Kimlikte Yılmaz Pütün, beyaz perdede Yılmaz Güney, gönüllerde ise Çirkin Kral'dı

36 yıl önce mide kanseri nedeniyle hayata gözlerini yuman "Çirkin Kral" lakaplı sanatçı Yılmaz Güney, ortaya koyduğu eserleriyle gönüllerde ve hafızalardaki yerini koruyor

1970 yapımı "Umut" adlı filmde, Yılmaz Güney

Ayhan Işık'ın "kral", Ediz Hun'un "yakışıklı jön" olarak Türk sinemasını kasıp kavurduğu sıralarda kavruk teni ve şahsına münhasır yüz tipiyle Yılmaz Güney isimli bir genç beyaz perdede beliriverdi.

Çirkinlerin sevilmesinin adeta yasak olduğu Türk sinemasında halk, Yılmaz Güney ile kendisini bulmuştu.

Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray ve Filiz Akın gibi güzellerin yanında yalnızca Cüneyt Arkın, Ayhan Işık ve Ediz Hun gibi yakışıklılar bulunuyordu. 

Oysa, beyaz takım elbisesi ve isyankar gülüşüyle Yılmaz Güney perdede göründüğünde, sinema salonları futbol tribününe dönüşmüştü.

Öyle ki Beyoğlu'ndaki birçok sinema salonu Yılmaz Güney hayranlarının heyecanlı taşkınlıklarından endişe ettiği için filmlerini gösterime koymakta bir hayli tereddüt etmişti. 
 


Özellikle Anadolu'daki kalabalıklar zulme karşı durmayı beyaz perdede en çok Yılmaz Güney'in karakterleriyle sevmiş ve Filiz Akın gibi hilkat harikası aktristleri en çok Yılmaz Güney'le yakıştırmıştı. 

Her ne kadar genç kızların duvarlarını Cüneyt Arkın posterleri süslüyor ve yabancı film hayranı elitler Ayhan Işık ile kendini tatmin olmuş hissediyorsa da Yılmaz Güney kısa sürede Anadolu'nun gerçeğine dönüşmüştü.


Çukurova'da geçen fakir gençlik 

Resmi kafa kâğıdında 1937 doğumlu olduğu görülen Yılmaz Pütün, esasen 1931 senesinde doğmuştu.

Babası aslen Urfa'nın Siverek, annesi ise Muş'un Varto ilçesindendi.

Babası Hamo, 6 erkek kardeşinin kan davası sonucu öldürüldüğünü görünce Adana'ya kaçmıştı. 

Yılmaz Güney bu sayede Adana'da dünyaya gelmişti. Babası aslen Zaza Kürt'ü olan Güney, henüz 10 yaşındayken babasının düşmanları tarafından vurulduğuna şahit oldu.
 

annesi.jpg
Fotoğraf: "Çirkin Kral Efsanesi" / Bir Hüseyin Tabak Filmi


Bu olay Güney'i bir hayli sarsmışsa da onu çocuk yaşta asıl yıkan olay babasının ikinci evliliğini yapmasıydı.

Yılmaz Güney anne ve babasını şu sözlerle anlatacaktı:

Bir sanatçı olarak 'Yılmaz GÜNEY' diye bilinirim. Asıl adım Yılmaz Pütün'dür. Adım, zorluklar karşısında eğilmez, umutsuzluğa kapılmaz, yılgınlığa düşmez ve başeğmez anlamına gelir. Soyadım Pütün ise bir dağ meyvesinin kırılmaz çekirdeğidir.

1937 yılında, Türkiye'de bir güney şehri olan Adana'nın Yenice Köyü'nde doğdum. Kürt asıllı, topraksız bir köylü ailenin iki çocuğundan biriyim. Annem dindardı ve okuma ve yazma bilmezdi. Babam ise okumayı askerde öğrenmişti. Annem gibi o da hiç okula gitmemişti. Babam, 1976'da ben Kayseri Cezaevi'ndeyken öldü. Mezarını göremedim.


Güney, Türk halkının yaşadığı acıları bütün çıplaklığı ile beyaz perdeye aktarırken bu rolleri böylesi güçlü oynaması tesadüf değildi; çünkü başta fukaralık olmak üzere hayatı çetin acılardan geçmişti.

Güney'in aktardığı bir hatırası dikkate değer:

Annem, yazın babamla birlikte tarlalarda ırgatlık eder, kışınsa hizmetçilik yapardı. Bazen çalıştığı evlerden yemek artıkları getirirdi. Lezzetli şeylerdi bunlar. Ama bir süre sonra bunların artık yemekler olduğunu anladık. Bu yemekleri her yiyişimizde alçaldığımızı, aşağılandığımızı duyumsardık.
 

güney ve gerçeklik.jpg
Fotoğraf: "Zavallılar" filmi


Güney'in Türk sinemasına getirdiği 'gerçeklik' anlayışını en iyi tespit eden kişilerin başında Türk romanın kudretli kalemi Kemal Tahir geliyordu.

Tahir; Adana'nın kara tenli ve yağız delikanlısını şu sözlerle anlatacaktı: 

Yılmaz Güney, gerçekten halktan yetişmiş, halkın bir şeyi nasıl görmek istediğini belki derin ilmiyle değil, yaşantısıyla bilen bir halk sanatçısıdır. Böyle sanatçılardan, bir aydın olarak benim öğrenecek çok şeylerim olduğuna inanıyorum.


Üniversite tahsili yazdığı bir hikâye ile kesintiye uğrayan Güney, hapse girdiğinde henüz küçük bir çocuktu.

Çeşitli dönemlerde fikirlerinden dolayı hapishaneleri mesken tutmuş Güney, 1971 darbesinde hapse atılan aydınlardan birisiydi.

Mahir Çayan'ı evinde sakladığı gerekçesiyle tutuklanarak hapse gönderilmiş; ancak 1974 yılında Bülent Ecevit'in çıkarttığı genel af sayesinde hapishaneden kurtulmuştu.

Güney, bu yıllardaki hapishane deneyimini şu sözlerle aktaracaktı:

1971 Mayıs'ında on binlerce aydın, sanatçı, yazar gibi ben de gözaltına alındım. Hakkımda hiçbir delil yoktu. Sadece kuşku. Bir hafta gözaltında tutulduktan sonra serbest bırakıldım, ama resmi olmayan bir emirle, sözlü bir emirle ve tehditle yine Nevşehir'e üç aylığına sürgün edildim.

Bu kez polise imzaya gitmiyordum. Polis beni dıştan kolluyordu. 1972'de, Mart'ın 16'sında devrimcilere yardım ettiğim gerekçesiyle tutuklandım. Mahkeme sonucu on yıl hapis ve sürgün cezasına çarptırıldım.

Ecevit hükümetinin 1974 genel afıyla serbest bırakıldım. Bugün ise Ecevit cezaevindedir. (1980-82 dönemi) 1974 Eylül'ünde bir cinayet olayına adım karıştı ve on dokuz yıla mahkûm edildim.


Siyasi sebepler ve özel hayatındaki yanlışlar sebebiyle sık sık hapishaneye giren Yılmaz Güney, burada da çalışmalarını sürdürmüş; örneğin Zeki Ökten tarafından çekilen Sürü (1978) gibi bir başyapıtın senaryosunu hapishanede yazmıştı. 
 

çirkin kral.jpg
Fotoğraf: YouTube


Çirkin Kral'ı Yılmaz Güney buldu

Güney'e "Çirkin Kral" sıfatını ilk yakıştıran kişi yine Güney'in kendisiydi.

Dönemin Milliyet gazetesi magazin muhabiri Tarık Dursun, Yılmaz Güney ile aralarındaki "Çirkin Kral" konuşmasını şöyle aktarıyordu:

'Aga'cım,' dedi; 'nas'sın?' O günlerde kahve ısmarlama geleneği sürüyordu. Karşılıklı kahveler içtik, birbirimizden filtresiz. Yeni Harmanlar yaktık, lâf lâfı açtı. 'Aga'cım,' dedi. 'Benimle de bir röportaj yapsana. Herkesle yapıyorsun nasıl olsa, benimle de yap!'

'Olur,' dedim. 'Yapalım!': Reji asistanlığından senaryo yazarlığına, oradan da tamamı bir hafta on günde çırpıştırılıveren sözde serüven filmlerinde başrollere geçmişti henüz; o filmlerin hiçbiri İstanbul sinemalarında oynamıyordu. Anadolu'da bir yerlere gidiyor, kimi zaman iki günde çıkarılıp atılıyor, kimi zaman da olağanüstü bir ilgiyle karşılanıyor, 'gişe' yapıyordu üstelik.

'Peki,' dedim. 'Söyle bakalım işe nereden başlayalım?' 

'Krallığımdan aga'cım,' dedi boynunu hafifçe çarpıtarak. Gülümsedi de. 

'Hangi krallığından?' diye sordum şaşırıp. 

'Sinemadaki krallık mı yani?'

'Evet, o, sinemadaki krallık işte!'

'Yapma,' dedim, güldüm ben de. 'Sinemada bir tek kral var, o da Ayhan Işık.'

'O kralsa.. aga'cım, ben de kralım!'

'Ama.. Ayhan Işık kesmeşeker gibi muntazam, güzel bir adam. Jön!'

'O güzelse, ben de çirkinim aga'cım! O güzel kralsa, ben de çirkin kralım, olmaz mı yani?' Röportaj, başlığıyla da ana temasıyla da çıkmıştı ortaya. İki gün sonra Yılmaz Güney'li yazı yayınlandı; 'Çirkin Kral'dı adı. O oldu zaten, Çirkin Krallık üstünde kaldı Yılmaz Güney'in. Ölünceye dek de yakasını bırakmadı.

Oysa size bir gerçeği söyleyeyim mi; Yılmaz Güney içi ile de, dışı ile de nice güzelim, hasım, yakışıklıyım diyen adamdan milyon kez güzeldi; hastı, yakışıklıydı ve adamdı.

 

güney.jpg
Fotoğraf: Twitter


Filmlerine sansür kancası

İstanbul'daki birçok sinemada yasaklı olarak filmleri gösterilmeyen Güney, Sansür Kurulu'nun da gadrine uğruyordu.

Birçok filmi karakter isimleri ve hatta kostüm seçimleri sebebiyle reddediliyordu.  

Güney'e uygulanan yasaklar sadece bununla da sınırlı kalmıyordu.

Örneğin 1972'de "Baba" adlı filmi En İyi Oyuncu ve En İyi Film ödüllerini aldı; ama hemen ertesi günü tekrar toplanan jüri, ödülü Güney'den alarak Cüneyt Arkın'a verdi. 

Müslüm Yücel de "Türk Sinemasında Kürtler" isimli çalışmasında Güney'in başına gelen tuhaf bir olayı şöyle naklediyor:

'Seyit Han'da Güney başka bir Kürt öyküsüne uzanır. Filmin bir yanında kan davası, diğer yanında büyük bir aşk vardır. Film sansür kurulu tarafından 'Kürtçe adlar kullanıldığından dolayı' engellenmiştir.

Güney, film sırasında askerliğini yapmaktadır. Filmle ilgili gelişmeleri prodüktörü Abdurrahman Keskiner sürdürmektedir. Sansür kurulu Kejê ismini sakıncalı bulmuştur. Gerekçe olarak da Türkçede böyle bir ismin olmaması gösterilmiştir.

Film 15 Haziran 1968'de Locarno, 15 Eylül'de Mannheim Film Şenliği'ne davetlidir. Bunun üzerine Keskiner, Kejê'nin adını ve sansür kurulunun tepki gösterdiği sakıncalı bölümü çıkartıp, tekrar sansüre gönderilmiştir.

Bu sefer kurul filmde oynayan kişilerin kılık kıyafetini sorun etmiştir. Keskiner bu sefer de Danıştay'a başvurmuş, Kejê adının 'Güneydoğu köylerinde yaygın' olduğunu ifade etmiştir.


Hakimi Yılmaz Güney mi öldürdü?

14 Eylül 1974 senesinde TRT'nin geçtiği bir haber tüm Türkiye'de şok etkisi yaratmıştı.

Yılmaz Güney film çalışmaları için bulunduğu Adana'da Hakim Sefa Mutlu'yu silahla vurarak öldürmüştü.

Çeşitli şekillerde nakledildiğine göre sahil gazinosunda Güney, kalabalık bir grupla yemek yemekteydi. Güney film için silah seslerini beğenmemiş ve gazinoda ateş açarak yeni kayıt oluşturmak istemişti.

Güney'in en büyük zafiyetlerinden birisi silah kullanma alışkanlığıydı. Bu yüzden defalarca başı belaya girmiş ve sevdiklerine zarar vermişti. O gün Güney'in başına bu büyük belayı açacak olan yine silahıydı. 
 

güney ve silah.jpg
Fotoğraf: Twitter


Daha önce Nebahat Çehre'nin başına rakı şişesi koyarak; Aydemir Akbaş ve Erol Günaydın'ın ise elindeki şarap şişelerine ateş açarak dostlarını dahi tehlikeye atmaktan çekinmemişti.

Üstelik Güney bunları yaparken sarhoş olması durumun vahametini artıran bir unsurdu.

Gazinoda Güney'in kayıt için ateş açacağını öğrenen Hakim Sefa Mutlu alkolün de etkisiyle Güney ile kavga etmişti.

Kavga sırasında nereden geldiği belli olmayan bir silah sesiyle Sefa Mutlu yere yığıldı.

Olay sonrasında Güney, cinayeti kabul etmedi. Tüm deliller cinayeti Yılmaz Güney'i yeğeni Abdullah Pütün'ün işlediğini gösteriyordu.

Salonda bulunan 26 kişi o sırada tuvalette olduğu beyanını vermiş (gazinonun tuvaleti 2 kişilikti) en büyük görgü tanığı Sefa Mutlu'nun karısı Nuran Mutlu cinayeti Güney'in işlediğini iddia etmişti.

Oysa çok sonraları bir mektupta Nuran Mutlu, olayda silahı çeken kişinin Güney olduğunu görmediğini yalnızca içindeki nefretle yalan beyan verdiğini itiraf ediyordu:

O zamanlar keşke hadiseyi görmediğimi söyleseydim. Şimdi çok iyi olacaktı. Ama o anda çocuğumun menfaati için, şuursuzca söyledim. İşin içinde biliyorsun, ayrıca o anarşist köpeğin mahkûm edilmesini bir zorunluluk kabul ettiğim için o şekilde konuştum. Keşke o zamanlar doğruyu söyleyip işin başında bu davanın dışında kalsaydım.


Belki de en önemli kanıt sayılacak balistik raporu da Yılmaz Güney'in suçsuzluğunu ispat ediyordu:

(...) kovanların fişekleri, elimizdeki Abdullah Pütün'e ait olduğu bildirilen T.313665 seri numaralı 9 mm çaplı tabancaya uygundurlar. Ve bununla atılırlar. Gerek tip ve gerek çap itibariyle 22 kalibre Beretta marka, 39185 seri numaralı ve Yılmaz Güney'e ait olduğu bildirilen tabancaya ait olmadıkları gibi, bununla atılmaları da imkânsızdır.
 


Yılmaz Güney suçsuzluğunu ispatlayamadı, belki de gerçekten suçluydu; ama Sefa Mutlu'yu öldürmese bile hapse girecekti.

Hapse girdikten kısa bir süre sonra yine bir başyapıtı olan Yol (1982) filminde anlattığı gibi hapishaneden kaçtı.

Fransa'ya yerleşen Güney, 1983 senesinde Cem Karaca ile beraber Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkartıldı.

9 Eylül 1984 senesinde mide kanserinden hayatını kaybettiğinde Yılmaz Güney yalnızca 53 yaşındaydı.  

 

 

*Ayrıntılı bir okuma için Yılmaz Güney'in yakın arkadaşı Agah Özgüç'ün "Arkadaşım Yılmaz Güney" eseri incelenebilir.


*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU