bu konuda bir eleştiri getiremeyeceğimiz gibi postmodernist eleştiri kuramına göre de bunu bir başarı olarak görmemiz mümkün. 


Klasik diye adlandırdığımız, zamana direnen yapıtlarının tamamı belli bir zaman diliminde yaşayan bir toplumsal yapının içinde geçer.

Kahramanın da yaşadığı zaman dilimi ve içinde yaşadığı toplumla arasındaki bağlantı bellidir.

İşte evrenselliğe buradan ulaşılır; çünkü insana ait temel güdüler, davranış biçimleri ve bunların toplumsal koşullarla ne şekilde biçimlendirildiği tarih boyunca pek değişmemiştir.

Çünkü genetik kodlar çok yavaş değişir ve bugünün etrafı teknolojik imkanlarla sarılmış insanıyla avcı toplayıcı ataları arasında, temel davranış biçimleri açısından neredeyse hiç fark yoktur.

Köprünün altından çok sular geçti dedik ama dönüp dolaşıp yine Belinski'ye yaklaştık işte. 


Şiir her zaman öncü bir rol üstlenir. Modern şiir diye adlandırdığımız şiir anlayışı, yüzyıllardır süregelen şiirin değişerek ve dönüşerek geldiği son noktaydı.

Modernizm sonrasında ise bağlam, şiirsel söylem, zaman ve mekan algısı şiirden uzaklaştırıldıkça şiir de hayattan uzaklaştı.

Bu öncü yolu takip edersek, yakın gelecekte roman ve öykü türlerinin de toplumsal hayattan geri çekileceğini, ancak meraklısına hitap edecek bir uğraş olacağını öngörmek çok şaşırtıcı olmaz sanırım.

Ancak, klasik diye adlandırdığımız yapıtlar buna direnebilir. Nedeni basit, Raskolnikov 1860'lardaki bir roman karakteriydi ancak bugünün insanıyla birebir örtüşen özellikleri var ve o günkü toplumsal yapıdan kopuk değil.

Raif Efendi de öyle, Halit Ayarcı da. Ayrıca, bu söylediklerimin bir öngörü değil, rahatlıkla sağlamasının yapılabileceği bir tespit olduğunu düşünüyorum. Tolstoy'un, Dostoyevski'nin, Yaşar Kemal'in, Sabahattin Ali'nin, Sait Faik'in kitaplarına olan ilginin yıllar içindeki dağılımını yayıncılar rahatlıkla tespit edebilir.

Bunun yanı sıra, diyelim beş yıl önce çok satan, zaman ve mekan algısının zayıf olduğu, karakterleri hakikatten uzak, daha çok bir eskizi andıran kitapların bugünkü satış rakamlarına bakılabilir.

Eğer o kitap hâlâ ilgiyle okunmuyorsa ve bu denli hızlı biçimde zamana yenilmişse, şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gerek. 


Kanona gelince… Edebiyatçının, ne kadar zor olursa olsun, tamamen kendine ait bir dil ve üslup oluşturması gerektiğini düşünüyorum.

Bunun da tek yolunun kanonu ya da kanonları takip etmek, güncel eğilimlerden haberdar olmak ama hiçbir kanona yaslanmamak, dahil olmamaktan geçtiğine inandım her zaman.

Dönemlere, edebiyat anlayışlarına ya da yer aldıkları dergilere, platformlara göre tasniflenip listelenmenin bir yazar açısından en büyük tehlike olduğunu düşünüyorum.

Eğer bunun uzağında kalabilirseniz ya kendi başınıza bir ada olursunuz ya da dalgaların arasında kaybolursunuz. Ama bu riske değer. 

 

Eda İşler: Ülkemizde eleştiri ortamından söz etmemizi zorlaştırıyor
 

Eda İşler.jpg
Eda İşler

 

1) Eleştiri, ister çağın ruhunu ölçüt alarak isterse metnin yalnız biçimsel özelliklerine odaklanarak yapılsın, yazarın yazınsal yolculuğunu ve doğrudan toplumdaki edebi algıyı etkiler. Ancak bu sadece edebi ihtiyaçlarından söz edebilen gelişmiş toplumlarda mümkündür.

Odağımızı Rus edebiyatı eleştiri sahasına çevirdiğimizde geniş okur kitlesine sahip bir toplum karşımıza çıkar. Aynısını bizim için de söyleyebilir miyiz, başlangıç için önemli bir soru.

Ben bir yazar olarak yazınsal maceramda basamak teşkil edecek önemli eleştiriler aldığımı veya böyle bir süreci çağdaşlarımda gözlemlediğimi ne yazık ki söyleyemiyorum.

Edebiyat tarihi, estetik, sosyoloji gibi konularda yetkin eleştirmen sayısının azlığı, var olanların da yazın dünyasına katkıda bulunan birçok yeni yazarı gözden kaçırması bana göre ülkemizde eleştiri ortamından söz etmemizi zorlaştırıyor. 


Belinski diyerek kendini Dostoyevski gibi, Turgenyev gibi yazarların gelişimine adamış bir eleştirmeni anıyoruz. Günümüzde toplumdaki edebi ilerlemeye ivme kazandırmak için canla başla çalışan pek çok yayınevi ve yeni yazar olsa da kaç eleştirmenin onlardan haberdar olduğunu veya toplumun bunların kaçını tanıma ihtiyacı duyduğunu söyleyebiliriz?

Edebiyat dergilerinin bu alandaki defoları biraz olsun yamadığını kabul ediyorum. Ancak bazı dergileri tenzih etsek dahi eleştiri-inceleme metinlerinin geneli birbirlerinin kitabını okuyan çağdaşların birbirlerine yazdığı destek mektuplarından ibaret kalıyor. 


Tekrar Belinski'ye dönelim. Malum, onun sanat anlayışı gerçekçilik üzerinedir. Sanat eserlerinin toplumu yansıtabildiği ölçüde değerli olduğunu kabul eder. Bu da hâliyle dönem yazarlarının toplumsal gerçekçiliğe yönelmesinin önünü açmıştır.

Bunu emsal kabul edince günümüzde toplumsal gerçeklere kalemini sakınmadan değinmek, yazarın yetkinliğini ve tecrübesini hesaba katsak dahi kısıtlanıyor. Kurgu, hayatın kendisi olmaktan uzaklaşıyor. Bu koşullarda eleştirinin yaslandığı zemin de kayganlaşıyor.


Son olarak, kanon sorusuna cevap vereyim. Herkes gibi kendime yakın bulduğum, dönüp dolaşıp okuduğum yazarlar var. Onların düşünme, yazma biçimlerini çok önemsiyorum.

Okuduklarımda ve yazdıklarımda o ruhu yakalarsam mutlu oluyorum. Onların yazdıklarını ve onlara benzeyen çağdaş metinleri bir araç olarak görüp, kendi içimde konumlandırıyorum.  

İnsan ruhunu didikleyen üslupçu tarza daha yakınım diyebilirim. Bunun yanında ne yapsam ısınamadığım, çoğunluğun sevdiği hâlde benim bağ kuramadığım akım ve yazarlar da yok değil. Büyülü gerçekçiliği olum olası sevemedim örneğin.  

 

Oğuzhan Yeşiltuna: Yalnızca Türkçe'nin değil pek çok dilin edebiyatı zayıf kalır
 

Oğuzhan Yeşiltuna.jpg
Oğuzhan Yeşiltuna

 

1) Türkiye'de Belinski ve çağdaşlarınınkine benzer bir edebiyat gelişiminden bahsetmek bence güç. Bu dönem kıstas alındığında yalnızca Türkçe'nin değil pek çok dilin edebiyatı zayıf kalır.

Bununla birlikte "Türkiye'de eleştiri yok" sloganının haklı olduğunu söylemek de zor. Eleştirinin yokluğuna veya niteliksizliğine ilişkin kestirip atmalar, yazarların kendilerinin veya metinlerinin görünmezliğinden duyduğu kaygıya, kendilerine veya metinlerine yöneltilen eleştirilerden duyduğu rahatsızlığa, eleştirel mesai harcanmaya değecek metinlerin kıtlığına veya bunu kendine bahane edinenlerin eleştirel üşengeçliğine yorulabilir.

Gruplaşmanın, kümelenmenin veya çeteleşmenin de benzer saiklerle sıkça ve pek de samimi olmayan bir biçimde dillendirildiğini görüyoruz. Bunun bir adım ötesine geçerek, eleştiri almak istediğini ancak metinlerine geri dönüşlerin çoğunlukla "harika", "muhteşem", "olağanüstü" şeklinde olduğunu sesli söyleyenlere bile rastlıyoruz. Daha da kötüsü şaka yapmıyorlar.


Karşılaştırmayı tersine çevirip Belinski ve çağdaşları günümüzde yaşasaydı benzer bir gelişimden bahsetmek mümkün olur muydu diye de düşünmeden edemiyorum.

Bence ne anılan yazarlar aynı metinleri yazardı ne de Belinski'nin kitapçıklardaki eleştirileri aynı etkiyi uyandırırdı. Hızın, görselliğin, çeşitliliğin öne çıktığı bir çağda durup da tek bir metni hakkıyla okumak, belki tekrar okumak, analiz etmek ve eleştirmek eskisi kadar kolay değil bence.

Dünyada eleştirel anlamda övgüyle karşılanan çağdaş anlatıların çoğunun kısa ama vurucu metinler olması da bunu doğruluyor.

Dolayısıyla bırakın eleştiriyi kimsenin durup sayfalarca betimlemeler okumaya dahi vakti yok. Belinski bugün İnsancıklar'ı okurken kaç kez sıkılıp Twitter'a girerdi?

O halde bu koşullarda verilen eleştirel emeğin hakkını teslim etmemiz gerekir diye düşünüyorum. Fethi Naci'nin, Memet Fuat'ın, Berna Moran'ın, Jale Parla'nın, Semih Gümüş'ün, Oğuz Demiralp'in, Necip Tosun'un eserlerini önemli buluyorum.

Orhan Koçak, Barış Özkul, Doğuş Sarpkaya, Ayşegül Tözeren, Jale Özata Dirlikyapan, Çimen Günay-Erkol yazdıklarını takip etmeye çalıştığım isimler.

Keza Öykülem henüz veda etmemişken, Murat Çelik ve Orçun Ünal'ın yazdığı metinler üzerine metinleri de anmam gerek. Bu isimlerin bir kısmı kendini eleştirmen olarak konumlandırmayabilir. Yine de okur olarak ortada bu yönde bir emek olduğunu görüyorum.


Edebiyatımızda tartışmasız bir kanondan söz edilebileceğinden emin değilim. Bu konuda örneğin Notos'un yüzyılın 40 romancısı ve öykücüsü soruşturmaları aklıma geliyor.

Her iki soruşturma da seçiciler nezdinde öne çıkan isimleri görmemizi sağlıyor ve bu açıdan kıymetli. Bununla birlikte listede yer almayan herhangi bir isim için hayıflananlar da her daim olacaktır.

Dolayısıyla herkesin üzerinde uzlaşacağı, okuma veya yazma serüvenlerini belirli ölçüde emanet edeceği kusursuz bir edebi sözleşmeden söz etmek bana göre imkan dahilinde değil.

İnternet ve sosyal ağların edebiyat ortamımızı bütünleştirmekten çok parçalara, (klişeleşen tabirle) devasa küresel köyden çok tenha sayısal adalara bölmüş olması da bu imkansızlığı perçinliyor.

O halde yazar veya eser isimlerinden ibaret bir kanon listesinin belirlenmesinde nihai otorite her okurun kendisidir desek yanlış olmaz. 


Metinlerime dönüp baktığımda - ki bu pek de fazla bir vakit almıyor - Javier Marías'ın öz eleştirel yaklaşımını benimsiyorum.

Öykülerini "kabullendiklerim" ve "kabullenebileceklerim" şeklinde ikiye ayırır Marías. İlki yazmış olmaktan hala utanç duymadığı ikincisi ise yazmış olmaktan utanç duyduğu öykülerine işaret eder.

Bu ayrımın, kontrolü yazdığımız metinlere kıyasla çok daha az bizde olan yaşamlarımızı da kapsayacak şekilde genişletebileceğine inanıyorum.

Buradan bir utanç, öfke ya da kırgınlık kanonu çıkabilir ve sadece bu kanona yaslanırsak düşmezmişiz gibi geliyor.

 

Zeynep Delav: Bulunduğumuz edebi ortamda eleştirmenler yazarların, üretenlerin güvenebileceği müttefikleri değil
 

Zeynep Delav.jpg
Zeynep Delav

 

1) Bu soru aklıma sadece Fethi Naci'yi getiriyor. Üstelik, Belinski ile de karşılaştırmıyorum. Daha başka birisi gelmiyor maalesef. Güvenilir yargıları olan bir eleştirmen hem de bu özelliğiyle de kanon oluşturma becerisine sahip birisinin olduğunu da düşünmüyorum.

Belinski, o kadar tarafsızdı ve metin odaklıydı ki yazar metnin oldukça gerisinde kalıyordu. Bir yazarın eserini göklere çıkarırken diğer eserini gözünü kırpmadan yerden yere vurabiliyordu. 

İçinde bulunduğumuz edebi ortamda eleştirmenler yazarların, üretenlerin güvenebileceği müttefikleri değil. Çok zamandır edebiyatın "kooperatifçilik" yanı büyük bir yarık oluşturdu ve burada eleştirmenlere çok büyük bir iş düşüyor. 

Yazınsal başarı günümüzde, meşhur bir dergide yazıyor olmak, görünüyor olmak anlamına geliyor çoğu zaman.

Oysa görünmeyen yerlerde yazanların ne yazdıkları en çok eleştirmenleri ilgilendirmeli diye düşünüyorum. Bunun peşine düşülmedikçe ne yazık ki büyük eserler okuyamayacağız.

Hatta biraz daha ileri giderek, metni kenara bırakıp yazarı öven ya da yeren eleştirmenler oldukça en başta okur olarak insan karamsarlığa düşüyor.

Peki edebiyat dergileri ne yapıyor? Kanon oluşturmak uzun bir süreç. Özgün ancak epeyce de tuhaf ve değişik eserlerle karşılaşmak için dergiler bulunmaz bir zemin.

Peki edebiyat dergileri ne yapıyor? Düşünce tarzına, ideolojisine, mahallesine bakarak yazar seçiyor, metin değil! 

Bir kanona eklemlenmek gibi bir ortam olur mu ben buna dahil olabilir miyim? Hiçbir fikrim yok. Ancak, Harold Bloom, kanon nasıl oluşur sorusuna "Bu özgün bir tuhaflıktır" yanıtını veriyor.

Metinde, edebi bir esere kanonsal statü kazandırabilecek özgünlüğün bir işaretinin ya asla tamamen özümseyemediğimiz ya da artık kendine özgülüğünü göremediğimiz türden bir tuhaflık olduğu niteleniyor.

Başka bir yerdeyken evde hissetmek gibi. Bunun peşindeyim…

 

Soru 2: Yazar-editör ilişkisi, ortaya çıkan metnin gücü açısından önemlidir. Bugün pek çok yazarın yayınevlerinin editörleri dışında profesyonel yardım aldığı biliniyor.

Wladimir Nabokov'un eserlerinde bir nevi editörü olan eleştirmen Edmund Williams'ın önemi oldukça büyüktür.

Yine J. D. Sallinger'ın hem yayıncısı hem de editörünün yazarlığı üzerindeki etkisinin önemi biliniyor. K24, 2015 yılında bu konuda bir dosya hazırladı.

"İyi bir okur değilseniz, iyi bir editör olamazsanız" başlıklı yazısında, Çiğdem Uğurlu şu çarpıcı tespitte bulunur:

Editörlük dediğimiz meslek, kurumsallaşmış yerlerde ve konusunda yetkin kişilerce icra ediliyor olsa, bugün belki edebiyat diye gözümüze sokulan kitapların pek çoğu yayına girmiş olmayacaktı…

Yne bu konuda Armağan Ekici, Selahattin Özpalabıyıklar, Murat Yalçın, Levent Cantek etraflıca yazılar kaleme aldı.

Bu konuda ne düşündüğünüzü merak ediyorum, bir yazar olarak siz de bu müessesenin bir parçasısınız. Dolayısıyla bu konuda fikrinizi almak istiyorum;

Sizce Türkiye'de sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisi var mıdır? 

 

Altay Öktem: Yazar egosu kırılması gereken önemli bir sorun

2) Son yıllarda bir ölçüde değişmiş olmasına rağmen, yine de Türkiye'de sağlıklı bir yazar-editör işbirliğinin olmadığını düşünüyorum.

Yazar egosu kırılması gereken önemli bir sorun ancak yayınevlerinin de metne müdahale edebilecek nitelikle güçlü editörlerle çalışıp yazarlarda bunun bir alışkanlık haline gelmesi için yeterli çabayı harcadıklarını sanmıyorum.

Özellikle genç yazarların editörle çalışma açısından çok daha açık olduklarını, yazarlığın tanrısal bir vergi, yazar sözünün de dokunulmaz olduğu gibi bir yanılgıya sahip olmadıkları kanısındayım.

Kendi adıma, romanlarımı yayınevine teslim etmeden önce edebiyatı çok iyi bilen üç kişiye okutuyorum. Karakter analizleri, olay örgüsü, dil ve anlatım açısından epeyce bir didik didik ediyorlar metni.

Onların geri dönüşlerine göre metin üzerinde tekrar çalışıyorum. Ardından yayınevinin editörüyle çalışmaya geliyor sıra.

Biri Can, diğeri Doğan Kitap'tan yayınlanan son iki romanımda, yayınevlerinin editöryal çalışmasından çok memnun kaldığımı söyleyebilirim.

Çocuk kitaplarımda ise editörümle çok daha sağlıklı bir çalışma içindeyiz. Dosya benim açımdan bittikten sonra, birlikte uzun soluklu bir çalışma içine giriyoruz. Bunun yazar açısından çok değerli bir fırsat olduğunu düşünüyorum. 


Bu anlamda, asıl sorunun editörlük kurumunun olmadığı ve yapısı gereği zaten olmaması gerektiği düşünülen şiir yayıncılığında yaşandığını düşünüyorum.

Mayakovski Şiir Nasıl Yapılır adlı kitabını 1926 yılında yazmış, dizenin kurulan, ritmin oluşturulan bir şey olduğunu göstermişti.

Ancak günümüzde şairin söz söyleme özgürlüğüne müdahale edilemeyeceğine, şiirin ilhamla geldiği ve şairin diline döküldüğü halinin mutlak, hatta bir açıdan kutsal olduğuna dair inanış hâlâ hüküm sürüyor.

Elbette şiire dokunmak zor ve şiir editörlüğü yapabilmek herkesin harcı değil. Şairin tek yol göstericisi kendisidir ama bazen yol çok çetrefilleştiğinde, birçok yetenekli ismin şiirine yeterince çalışmadığı ve belki de nasıl çalışacağına dair yöntemleri bilmediği için art arda birkaç vasat kitap çıkartıp sonra da ortadan kaybolduğuna tanık oluyoruz son yıllarda.

Elbette kurumsal olmayan, değil editörü, düzeltmeni bile bulunmayan yayınevlerinin sayısının hızla artmasının da bunda etkisi çok.

Bu belki de ayrıca ele alınması gereken, sadece şiiri değil, tüm edebiyatı tehdit eden bir sorun. 

 

Eda İşler: Edebiyat atölyeleri vesilesiyle gelişen bir editör-yazar ilişkisinden haberdarım

2) İlk kitap sürecinde sıkı bir editoryal değerlendirmeden geçtiğimi söyleyebilirim. Fakat editör-yazar ilişkilerini bütünüyle olumsuz nitelemeyi gerçekçi bulmuyorum.

Verimli iletişimlerin var olduğuna ve yapıcı editör eleştirilerinin bir yazar için uzun vadeli ufuk açıcılığına inanıyorum.

Yayınevi editörleri haricinde son yıllarda profesyonel editör yardımı alındığını duydum. Kendi çalışmalarım için başvurmadığım bir yöntem bu.

Ben yazdıklarımı genellikle yayınevi editörlerinden önce fikirlerini önemsediğim, beğenilerini ölçüt kabul ettiğim birkaç arkadaşımla paylaşırım.

Fakat böyle bir şansım olmasaydı, profesyonel yardıma başvururdum belki de. Yani ihtiyaç ve imkân bir araya geldiğinde neden olmasın?

Burada sormamız gereken nihai soru, yöntemlerin doğru mu veya yanlış mı olduğu değil, işe yarayıp yaramadığı. 

Edebiyat atölyeleri vesilesiyle gelişen bir editör-yazar ilişkisinden haberdarım. Ben atölyelere katılmadım.

Fakat çoğunun yolun başındaki pek çok yazara okuma estetiği ve yazma disiplini kazandırması açısından faydalı olduğunu tahmin ediyorum. 

 

Oğuzhan Yeşiltuna: Editörünüz metninize yöneltmesi gereken kuşkuyu başka yerlere yöneltmek zorunda

2) Sağlıklı yürümeyen yazar-editör ilişkileriyle ilgili olarak öncelikle konuşmamız gerekenin bu ilişkinin tarafları olmadığına inanıyorum.

İstisnalar saklı kalmak kaydıyla, yayınevlerinin çekirdek kadrolarla ilerlemek durumunda olması, bu kadrolara binen iş yükü, kadrosuz editörlüğün hukuksal anlamda belirsizliğe ve güvencesizliğe açık olması gibi sorunlar editörlük mesleğinin yürütülmesini ister istemez olumsuz etkiliyor.

Bu durumda yayın dünyasının en iyi editörüyle dahi çalışsanız bu ilişkiden yazınsal anlamda tam verim alamayabilirsiniz.

Çünkü editörünüz metninize yöneltmesi gereken kuşkuyu başka yerlere yöneltmek zorundadır. Sorunuza genel olarak verebileceğim yanıt budur. 

Bu yapısal sorundan bağımsız olarak ise sağlıklı yazar-editör ilişkisiyle ilgili görüşümü ancak mevcut tecrübeme başvurarak yanıtlayabilirim.

Bu konuda tek deneyimimin de ilk kitabımla sınırlı olduğunu belirtmeliyim. Ev Yapımı Hüzünler'in editörü Sibel Öz'dür. Tanışmamız kitabın kabul haberiyle olmuştu.

Sonrasında metin üzerinde birlikte de çalıştık. Bu deneyimden sağlıklı yürüyen yazar-editör ilişkisiyle ilgili genelgeçer tespitler çıkaramasam da bugünden baktığımda Sibel'in emeğinin benim beklentilerimi karşıladığını söyleyebilirim.    

 

Zeynep Delav: Yazar-editör ilişkisi dışarıdan da sürdürülebilir

2) Editörlüğü çoğu zaman hem yazarların hem de yine editörlerin yanlış anladığını düşünüyorum. Yayınevi çalışanı olarak hep yazarın karşısında duran bir pozisyon almak, sürekli ihtar eden kişi olmaktan çıkarak, yazara gerçek anlamda yazınsal mesai yaptırabilmek, koluna girip eşlik etmek olduğunu düşünüyorum.

Oysa, ülkemizde editör durmadan düzelti yapan, başkasının yerine de yazan, bir nokta, virgül eksik bırakılınca patronu da dahil olmak üzere şimşekleri üstüne çeken konumunda.  

Bir metni düzeltebilmek, daha ince çalışabilmek için onun ciddi biçimde hazır olması gerekiyor. Henüz demini dahi almamış, tozu dumana katan bir metin editör için sadece zorluk demek.

Bu durumda yazara çok iş düşüyor ancak yazarı yine bu düşünceye hazırlayanın da editörlerin olması gerektiği kanaatindeyim.

Ne, "ben yazıp verdim artık iş onlarda" denilmeli ne de kutsal emanet yazmışçasına tek cümlesine bile kıyamıyor olmak gerekli.

Çalışılması gerekilen metnin ise editörün ekleme, çıkarma yapmadan yapısal haline dokunmaması bu konunun sadece yazara ait bir mevzu olduğunun iyi anlaşılması gerekiyor elbette.

Yazar, sadece iyi kitap olmasını kendisinin istediği düşüncesinden çıkıp, editörünün de bunu en az kendisi kadar istediğini bilmeli.

Ciddi anlamda mesleği seven ve önemseyen editörlerin bu işi böyle yaptığını, her kitapta heyecanlandığını biliyorum. Sayıları çok değil ancak varlar.


Yazar-editör ilişkisi dışarıdan da sürdürülebilir. Şöyle ki; bir yazar "Yayınevi dosyamı kabul etmedi ama ben neyi nasıl yanlış yapmışım, düzeltebilmek için ne yapmam gerekiyor bilmek istiyorum" diye serzenişte bulunur.

İşte tam bu noktada, freelance hizmet veren bir editörün kapısını çalabilir. Yayınevinde çalışan editör ise bir biçimde reddedilen dosyanın eksiklerini söyleyemez çünkü tezgahta onu bekleyen başka işler vardır ve zaman yoktur.

İlk kitap çıkarma arefesinde olanlar için yazarlık atölyeleri bu işi görebilir. Son zamanlarda çoğalan yazı atölyelerinin bu anlamda oldukça işlevsel olduğunu düşünüyorum. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU