"Diziler mi hayatı taklit ediyor, yoksa gerçek hayat mı dizilere konu oluyor?"

Yapımcısı olduğu filmler uluslararası festivallerden ödüller alan, dizileri ise reyting rekorları kıran Yamaç Okur, Independent Türkçe’ye konuştu

Yamaç Okur / Fotoğraf: Independent Türkçe

Tatil Kitabı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, Mavi Dalga, Yangın Var, Daha, İçerde, Çukur ve Nasipse Adayız…

Son yıllarda izlediğimiz birçok önemli film ve dizinin jeneriğinde onun adını görüyoruz.

Yamaç Okur, bağımsız arthouse filmlerle başladığı sinema yolculuğunu, Türkiye’nin en büyük yapım şirketlerinden biri olan Ay Yapım’da idari yapımcı olarak sürdürüyor.

Yapımcısı olduğu filmler uluslararası festivallerden ödüller alıyor, dizileri ise reyting rekorları kırıyor, çok konuşuluyor.

Boğaziçi Üniversitesi’nde başladığı sinema yolculuğunda 20 yılı geride bırakan usta yapımcı ile Independent Türkçe için buluştuk.  

Yeni sinema yasası, “popcorn krizi”, Çukur, dizilerde şiddet, dijital platformlar ve televizyonun geleceğine dair konuştuk. 
 

Yamaç Okur (2).JPG
Yamaç Okur, Independent Türkçe için Sinan Yusufoğlu'nun sorularını yanıtladı


- Yıllardır sinema ve televizyon sektörünce yapımcılık yapıyorsunuz. Öncesi Boğaziçi Üniversitesi’ne dayanıyor. Üniversite yıllarında sinema ile ilişkinizle başlasak.

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünü 1998 yılında bitirdim. Üniversitedeyken sinema kulübüyle çok yakından ilgilendim.

Orada Emek Sineması’na benzeyen 650 kişilik bir salonumuz vardı. O salonun bir nevi işletmecisi gibiydim. Hem piyasadan istediğimiz filmleri alırdık.

Arthouse filmlerin çok sık geldiği, bir sürü firmanın olduğu bir dönemdi. O filmleri alıp o salonda gösterirdim. Makinistliğini yapardım.

Aynı zamanda dergi çıkarıyorduk o dönem. Yeni İnsan Yeni Sinema, Yeni Film ve Altyazı. Emin Alper, Zahit Atam, Övgü Gökçe ile birlikte o dönem Görüntü Dergisi’ni de çıkardık. 

- Mezun olduktan sonra ne yaptınız?

Boğaziçi’nden mezun olduktan sonra kısa bir iş hayatım oldu. Aslında diplomat olmak istiyordum. Fakat hayat beni sinemaya yöneltti.

O dönem Boğaziçi Fotoğrafçılık Kulübü başkanı yakın arkadaşımdı; Refik Akyüz. Niye bir sinema dergisi çıkarmayalım, fikri vardı hep bende. Ben işimden istifa ettim. Bahsettiğim yıl 2001.

Bir de hepimizin hayatına çok önemli bir isim girdi o dönem. Rahmetli Mithat Alam… Mithat Bey, Boğaziçi Üniversitesi’nde dersler vermeye başlamıştı. Ben de ilk öğrencilerinden bir tanesiyim.

- Mithat Alam Film Merkezi, Boğaziçi’nde birçok öğrencinin hayatını değiştirdi değil mi?

Evet, orası çok önemliydi bizim için. Boğaziçi’nde sinema bölümü yoktu, ama Mithat Bey verdiği derslerle bu boşluğu dolduruyordu.

2000 yılının sonunda Mithat Alam Film Merkezi açılmıştı ve orada sıkı bir sinefil grubu oluşmaya başlamıştı. Altyazı Sinema Dergisi’nin de çekirdek kadrosu da orada oluşmaya başladı.

Ben mezundum ama diğerleri öğrenciydi. 2001 Eylül ayında Altyazı’yı çıkarmaya başladık.

Mithat Bey’le hep, burası da öğrencilerin hayatını değiştiren bir yer olsun, düşüncemiz vardı. Sinema bölümü olmayan bir üniversitede film merkezi çok önemliydi. 

- Daha sonra Mithat Alam Film Merkezi’nde yöneticilik yaptınız değil mi?

Evet, merkezde üç yıl çok aktif bir yöneticilik yaptım. Kurumsallaştırmaya çalıştım. Sinema sanatını sevdirmeye çalışan bir merkez olsun. Ama aynı zamanda Türkiye’ye de bir sinema kültürü yaymaya çalışsın amacıyla yola çıkmıştık.

Dolayısıyla böyle birbirini besleyen bir model yaratmaya çalıştık. Bence halen çok güzel ilerliyor film merkezi. 
 

Yamaç Okur (5).JPG
Yamaç Okur / Fotoğraf: Independent Türkçe


- Yapımcılığa geçişiniz nasıl oldu? 

Aslında kafamda yapımcı olmak hep vardı. 2007 yılında Nadir Öperli, Seyfi Teoman ve Enis Köstepen ile Bulut Film’i kurduk. Hepimizin Altyazı’yla ve Film Merkezi’yle bir ilişkisi vardı.

Rahmetli Seyfi Teoman’ın ilk uzun metrajı Tatil Kitabı’yla başladık işe. Benim ilk yapımcılık deneyimim oldu.

Sonrasında da Bulut Film bir model de oldu. 2004’te çıkan Sinema Destek Yasası ile ilk destekler verilmişti.

Özcan Alper’in Sonbahar ve Hüseyin Karabey’in Gitmek filmi destek almıştı. Biz Tatil Kitabı için de başvurmuştuk, ama destek alamamıştık. Yine de Tatil Kitabı’nı yaptık. 

- O dönem bağımsız sinemada yönetmenler kendi filmlerinin yapımcısı da oluyordu. Siz bunu kıranlardan birisiniz.

Çünkü yapımcıların hakim olduğu bir model yoktu. Bizden önce Sevil Demirci var sadece. En bilinen yapımcı.

Bir de Zeynep Özbatur Atakan birkaç film yapmıştı. Ama hani böyle sürekli üreten, bir arada olan daha kolektif bir model yoktu.

Bulut Film’de üç yapımcı olarak yola çıktık ve hepimiz Boğaziçi’nde farklı bölümlerden gelmiştik. Dolayısıyla bu model işe yaradı ve dokuz tane film yaptık Bulut Film’de.

- Siz yaptığınız işi ‘yaratıcı yapımcılık’ olarak adlandırıyordunuz değil mi?

Türkiye’de Yeşilçam’dan kaynaklanan yapımcılığın finansla ve yatırımcılıkla daha iç içe geçen bir algısı var. Ben ilk filmimi otuz üç yaşında yaptım. “Yapımcısı bu mu filmin? Bu daha genç çocuk” diyorlardı.

Yeşilçam müteahhit yapımcılarından da kaynaklanan bir anlayışla, yapımcı eşittir parayı bulan ya da daha da tırnak içinde parayı koyan kişi.

Halbuki yurtdışındaki algı bu değil tabii. Yurtdışında yapımcı projeyi geliştiren, projenin yapılması için gerekli olanakları sağlayan, gerekirse yönetmeni bulan, gerekirse senaristi bulan, ekibini sağlayan, daha yaratıcı alanda da faaliyet gösteren bir kişi.

Biz ilk Bulut Film’de Tatil Kitabı’nı yapmaya karar verdiğimizde bir line-up’ımız vardı. O line-up’ta Emin Alper de vardı, Seyfi de vardı. Ne bileyim daha sonra yapacağımız filmler de vardı. Bu filmleri böyle teker teker yaptık. 
 


- Türkiye’de yapımcılık bir meslek olarak gelişemedi. Bunun nedenlerine dair ne dersiniz?

Bakanlığın verdiği sinema destekleri özellikle sanat sinemamızda yönetmen-yapımcı modelini yarattığı için yapımcılık gelişmedi.

Birçok yönetmen kendi filminin yapımcısı olmak durumunda kalıyor. Biz daha idealist insanlardık. Ben Bulut Film sürecinde yaptığım filmlerden neredeyse hiç para kazanmadım. En azından para kaybetmedim de.

Para kaybetmemek de bu tarz kültür-sanat filmlerinde, arthouse filmlerde bazen bir başarı olarak adlandırılabilir; ama hani bir iş modeli haline dönüştürülecek bir model de oluşturamadık.

Buradaki temel sıkıntı da, bakanlık desteğinin yanı sıra kamu finansmanının yanı sıra televizyon desteği, bölgesel destekler oluşmadı.

Belediyeler, kalkınma ajansları sinemaya destek olmuyor. Dolayısıyla bakanlığa gidiyorsun ve bütçenin yüzde ellisini alabiliyorsun.

E tamam gerisi ne olacak? Gerisini nasıl karşılayacaksın? Çünkü sonuçta seyircinin inanılmaz rağbet ettiği filmler değil, birden bire bir ülkede sinema kültürünü değiştiremezsin yaptığın filmlerle. 

- Yurtdışında ödüller alıyor sadece.

Evet, bizim yaptığımız hemen hemen her film ödüller aldı, seçkilere girdi. Ama ekonomik açıdan getirisi olan filmler değil.

O da bir yerden sonra bizim açımızdan böyle bir çembere dönüştü. Yani dönüyorsun dönüyorsun aynı yerdesin.

Biz dokuz tane film yaptık. Ortak yapımlar da dahil olmak üzere. Altı tanesi Berlin’de dünya prömiyerini yaptı. Bence büyük bir başarı.

Onun dışında da bir sürü ana akım film yapılıyor. Ama işte hani dediğim gibi bu finansman modeli sağlıklı kurulmadığı için de çok taviz veriliyor.

Ben genelde kendi derslerimde de hep ilk söylediğim şeylerden biri de, sinema bir taviz sanatıdır. Çok kullanırım bu cümleyi.

Ama o tavizleri çok sık vermeye başladığın zaman ve projeden vermeye başladığın zaman o zaman proje de doğru bir yere gitmez sonunda da belki iyi bir film de çıkmaz ortaya.

Bu yüzden o tavizi çok iyi dengelemek gerekiyor ve işte o yapımcı o projeden ne kadar taviz verileceğini belirleyen kişidir.

O taviz bazen işte dört hafta çekmek yerine iki buçuk haftada çekmektir, bazen işte alexa kamerayla çekmek yerine fotoğraf makinesiyle çekmektir, bazen işte çok profesyonel bir oyuncuyla yapmak yerine amatör bir oyuncuyla...

Yani işte neyse o projenin nirengi noktaları onları doğru belirlemektir. Bu sıralarda da yine böyle o yapımcı algısıyla uğraşıyoruz, ama dediğim gibi yani şimdi bakıyorum, bir sürü genç yapımcı var, aralarında bir sürü genç kadın yapımcı da var, çok seviniyorum.

Ama nasıl ayakta kalacaklar?... Yani bizim ayakta kalamadığımız bir modelde genç yapımcılar nasıl ayakta kalacak? Aynı sorun aynen devam ediyor. 

- “Popcorn” krizi, yeni sinema yasası ve seyirci rakamlarındaki düşüş derken ciddi bir krizden söz ediliyor. Bugün Türkiye’de genel tabloya baktığımızda sinemanın ahvalini nasıl görüyorsunuz? 

Aslında 1990’lardan bugüne büyük bir büyüme vardı popüler sinemamızda. Bu seyirci sayısına da yansıdı. 2000’li yılların başından itibaren, her sene seyirci sayısı yükseldi ve ciddi bir rakama erişildi.

Özellikle yerli filmlere gitme açısından Türkiye lider konuma geldi Avrupa’da. Bir Fransa vardır, hani işte bazen yüzde ellileri bulan, ki o da azdır.

Türkiye her yıl seyircinin yüzde elliden fazlası yerli filme gitti. O da aslında televizyonların yükselişiyle ilgili bir şey.

Televizyonlar yükseldikçe komediler yükseldi. Sitcomlar yükseldi. Sitcomlar yükseldikçe tiyatrodaki komedyenler yükseldi.

Cem Yılmaz, Yılmaz Erdoğan, Ata Demirer ve Şahan Gökbakar gibi isimler…

Yılda 5-6 filmden 150 filmler seviyesine geldik. Şimdi ise seyirci o komedi sinemasından da yavaş yavaş yorulmaya başladı. 

- Büyük gişe yapan komedilerde bile düşüş var. 

Evet, komediler artık ne kadar iyi iş yapıyor emin değilim. Yakın zamanda Şahan Gökbakar’ın Recep İvedik’i girdi; ama ilk filmleri kadar iş yapmadı.

Cem Yılmaz’ın filmleri girdi işte, çok iyi bir iş yapmadı. Ama bazen de sürpriz filmler çıkıyor. 7. Koğuştaki Mucize çıktı. Bir dram filmi. 5 milyonun üzerine çıktı.

Geçtiğimiz sene benim de yapımcıları arasında olduğum Bizim İçin Şampiyon, iki buçuk milyonun üstüne çıktı.
 


Yani işte başka filmler de çıkıyor artık… Mustafa Uslu’nun filmleri ve özellikle Müslüm filmi çok izlendi. 


"Gezi Direnişi’nin ardından siyasi iktidar başka bir noktaya kaydı"

- Şu an sinema sektöründe yaşanan bir krizden bahsedilir miyiz? 

Evet, geçtiğimiz sene sektörde büyük bir kriz oldu. Hatta bu kriz, sektörün ‘popcorn yasası’ diye adlandırdığı bir yasa revizyonuna dönüştü.

Bizi uzun zamandır 2004’te çıkan yasanın revize olmasını istiyorduk. Çünkü yasa sadece sinema desteklerini kapsıyordu. Daha geniş kapsamlı bir yasa olmasını istiyorduk.

“Ulusal Sinema Kurumu” oluşturulacak bir yasa istiyorduk. Ne yazık ki Ulusal Sinema Kurumu’nu oluşturamadık.

Hatta AKP’nin 2010’ların başında böyle bir tasarısı da vardı. Yani sektörün daha otonom ulusal sinema kurumunu oluşturacağı bir tasarısı vardı.

Bakanlar da vardı bunun içinde. AKP, oradan çok hızlı uzaklaştı. Özellikle 2013’teki Gezi Direnişi’nin ardından siyasi iktidar başka bir noktaya kaydı. 
 

Yamaç Okur (4).JPG
Fotoğraf: Independent Türkçe


"Ana akım sinemasında büyük bir daralma oldu; bunun ana nedeni ekonomik kriz"

- Nasıl bir değişim oldu sizce?

AKP’nin kültür ve sanatla kurduğu ilişki değişti. Sanatçıları daha ötekileştiren ve kutuplaşma siyasetinden beslenen bir iktidardan bahsedebiliriz.

Bu noktada kültür sanat yatırımları da tamamen düştü ve yasalar bir türlü revize olamadı.

Aslında ana akım sinemasında büyük bir daralma oldu. Bunun da ana nedeni aslında ekonomik kriz. Ciddi bir ekonomik krizden geçiyoruz Türkiye’de.

Hatta bu son dönemde toplu intiharlar var. Çok üzücü... Bunların ben ana nedeninin ekonomik kriz olduğunu düşünüyorum.

İnsanların ciddi bir geçim zorluğu var. Bu tabii her tarafa sirayet ediyor. Sinema sektörüne de sirayet ediyor doğal olarak, televizyona da ediyor. 

- “Popcorn krizi” adını verdiğimiz krizde yapımcılar ilk kez toplu olarak ses çıkardı. 

Evet, yapımcılar ilk kez bir araya geldi diyebiliriz. Çünkü bir biletten elde edilen gelir yapımcıya şu şekilde aktarılıyordu.

Biletten doğan gelir sinema salonlarıyla yapımcı arasında yarı yarıya paylaşılıyordu. Sonrasında bunun içinde yapımcı, dağıtımcı payını veriyor.

Sinemaya kabaca bu yasa çıkmadan önce, beş buçuk lira filan kalıyordu. Bu rakam da bir türlü değişmiyordu yıllar içerisinde. Dört beş yıldır hep aynı rakamdı.

Bilet fiyatı 10 lira, 11 lira, 12 lira filan oldu. Bu yıl şu anda böyle 17-18 liraları buldu. Çünkü o yasaya yapımcılar kendi alanlarındaki parayı arttırabilmek için ciddi bir lobi yaptılar.

Sarayda da yapıldı bu lobi. Enteresandır, genelde bu tip şeyler sektörel teamüllerle verilir yurtdışında. Yasaya konmaz yasaklar. Sektör kendi dinamiklerini belirler ve ona göre gider. 


"Sektör kendi dinamiklerini oluşturamadı; salonların büyük çoğunluğu tek grubun elinde"

- Ciddi bir tekelleşme var değil mi?

Evet, sektör kendi dinamiklerini oluşturamadı, bunun da nedeni aslında biraz sektördeki tekelleşme. Salonların büyük çoğunluğu tek grubun elinde.

Biz o dönem ana akım yapımcılara “Bakın bağımız sinemaya vuruyor bu kriz, salon bulamıyoruz, çok yakın bir zamanda sizi de vuracak” diyorduk.

Yani gerçekten de dediğimiz oldu. Çünkü o sinema grubu, karını maksimize etmek için daha agresif bir şekilde pazarlama yapmaya başladı.

Çünkü ekonomi küçülürken senin aldığın payı arttırman gerekiyor. Ciddi bir satın alma yapmışlardı.

O dönemdeki en büyük satın almaydı. Satın alan da Güney Koreli bir grup ve yurtdışında yaptığı ilk yatırımlardan bir tanesi. İşte o “popcorn krizi” de yasanın revize olmasına yol açtı.


"Sinema yasasının içinde neden dizi desteği var?"

- Yeni sinema yasasına dönecek olursak, eksileri ve artıları neler sizce?

Ben biraz ara kanun olarak değerlendiriyorum bu yasayı. Zaten tümden değişen bir yasa değil. Genelde bu on beş yıl içinde Bakanlığın yaşadığı sıkıntıları, gedikleri kapatmaya yarayan bir sistem.

Bürokratlar açısından daha rahat bir yasa. Sinema Genel Müdürlüğü’nü kuvvetlendirdi ki ben önemli buluyorum bu tarafını. Kültür Bakanlığı içinde Sinema Genel Müdürlüğü’ne ayrılan pay arttı.

Ama dediğim gibi model olarak bu yasa neyi kuvvetlendiriyor? Bağımsız sinemayı kuvvetlendiriyor mu? Yapımcıyı kuvvetlendiriyor mu? Bunları kuvvetlendirmiyor.

‘Ulusal Sinema Kurumu’na giden bir süreçte bence ara bir kanun gibi… Bu yasanın da 4-5 sene içinde revize olması lazım bence.

Temelde de farklı destek türleri getiriyor. Bu farklı destek türleri içinde de bizim için en önemlisi ortak yapım desteği ve yabancı filmlere destek.

Bir de ben anlamadığım ve gereksiz bulduğum bir dizi desteği var. Sinema yasasının içinde neden dizi desteği var anlayamıyorum.


"Diziler mi hayatı taklit ediyor, yoksa gerçek hayat mı dizilere konu oluyor?"

- Dizi demişken, televizyonda da 'İçerde' ve 'Çukur' gibi önemli işlere imza attınız. 'Çukur' bir fenomene dönüştü, ama bir taraftan da şiddet kültürünü ve silahı özendirdiği konusunda ciddi eleştiriler de alıyor. Bu konuda ne dersiniz?

Diziler ve televizyonla ilgili kamuoyunda şöyle bir yanlış algılama var bence. Diziler mi hayatı taklit ediyor, yoksa gerçek hayat mı dizilere konu oluyor?..

Bu yurtdışında da çok tartışılan bir konudur. Diziler şiddeti özendiriyor mu? Diziler içinde farklı cinsel kimlikler varsa bunları özendiriyor mu? Ben tam tersi olduğunu düşünüyorum.

Televizyondaki sansür ve otosansür bence sinemanın 50 katı filan yani.. Diziler çok daha steril şekilde anlatıyor hikayelerini.

Sonuçta açık kanallarda, prime time’da yapıyorsunuz. Dolayısıyla çok geniş bir izleyici kitlesine sahipsiniz. Zaten isteseniz de yapamazsınız. Seyirci kaybedersiniz. 
 

Çukur.jpg
'Çukur' dizisi tanıtım afişi / Görsel: Wikipedia


"Şiddet kültürü siyasetimizde de var"

- 'Çukur' şiddeti özendiriyor mu sizce?

Son dönemde bir takım diziler özelinde bu konuşuluyor. 'Çukur' da bu diziler arasında… Diyorlar ki, diziler şiddeti özendiriyor. Çocukları zehirliyor. Çok ağır kelimeler kullanılıyor.

Ben çok basit bir şey sunmak isterim. Buna istatiksel olarak da bir araştırmacı baksa çok rahatlıkla görebilir.

Türkiye’de kaç tane silah var ve silahlara erişim oranı nasıl? Silah özendiriliyor mu bu kültürde? Silah olmazsa nasıl olur?

İki kişi kavga eder. Toplu bir şey yapılamaz. Ama Amerika’da neden toplu katliamlar oluyor. Çünkü silaha erişim çok kolay.

Mesela bu bilgisayar oyunları için de konuşuluyor. Amerika’da silahlı şiddet oranı çok yüksek; çünkü bunun nedeni çok açık.

Amerika’da silaha erişim çok kolay. Bunun üzerine filmlerle de yapıldı. Türkiye’de de bence çok benzer bir ortam var.  Özellikle Anadolu’nun bazı kentlerinde her evde bir silah oluyor.

Silaha bu kadar kolay erişilmemesi lazım. Özellikle küçük yaşlardan itibaren silah, özendirilen bir şey.

O zaman siyasetçiler de silahı özendirmeyecek. Silah dükkanları olmayacak. +18’lere takılmak yerine bence bunlara takılması lazım siyasetçilerin. Şiddet kültürü siyasetimizde de var.


"'Çukur' kurmaca bir hikaye. 'Çukur' diye bir yer yok"

- Savaş ve şiddet dili ülkenin her yerinde var…

Evet, ben siyasetçilerin biraz hedef saptırdığını düşünüyorum. Normalde eğitim gibi konularda adım atmayıp sadece dizilerin günah keçisi ilan edilmesi çok tuhaf.

Daha önce bunun çok daha aşırı bir örneğini Muhteşem Yüzyıl dizisinde yaşadık. Orada silah ve şiddet de yoktu.

Muhteşem Yüzyıl için iktidar, 'Osmanlı imparatorluğu böyle değildi' diyordu. Ya bu bir kurmaca bir dizi sonuçta. Onu yazanlar ve yapanlar istediği gibi yaparlar.

'Çukur'da da böyle işte. 'Çukur' kurmaca bir hikaye. 'Çukur' diye bir yer yok. Senaristin yarattığı bir dünya. Bu da eğitim seviyesiyle ilgili bence. Bu dizileri o kadar da ciddiye almamak lazım.


"Siyasetçiler ve bakanlar da izliyor 'Çukur'u"

- 'Çukur’un eleştirilecek bir yanı yok mu sizce?

Eleştirilecek yanları vardır mutlaka. Eleştiri de insanların en doğal hakkı… Ama siyasetçilerin yaptığı açıklamaları talihsiz buluyorum.

'Çukur', toplumun her kesimi tarafından izlenen ve sevilen bir dizi. Siyasetçiler ve bakanlar da izliyor bu diziyi.

'Çukur', neyi anlatıyor? Bence 'Çukur', son derece pozitif şeyleri de anlatıyor. “Aile her şeydir” kavramı üzerine bir dizi.
 


Aileyi yücelten, ailenin her şeyin önünde olduğu fikriyle yola çıkan bir hikaye bu. Mahalle kültürünü anlatıyoruz biz. Sadece şiddete indirgenmesini haksızlık olarak görüyorum.

'Çukur'​​​​​​​, Show TV’de yayınlanıyor ve ciddi bir reyting savaşı var. Bu kanal da iktidara yakın değil. O yüzden yükleniyor olabilirler.

Medyanın içinde de ciddi bir savaş var. Ben işin yaratıcılarından biri olarak, ben kendi işime bakıyorum. Anlatmak istediklerimizi en iyi şekilde anlatmaya çalışıyoruz.

Gerisi bizim derdimiz değil… Suça bulaşmış bir ailenin hikayesini anlatıyoruz sadece.


"'Çukur'​​​​​​​ daha samimi bir dünyayı anlatıyor"

- Bu dizinin başarısının sırrı ne sence?

'Çukur'​​​​​​​ daha samimi bir dünyayı anlatıyor. Daha türler arası bir dizi. İçinde drama da var, komedi de var, aşk da var, fantastik öğeler de var.

Bence bu kadar sevilmenin sırrı, sahicilik. Ercan Kesal’ın oynadığı İdris Koçovalı diye bir karakter vardı. O da çok sevildi.

Bu konuda çok araştırma ve akademik tez de yok. Çukur neden bu kadar izleniyor, neden bu kadar seviliyor üzerine bir akademik tez okumak isterdim.

Ben sahicilik ve içerik olarak görüyorum bunu. Yönetmenlik, senaryo, yapım, müzik, görüntü… Her anlamda güçlü ve yenilikçi bir ekibin bir araya gelmesi ve katkısıyla ortaya çıkan bir dizi.

Anlattığı şeyi çok sahici anlatıyor. Yok olan değerler var, mahalle kültürü ve dayanışma gibi… İnsanlar da buna özlem duyuyor. 
 

Yamaç Okur (6).JPG
Fotoğraf: Independent Türkçe


"Hep şiddetle anılıyor, ama biz her sene bir sosyal sorumluluk projesi yapıyoruz"

- Müzikleri de çok konuşuluyor.

Evet, müzik hep vardı dizilerde; ama burada çok daha farklı ve hikayeyi güçlendiren bir taraftan kullanılıyor. Rap müziği çok iyi kullanıyor.

Rap, hep dinleniyordu, ama 'Çukur' sayesinde başka bir şey oldu. Şu an bir dönemin pop müziği gibi oldu.

Duvar yazılarıyla da gündeme müdahale eden bir yanı var dizinin. Çukur' bir diziden fazlası da oldu.

Bir örnek daha vereyim, iki hafta önce Doğan Kitap’tan Çukur'un kitabı çıktı. İlk sezonu anlatan bir kitap. Çok büyük ilgi görüyor.
 


Hep şiddetle anılıyor, ama biz her sene bir sosyal sorumluluk projesi yapıyoruz. İlk sene Tohum Otizm vakfı ile “otizm farkındalık” projesi yapmıştık.

Bu sene otizm üzerine bir dizi var; 'The Good Doctor' uyarlaması, 'Mucize Doktor'.

İnanılmaz reytingler alıyor ve son on yılın en iyi reyting alan dizisi. Dizinin ana karakteri otistik.

'Bu dizi reyting alır mı' denebilirdi daha önce. Ama Çukur’daki otizm spektrumu olan karakterin inanılmaz etkisi oldu bu dizi üzerinde de. 
 


"Seyirci sahip çıkmazsa zaten devam edemezdi dizi"

- Sosyal sorumluluk projelerine de önem veriyorsunuz.

Geçtiğimiz sene Kansersiz Yaşam Derneği ile yine bir farkındalık projesi yaptık; “Çukur’da umut var”. Şu anda bir tır var ve Türkiye’yi dolaşıyor. O tırla kök hücre bağışı yapılıyor.

Bize o ilhamı da verem Öykü Arin oldu. Oyuncularımız kök hücre bağışı için sosyal medya hesaplarından videolar yayınladılar.

Dizide de buna yer verdik. Çukur bir diziden daha fazla bir şey oldu. O yüzden sahiplenilmesini de anlıyorum.

Bakanımız Süleyman Soylu açıklama yapıyor. Açıklamadan sonra dizinin fanları “İyi de bakanımız bunları söylüyorsunuz, ama Çukur bunları da yapıyor” diyor.

Yani bizim hiçbir şey dememize gerek yok. Sahiplenen ve o sahicilikten beslenen bir kitle var. Seyirci sahip çıkmazsa zaten devam edemezdi dizi. 


"O dünyanın içerisinde kadınların rolü ne kadarsa, dizide de o kadar"

- Kadına karşı şiddetin çok yoğun olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Dizide de bir erkek dünyası var ve kadın karakterler çok geri planda. Bu kadar izlenen bir dizi kadına karşı şiddet konusunda daha güçlü bir algı yaratmaz mı?

Biz diziye şöyle bir müdahalede bulunmuyoruz. İşte, sosyal sorumluluk projeleri yapalım da buradan bize P&R gelsin. Bu doğru bir anlayış değil.

Senaristin anlatmak istediği bir hikaye var. Bunu da yazan Gökhan Horzum ve onun yarattığı bir dünya var. Ona güvenmek gerekiyor.

O dünyanın içerisinde kadınların rolü ne kadarsa o kadar. Dönem dönem kadınlar daha ön plana çıkıyor; ama ana hikaye suça bulaşmış bir ailenin hikayesi.

Doğal olarak böyle bir dünyada, erkekler daha ön planda. Kadınların böyle bir hikayede merkezde olması tek tüktür.

Ama mesela, ailenin babası İdris Koçovalı öldükten sonra aileyi anne Sultan Koçovalı yönetiyor.

Dolayısıyla ben bütün bu şeyleri anlıyorum, ama seyirci çok klasik dizilerden, aşk ve dramdan sıkıldığını da düşünüyorum. Farklı diziler izlemek istiyorlar.

- Netflix, Amazon, Apple, Blu TV gibi dijital platformlarda kendi içeriklerini üretiyor ve seyirci rakamları da gittikçe artıyor. Dijital platformlar televizyonu nasıl etkiler?

Dijital platformlar, televizyon ve sinemayı etkileyecek kuşkusuz. Dijita içeriklerin sayısı gittikçe artıyor. Endüstrinin hızla dönüşeceği bir zamandan bahsediyoruz.

Hala Türkiye’de açık kanalların çok kuvvetli olduğu bir zamandayız. Ben dört yıldır dizi yapıyorum. Son dört yıldaki reytinglere çok hakimim.

Özellikle AB kategorisinde yani daha sosyo ekonomik ve kültürel seviyesi yüksek olan kategoride izlenme oranlarını düştüğünü görüyorum.

AB seyircisi dijitale kayıyor. İnsanlar akşam sekizden, on ikiye kadar televizyon başında oturmak ve reklamlarla dizi izlemek istemiyorlar. RTÜK’ün TV’ye uyguladığı sansür de seyirciyi uzaklaştırıyor. 


"Diziler, doğru kullanıldığı zaman büyük bir güç aslında"

- Türk dizilerinin yurtdışı satışlarından elde edilen büyük bir gelir vardı. Son yıllarda bu alanda da bir kriz olduğu söyleniyor. Bu konuda ne dersiniz?

Dizi satışları yurtdışında devam ettiği sürece bu ekonomi büyüyecektir. Ama orada da çok ciddi bir kriz var.

Ortadoğu satışları son yıllarda ciddi bir şekilde azaldı. Bir ambargo uygulandı Türkiye’ye ve o ambargoda devam ediyor.

MBC kanalı Türk dizilerini yayınlamama kararı aldı. Bence politik sebeplerden dolayı…

Türk dizileri Arap ülkelerini istila etmeye başlamıştı. Sokağa çıktığımızda her tarafta Arap turist görebiliriz. Sonuçta diziler kültürü yaymaya başladı her tarafa.

Şu anda bu dizilerle Türkçe öğrenen insanlar da var. Doğru kullanıldığı zaman büyük bir güç aslında. Bu nedenlerden dolayı ciddi bir ambargo uygulandı ve satışlar da azaldı. 
 

Yamaç Okur (7).JPG
Sinan Yusufoğlu ile Yamaç Okur / Fotoğraf: Independent Türkçe


- Televizyon kanalları da çok cesur kararlar alamıyorlar değil mi?

Evet, doğru. Televizyon kanallarının çok cesur kararlar alamadıklarını düşünüyorum. Çok yatırım yapamadıklarını düşünüyorum.

İster istemez çok gündelik ilerliyorlar ve zarar ediyorlar. Ana akım kanalların hepsi zarar ediyorlar. Yatırım yapılamadığı zaman da hep birbirinin aynı işleri görüyoruz.

Bu yüzden yine 'Mucize Doktor' örneğini vereceğim. İçinden inanılmaz bir aşk yok, aksiyon yok; ama 20 reyting alıyor. Ne ile açıklayacağız bunu? Demek ki var seyirci.

Ben denenmesi gerektiğini düşünüyorum. 'İçerde' ve 'Çukur' da bunun örnekleriydi bence. Farklı işlere denendiği zaman karşılığını alabilirsiniz.

- Yeni projeler var mı?

Ben dizinin yanı sıra film yapmaya da devam ediyorum. Dizi ve sinemayı pek ayırmıyorum. İyi yöneten ve iyi içerik olduğu takdirde yapmaya devam edeceğim.

Ercan Kesal’la bir filmimiz var; 'Nasipse Adayız'. Ercan Kesal’ın ilk uzun metraj filmi. Kendi kitabından uyarladı. Hem yönetti hem de oynadı. Bence çok güzel bir film çıktı. 2020 yılında festivallerde izleyeceğiz.
 


Onun dışında Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun birlikte çektiği üçüncü uzun metraj filmleri “Birlikte Öleceğiz” de bitmek üzere. İstanbul’da geçen tutkulu bir aşk hikayesi. Bir roman gibi, iddialı bir film.

Bağımsız film yapmak kolay değil, ama orada da üretmeye devam ediyorum. Televizyonda da öğreniyorum hala. Dört yıldır televizyonda iş üretiyorum ve öğrenmeye devam ediyorum.

Ay Yapım sektörün önde gelen şirketlerinden bir tanesi ve Ay Yapım’ın bana böyle bir hareket alanı yaratması çok kıymetli.

Çünkü ben sinemadan gelen biriyim. Televizyon ve popüler kültürü çok iyi bilen bir insan değilim. O noktada bence Ay Yapım’ın farklı bir noktası var.

Kerem Çatay bence inovatif, yaratıcı bir yapımcı. Kendisi de UCLA’de ya-pımcılık okumuş bir kişi olduğu için, şirketin başarısının tesadüfi olmadığını düşünüyorum. Arthouse filmlere de ortak olan işler var.

 

 

Independent Türkçe

DAHA FAZLA HABER OKU