Irak: Kaçırılmış fırsatlar ülkesi

Irak’ın başarısızlığının başlıca sorumlusu, ülkesindeki sistemin bir benzerini dayatan ABD’dir

Iraklı gençler, Bağdat’ta Saddam Hüseyin’in düşüşünün resmedildiği bir postere bakarken. 2013 Nisan / Fotoğraf: AFP

Bir sinema filmini baştan sona izlediğinizde, kahramanların başına gelenlerin sebeplerini anlarsınız, bu durum gerçek hayatta bireylerin ve toplumların yaşantısı için de geçerlidir. Irak’taki mevcut yapısal kronik sorunları incelediğimizde, bunun başlıca sebebinin: Amerika Birleşik Devletleri’nin 2003’teki Irak işgalinin ardından oluşturmak istediği siyasi mekanizmanın başarısızlığı olduğunu görürüz. Irak’ın bugünkü nüfusu yaklaşık 40 milyon civarındadır. Saddam Hüseyin’in 1990 Ağustos ayında Kuveyt işgali girişiminin ardından ülkeye uluslararası ambargo uygulanmıştı. Söz konusu ambargo yıllar önce kaldırılmasına ve bu süreçte ciddi petrol gelirleri elde edilmesine rağmen, devlet, halkına en temel hizmetleri dahi sunmaktan acizdir.

Bu başarısızlığın başlıca sebebi ise, işgalci ABD’nin, kendi ülkesindeki sistemin bir benzerini, daha yeni ameliyat odasından çıkarılmış ve hala narkozun etkisi altında olan Irak halkına uygulama girişimidir. Bilindiği üzere Irak’ta mutlak diktatörlük vardı ve halk bu süreçte üç büyük savaş yaşamıştı. Bu savaşlarda bir milyondan fazla Iraklı hayatını kaybetti, on küsur yıl süren ambargo, bariz ilerlemeler kaydedilmiş olan sağlık ve eğitim sistemlerini yerle bir etti. Irak 1921’den itibaren, benzeri 3. Dünya ülkelerine kıyasla birçok sektörde ciddi atılımlar ve nitelikli sıçramalar kaydetmişti.

Ambargo yıllarında ailelerine destek olmak için okulu bırakan çocuklar, daha sonra ABD’nin Valisi Paul Bremer’in orduyu ve güvenlik güçlerini dağıtmasıyla birlikte, işgale karşı direnç çerçevesinde silahlı milislerin içinde yer aldılar. Irak devletinin ilk kuruluşunda İngilizler, Britanya siyasi siteminin bir benzerini, 1932’de sona erecek olan ‘Manda Yönetimi’ yıllarında Irak’a dayatmak istemişti. İşgalci Amerikalılar da İngilizleri taklit ederek, kendi seçim sistemlerinin biraz değiştirilmiş versiyonunu Irak’ta uygulamaya kalktı. Ancak uygulanmak istenen sistemde, Sünni-Şii-Kürt etkeni hesaba katılmıştı. Yani kendilerinde olduğu gibi Irak’ta bir başkanlık pozisyonu olmasını tercih etmemiş, başbakanın yürütmede bulunacağı karmaşık bir parlamenter sistemi uygun görmüştüler. Cumhurbaşkanının pozisyonu da daha çok sembolik ve etkisiz olarak kurgulanmıştı.  Tıpkı İngilizlerin, yargı, yürütme ve yasama organının kuvvetler ayrılığına dayanan bir anayasal monarşi kurması gibi, ABD’liler de aynı sistemin kendilerinde olduğu gibi cumhuriyetçi versiyonunu tekrarladılar. Yasam organı üyeleri dört yılda bir seçiliyordu, ancak ABD’liler ülkenin karmaşık demografisini ve sosyal dokusunu dikkate almamıştı.

İngiliz ve Amerikalı işgalcilerin iki gerçeği dikkate almadığı söylenebilir: Birincisi, Batı'daki demokratik sistem, faaliyetlerinde, işlevlerinde ve hizmetlerinde güçlü ve entegre bir devletin oluşmasından sonra yürürlüğe girmiştir. Önce sağlam bir devlet mekanizmasının inşa edilmesi, ardından demokrasinin uygulanması gerekir. Ki aksi durumda kaos kaçınılmaz olacaktır. 

İkincisi, Irak gibi ırksal, aşiretçi ve mezhepsel çeşitliliğin yoğun olduğu ülkelerde, insanlar kendi ya da ailelerinin çıkarları doğrultusunda değil, dini, ırksal, etnik ve mezhepsel aidiyetlerin etkisinde oy kullanır. Bu durumda, seçimlerin kişilerin ulusal görüşlerini yansıttığını varsayamayız. Bu gerçekliğin dikkate alınmaması, gerek İngiliz monarşi yönetiminde olsun, gerek ABD’nin işgali ardından olsun, sistemde ciddi krizlerin yaşanmasına ve çözümsüzlüğün derinleşmesine neden olmuştur.

Aynı şekilde, her iki durumda da bir başka açıdan da benzerlikler vardır, şöyle ki: her iki rejim de, otoriter yönetimin enkazı üzerine inşa edilmiş, demokrasinin özümsenmeyişi nedeniyle, muhalif olanların payına, katliam, yağma ve sürgün düşmüştür. Osmanlı İmparatorluğu 1908 yılında Jön Türkler eliyle bir değişime şahit olmuştu, ancak bu değişim, Türk idareci elitlerinin, başka ülkelere ve halklara egemen olma hedeflerini sekteye uğratmamıştı. Kendilerine karşıt olanlara, aynı istibdat yöntemleri ile yanıt vermekten çekinmediler. Suriye Valisi Cemal Paşa’nın, 1915-1916 yıllarında Suriyeli ve Lübnanlı aydınlar hakkında idam infazını emretmesi, Osmanlının son dönemindeki yozlaşmış uygulamaların bir devamı mahiyetindeydi. Sadece dini gerekçe yerine, ulusal ırkçı gerekçeler ikame edilmiş ve bu değerli aydınlar formalite icabı yargılanarak, Şam’da idam edilmişti. 

Irak’ta da durum bundan farklı değildi, Saddam Hüseyin’in demir yumruğu tüm muhaliflerin tepesindeydi. Saddam’ın ‘devrim mahkemeleri’ sözde yargılamalarda bulunurken, muhaberat ve güvenlik güçleri muhalif sesleri susturmak için tetikteydi.

Gerek İngiliz monarşi döneminde, gerek ABD işgalinin ardından, zahirde Batılı sistemlerin benzerini doğuran bu beklenmedik değişim, farklı muhalif seslerin bir anda ortaya çıkmasına olanak sağlamıştı. 1921 yılında, okuma yazma oranı oldukça düşük olmasına rağmen, Irak’ta gazetecilik hızlı bir şekilde gelişti. 2003 işgalinin ardından da yazılı basın sayısı rekor düzeyde yükseldi, eleştirinin anayasal bir hak olduğu düşünülüyordu.

İngiliz ve ABD vesayetindeki Irak’ta yönetici kesimde de benzerlikler taşıyordu. Irak Kralı 1. Faysal, 1921’den sonra Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılarak, Arap Devrimi’ne katılan Iraklı subayları üst düzey görevlere getirdi. Arap Devrimi’ne Birinci Dünya Savaşı sırasında Faysal bin Hüseyin liderlik ediyordu. Fransızlar 1920 yılında Suriye’yi işgal ettiğinde, Kral Faysal bu ülkeden ayrılarak Irak’a geçti ve Iraklı Osmanlı subayları da genç ülkelerinin inşasına katkı sağladı. 2003 sonrasında Irak’ta yönetime gelen elit kadroya gelince, birçoğunun 1970’li yıllarından itibaren sürgünde yaşadığını görüyoruz. Bazıları İran, bazıları Suriye ve bir kısmı da başta İngiltere ve Fransa olmak üzere Avrupa ülkelerinde yaşıyordu.

Bu iki yönetici sınıf arasındaki ayrım hakkında şunlar söylenebilir:

Irak’ta 1921’den sonra yönetimde yer alanlar, Kral Faysal dâhil olmak üzere, vatani bir ajandaya sahiptiler. Halk ile iletişim kurup, tüm bileşenlerin yönetimde temsiliyet bulması yönünde çaba sarf ettiler. Şii mercilerin çoğu bu yeni tip yönetime karşıt tavır takınarak yönetimde yer almamayı tercih etti. 1950’li yıllara gelindiğinde, hem muhalefet hem de iktidar açısından oldukça olumlu bir tablo meydana gelmişti. Krallık dönemindeki son hükümetin Başbakanı Ahmed Muhtar bir Kürt’tü, Maliye Bakanı Abdulkerim Ezri ise bir Şiiydi. Muhalefette de çok renklilik hâkimdi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, soğuk savaş sürecinde, muhalefet ve iktidar arasındaki başlıca anlaşmazlık, Fransız-İngiliz yanlıları ile Sovyet Yanlıları arasındaki ihtilaftan ibaretti. Bu durum 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasına değin sürdü.

Irak ABD tarafından işgal edildiğinde, Amerikalıların önceliği askerlerini ve çıkarlarını korumaktı. Bu doğrultuda etnik kökenler arasında ayrımcılığı körüklediler, ulus devletin önünde mümkün mertebe engel teşkil etmek istediler. Daha önce ayrımcılığa maruz kalan Kürt liderler, ‘Bağımsız Kürt Devleti’ hayali çerçevesinde mümkün olan en büyük toprak parçasını nasıl ele geçireceklerini kurgulamakla meşguldü. Vatani projeler hem İngilizler hem de Amerikalılar için, bir amaç değil araçtan ibaretti.

ABD’nin izni dâhilinde Şii Dava Partisi lideri Nuri el-Maliki, 2006-2014 yılları arasında 8 yıl yönetimde kaldı. Bu süreç ABD’lilerin benimsediği yöntemin ne kadar tehlikeli olduğunu kanıtladı. Bakanlıklar birbirinden bağımsız ‘adacıklara’ dönüştü, halka hizmet değil, bakan ve bakan yakınlarının arzularını karşılamak öncelik haline geldi ve zaten zayıf temeller üzerine inşa edilmiş olan devlet mekanizması tamamıyla çöktü. ABD’nin kurguladığı mezhepsel-etnik kart, farklı mafyatik oluşumlara neden oldu, Şii, Kürt, Sünni çeteler meydana geldi. İngiliz manda yönetiminden bu yana takip edilen bürokratik sistemin çökmesiyle, gün geçtikçe krizler derinleşti ve devlet mekanizması atıl hale geldi. 1921’in ardından yönetici kadroların özverili çabaları sayesinde, devletin inşası noktasında önemli atılımlar gerçekleşmişti. ABD işgalinin ardından ise, 8 yıllık yönetim sürecinde akıl almaz gerilemeler yaşandı. Mezhep savaşları nedeniyle, özellikle başkent Bağdat’ta on binlerce insan sebepsiz yere hayatını kaybetti. Bu iç savaş sona erdiğinde ise, terör örgütü DEAŞ Irak’ın üçte birini işgal etti. Bu durumun başlıca nedeni ise, ordu komutanlarının ehliyet ve liyakat çerçevesinde değil, dar çıkarlar uyarınca atanmış olmalarıydı. Bu subaylar sorumlu oldukları kentleri savunmaktan acizdiler.

İki işgal arasındaki bir diğer fark da; 1917 yılında İngiliz kuvvetleri Irak’a girdiğinde, doğrudan bir yönetim uygulamak istemiş ancak halk tarafından şiddetle reddedilmiştiler. Bu ortak görüş, mezhebine bakmaksızın tüm Iraklıların İngiliz karşıtlığında bir araya gelmesini sağlamış ve 1920 Devrimi’nin yaşanmasına neden olmuştu. O zamanlar İngilizler, Irak’ı Hindistan yönetimine bağlamayı planlıyordu. ABD’nin 2003’teki Irak işgalinde ise, askeri güçleri ülkeye girdiği ilk andan itibaren güçlü bir direnişle karşılaştı. Direnişin gücünü gelişmiş askeri teknolojileri ve hava kuvvetlerinin desteğiyle kırabildiler. Ancak sonrasında da işler umdukları gibi gitmedi, çok yönlü direniş 2011’e kadar ağır kayıplar vermelerine neden oldu.

Irak’ın yabancılar tarafından işgalinin ardından oluşturulan devletler arasındaki bir diğer önemli fark ise şudur: Birinci durumda Kral 1. Faysal (Ki bilgeliği ve karizmasıyla tanınır) ülkesinin İngilizlerle yaptığı anlaşmayı, sınırlarını koruma noktasında kullanabildi. O zamanlar Irak ordusunun sayısı yüzlerle ifade ediliyordu. Irak’taki İngiliz askeri varlığı, Türkiye’nin Musul ve kuzeydeki bölgeleri talep etmesinin önünde engel teşkil etti. Aynı şekilde İran’ın Irak’ın içişlerine müdahil olmasının önüne geçti. İran Şattü’l Arap’ın doğu bölümlerini almakta ısrarcı davranıyordu, ancak 1937’deki anlaşma ile bu sorun da çözüme kavuşturulmuş oldu. İran-Irak arasındaki anlaşmada İran’ın Abadan şehrinden 8 mil uzaklıkta sınırın belirlenmesi hususunda uzlaşıldı.

ABD işgalinin ardından oluşturulan Irak devletinde ise, İran’a bağlı silahlı milislerin varlığında önemli oranda artış gözlendi. Saddam Hüseyin rejiminin baskılarından kaçarak uzun yıllar Tahran’da ikamet etmek zorunda kalan, İran bağlantılı siyasilerin sayısında da artış görüldü. Bu siyasilerin bazıları, 1980-1988 yılları arasındaki İran-Irak savaşında Irak’a karşı savaşmıştı. Sonuç olarak Irak, İran-ABD çatışmasının mükemmel sahası haline geldi. Aynı durum 1258 yılında Bağdat’ın Moğollar tarafından yakılmasının ardından 50 yıllık süreçte de yaşanmıştı.

Son olarak işgal sonrası iki devletin durumunu kıyaslarsak, birinci durumda yönetici erk, Ortaçağ’ın karanlık evrelerinden çıkılıp, modern bir devletin kurulmasını hedefliyordu. Avrupa’ya eğitim görmeleri için öğrenciler gönderildi, vatan topraklarını koruyabilecek güçlü bir ordu tesis edildi. Ayrıca eğitim alanında da niteliksek değişimler gerçekleşti. İkinci durumda ise, yöneticiler, şahsi menfaatleri doğrultusunda, mezhep kartını kullanmaktan çekinmedi. Bunun sonucu olarak ciddi gerilemeler görüldü, işsizlik arttı ve devlet kurumları çöktü.

Haydar İbadi’nin başbakan olmasıyla bir umut yeşerdi. Her ne kadar o da Nuri el-Maliki’nin İslami Dava Partisi mensubu olsa da, eğitimsel arka planı ve mesleki başarısı, devleti ve güvenlik güçlerini toparlayıcı bir bürokrat olabileceği yönünde bir görüşün oluşmasına neden oldu. Ancak Irak, 2018 seçimlerinde halkın yüzde sekseninin seçimlere iştirak etmemesiyle ‘altından bir fırsatı’ kaçırmış oldu. İbadi’nin listesi başarısız oldu ve böylelikle tekrar İran güdümündeki siyasi partiler yeniden yönetime geçme olanağı buldu.

Bu fırsatın kaçırılması, yakın dönemde benzer fırsatların kaçırılmasına ne kadar da benziyor. Bu fırsatlardan biri dahi değerlendirilmiş olsaydı, Iraklıların yaşadığı bu karanlık günlerden kaçınılmış olacaktı.
 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir

Independent Türkçe için çeviren: Mustafa Yıldız

independentarabia.com/node/101091

 

DAHA FAZLA HABER OKU