Saadet Partisi Genel Başkanı Mahmut Arıkan, Yeni Yol Grup toplantısında gündeme dair açıklamalarda bulundu. Dünya Çocukları Günü'ne değinen Arıkan, şöyle konuştu:
Çocuklar savaşların ve çatışmaların, sefalet ve yoksulluğun kurbanları olmaya bugün devam ediyorlar. Bugün 77 yıldır Filistin topraklarında işgalci olan İsrail’in en iyi bildiği konulardan birisi. Dünya çocuk hakları günü için programlar yapıp İsraile yönelik bir tek kelime edememek iki yüzlülüktür. TÜİK’in verilerine göre çocuklarımızın en az yüzde 17’si yetersiz besleniyor. Her 4 çocuktan birisi açlıkla karşı karşıya. Zorunlu eğitim çağında olmasına karşın 600 bini aşkın çocuğumuz eğitim faaliyetlerinden faydalanamamakta. Çok acı bir rakam. Türkiye’de yoksul çocuk sayısı maalesef bugün 10 milyona yaklaşmış durumda. Peki her seferinde 3 çocuk yetmez, 4 çocuk tavsiyesi veren iktidar böyle bir tablo karşısında hangi adımları atıyorlar. İktidara göre Türkiye büyüyor. Her zaman bunu anlatıyorlar. Ama çocuklarımızın sorunları hiç bir zaman küçülmüyor. Karton toplayan çocuklar, ucuz iş gücü olarak çalıştırılan çocuklar; renklerinden, dillerinden ötürü ayrımcılığa maruz kalan çocuklar. İstismarın, uyuşturucunun ve çetelerin kurbanı olan çocuklar. Yırtık ayakkabılarla, delik çoraplarla, yarı aç vaziyette okula giden çocuklar. Kaldıkları barakada donarak, çalıştıkları fabrikada yanarak ölen çocuklar ve yoksulluğun, eşitsizliğin, sefaletin derin denizlerinde yaşama tutunmaya çalışan çocuklar. Biz sizlere buradan söz veriyoruz. Bizim iktidarımızda bu ülkenin çocukları okula aç gitmeyecekler, şiddetin, istismarın hedefi olmayacaklar. Yoksullukla sınanmayacaklar.
"Gazze’de taş üstünde taş bırakılmamış gibi hareket etmek demektir"
Gündemden hiç düşürülmemesi gereken konulardan birisinin Gazze meselesi olduğunu kaydeden Arıkan, şunları söyledi:
Bir ay önce 10 Ekim'de yürürlüğe giren ateşkes, bir ayını doldurdu. Bu bir aylık sürede Hamas ateşkese tam bağlı kalmasına rağmen İsrail aralarında çocukların da olduğu yüzlerce Filistinliyi katletmeye devam etti. Yardımların sadece 3’te 1’inin rica minnet Gazze’ye girmesine izin verdi. Çocukların, yaralıların ve hastaların ihtiyaç duyduğu 350’den fazla temel gıda ürünün Gazze’ye girmesine bir ay geçti hala müsaade etmiyor. Önümüz kış Gazze’de ne oturacak konut var ne de içine girecek sağlam bir çadır kaldı. Yağmur mevsiminin başlamasıyla gelen görüntüler içlerimizi parçalıyor. İki gün önce, 17 Kasım’da; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Gazze’deki savaşı sonlandırmayı ve bölgede yeni bir düzen tesis etmeyi amaçlayan planı kabul etti. Uluslararası hukuki statüye haiz bir 'Barış Kurulu' kurulacak. Başkanlığını da Trump yapacakmış! Bu kararların hepsi işin hikaye kısmı. Temel hedef: 'Gazze’yi silahsızlandırmak' yani Hamas’ı Gazze’den söküp atmak. Ayrıca karar metni, Gazze’de toprak ilhakı, kalıcı işgal veya zorunlu yer değiştirme olmayacağını iddia ediyor. Bizim tarihi ve acı tecrübelerimiz var, kararlar İsrail’in ve ABD’nin müsaade ettiği kadar uygulanacaktır. Değerli arkadaşlar, bu plan, İsrail için dikensiz gül bahçesi oluşturma planıdır. Bu plan, İsrail’in soykırım suçlarını temizleme girişimidir. Sanki 2 yıldan beri on binlerce masum katledilmemiş, Gazze’de taş üstünde taş bırakılmamış gibi hareket etmek demektir.
"Yan kapıdan içeri alınan Şara ön kapıdan, parfümlerle uğurlandı"
Bu planın gerçekleşmesi için Trump ve Beyaz Saray yoğun bir mesai içerisinde. Eylül ayında, 'sandalye çekmeli' Beyaz Saray zirvesini hepimiz hatırlıyoruz… Bunun üstüne çokça yazıldı, konuşuldu. İki hafta önce Orta Asya – ABD zirvesinde, Kazakistan da maalesef İsrail ile normalleşme sürecini başlattı ve Abraham Anlaşmalarına imza attı. Yetmedi, geçtiğimiz hafta Suriye Cumhurbaşkanı Ahmed Şara Beyaz Saray'a gitti. Yan kapıdan içeri alınan Şara ön kapıdan, parfümlerle uğurlandı.
"ABD ile müttefik olmanın yolu İşgalci İsrail ile dost olmaktan geçer"
Beyaz Saray’da ağırlanmanın bedeli vardır. ABD ile müttefik olmanın yolu işgalci İsrail ile dost olmaktan geçer. ABD ile müttefik olmanın yolu ülkenizde bulunan nadir toprak elementlerini, uranyum yataklarını ve enerji kaynaklarını Amerika ve İsrail sermayesine açmaktan geçer. Bu ortaklıktan sizin payınıza düşen ise adı elçi olan ama bölgenin hamiliğine soyunan hadsizin dilinden dökülen meşruiyet lakırdısıdır. Barrack mütevazı konuşmuş. Tüm bunlardan sonra; 'Hazar Denizi’nden Akdeniz’e kadar bir hizalanma göreceksiniz' diyen Tom Barrack’ın aslında son derece mütevazı bir şekilde konuşmuş olduğunu anladık. Hedefin çok daha büyük olduğunu görüyoruz. Şimdi biz sormak zorundayız: Dostum diye paye verdikleriniz ne işler çeviriyor? Amerika, Türkiye’nin parasını ödediği F-35’leri vermiyor. Caatsa yaptırımları olduğu gibi duruyor. Her gün bir lideri ağırlayarak bölgeyi dizayn etmeye çalışıyor. Peki Türkiye bu işlerin neresinde duruyor? Sorunun cevabı bu kez, Turkcell’den geldi.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
"Türkiye’nin kendi verisini bu şirkete teslim etmeye yönelmesi vahim bir hatadır"
Hepinizin malumu Turkcell, Türkiye Varlık Fonu’nun ciddi oranda pay sahibi olduğu, yani büyük oranda devlet kontrolünde bulunan bir şirket. Turkcell’in attığı her adım -hele ki- veri güvenliğiyle ilgili olan adımlar doğrudan Türkiye’nin güvenliğine ve geleceğine ilişkindir. Turkcell ile Google arasında yerel bir bulut altyapısı kurulması için 1 milyar dolarlık bir anlaşma imzalandı. Türkiye’nin kendi verisini bu şirkete teslim etmeye yönelmesi; dış politika, ulusal güvenlik ve siyasi tutarlılık açısından vahim bir hatadır. ABD–Türkiye ilişkilerinin gerildiği bir senaryoda ne olur? Halkbank dosyası ve Reza Zarrab sürecleri bize ABD’nin verileri nasıl bir koz, hatta şantaj unsuru olarak kullandığını çok net gösterdi. Biz, Türkiye’den İsrail’e giden petrolün kesilmesini beklerken, iktidar ülkenin en hassas verilerini İsrail’le işbirlikçiliği konusunda derin şüpheler bulunan Google’a, tarihin en büyük bilişim maliyeti ile aktarmaya çalışıyor. Bu anlaşma, ulusal güvenliğe de veri egemenliğine aykırıdır. Ne yerlidir ne de millidir. Daha dün Lübnan’da ve İran’da yaşanan saldırılar gözümüzün önünde. Biz iktidarı, şimdiden uyarıyoruz. Bugün Amerika’nın ve İsrail’in eline kendi ellerimizle verdiğimiz veriler, yarın bize ciddi bir tehdit ve tehlike olarak dönebilir. Bunun olmasına izin vermeyin.
"İktidarın tek gündemi İmralı. Ana muhalefetin tek gündemi Silivri"
Gündemin önemli başlıklarından birisi, İmralı tartışmaları. Bugün, iktidarın tek gündemi İmralı. Ana muhalefetin tek gündemi Silivri. Türkiye’nin sorunları da umutları da İmralı’dan da Silivri’den de büyüktür. Kimin gideceği, kimin geleceği, kimlerle gidip, kimlerle döneceği, neyle gidip, neyle geleceği, hangi yolu kullanacağı, gündemi meşgul etme çabasıdır. Meseleyi kişilere indirgemek, sulandırmak, magazinleştirmek, gündem saptırmaktan başka bir şey değildir. Buradan en başta iktidara, tüm ortaklarına İmralı’ya gidip gelen heyetlere ve Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'na sesleniyoruz: Toplumun farklı kesimlerinin kaygılarını ve endişelerini gidermek, beklentilerini ve umutlarını karşılamak için mücadele etmek, topyekun bir helalleşme ve kucaklaşma gerektirirken sürecin bir örgütün silah bırakmasına ve kendini feshetmesine indirgenmesini yanlış bulmak işi yokuşa sürmek değildir. Tam aksine sürece olan toplumsal desteği artırma çabasıdır. 'Komisyon mu İmralı’ya gitsin? İmralı mı Komisyon’a gelsin', bütün bu tartışmalar oyalamacadır. Toplumsal bir barış için tek bir adım değil, gerekli tüm adımlar hak ve adalet ekseninde atılmalıdır ve bir an evvel atılmalıdır. Hak ve özgürlükler üzerindeki tüm kısıtlamalar bir an evvel kaldırılmalıdır.
"Türkiye’de gidilmesi gereken, görüşülmesi gereken o kadar çok kesim var ki"
İlk olarak Anayasa Mahkemesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bağlayıcı kararlarına uyulmalıdır. Tekrar söylüyorum; terörsüz Türkiye’yi kurmak için elimizi değil, gövdemizi taşın altına koymaya hazırız. Ama 'hukuksuz Türkiye’yi' ortadan kaldırmak, gücün değil hukukun egemen olduğu bir Türkiye’yi kurmak için de aynı kararlılığı ortaya koymalıyız. İmralı’ya gitmeyi, İmralı’yla görüşmeyi bu kadar önemseyenler için söylüyorum: Türkiye’de gidilmesi gereken, görüşülmesi gereken, olması gerektiği yerde olmayan o kadar çok kesim var ki... Mesela: Sadece bir tweet attığı için tutuklanan gazeteciler, artık gazetelerine gitmelidir. Suçsuz yere cezaevinde tutulan harp okulu öğrencileri artık evlerine gitmelidir. Barış Akademisyenleri, yeniden kürsülerine gitmelidir. KHK zulmüyle işinden uzaklaştırılanlar, yeniden işlerine gitmelidir. Sendikal hakkını kullandığı için cezalandırılan işçiler, fabrikalarına gitmelidir. Toplumsal barış ve huzurun, toplumun tüm kesimlerinin, ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal açıdan kendilerini iyi hissetmesi ile mümkün olacağı unutulmamalıdır.
"Hukuksuz bir Türkiye ile yaşanabilir bir Türkiye inşa edemezsiniz"
Şunu çok net bir şekilde söylemek zorundayız: Hukuksuz bir Türkiye ile Terörsüz bir Türkiye’yi inşa edemezsiniz. Hukuksuz bir Türkiye ile yaşanabilir bir Türkiye inşa edemezsiniz. Şu an içerisinde bulunduğumuz Meclis’i de ilgilendiren bir örnek vereceğim: 11 Kasım’da Resmi Gazete'de, bir Anayasa Mahkemesi kararı yayımlandı. Bu karar; Türkiye’de 'yasama çoğunluğunun' hukuki denetimden 'muaf' hale gelmesinin önünü açıyor. Böylece Meclis çoğunluğunun keyfiliğini frenleyen az sayıdaki güvence mekanizmasından biri daha ortadan kalkmış oldu. AK Parti Grubu şunu diyor: 'Biz sayıca çoğunluğuz, istediğimizi yaparız, bu durum Anayasa mahkemesini ilgilendirmez' diyor. Bizim 'Hukuksuz Türkiye'den kastımız tam olarak budur. Geçen hafta, Anayasa Mahkemesi Başkanı Kadir Özkaya’nın yaptığı bir konuşmada hakimliğin, bir tarafı 'nur' yani cennet, bir tarafı 'nar', yani cehennem arasında bir meslek olduğunu söylerken döktüğü gözyaşlarını izledik. Çok doğru. Adaletin nurunu söndüren, narında yanacaktır. Bir insanın, yaptığı meslekten ötürü taşıdığı hassasiyet elbette takdire şayandır. Ancak, şu an bu ülkenin en büyük ihtiyacı, toplumun önünde gözyaşları döken, çaresiz bir mahkeme başkanı değil, hukuksuzluğa karşı dimdik duran yargı mensuplarıdır. Bu ülkede, -hala- Anayasa Mahkemesi’nin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları tanınmıyor. Selahattin Demirtaş, Osman Kavala ve Can Atalay hakkında verilen bağlayıcı kararların uygulanmaması 'hukuksuz Türkiye' sürecinin devam etmekte olduğunu gösteriyor. Anayasa Mahkemesi kararına rağmen şehir plancısı Tayfun Kahraman’ın tahliye edilmemesi 'hukuksuz Türkiye' sürecinin devam etmekte olduğunu gösteriyor.
"Kapatmalar, dayatmalar, engellemeler, bunu yapanlara hiçbir fayda sağlamamıştır"
Bugün ana muhalefet partisi hakkında kapatma davasının konuşuluyor olması Türkiye’nin hukuk konusunda, adalet konusunda onlarca yıldır hâlâ aynı yerde dönüp durduğunun ispatıdır. Kurduğumuz 5 partinin 4’ünün kapatıldığı 56 yıllık bir hareketin mensupları olarak söylüyoruz; parti kapatmaları, siyaseti zehirlemekten başka bir şey değildir. Binlerce sayfalık iddianameler, parti kapatmaları, şafak operasyonları ve tutuklamalar aziz milletimizin -maalesef- yabancısı olduğu bir durum değil. Geçmişte, 'şiir okudu' diye Sayın Erdoğan’ı hapse atmak ne kadar yanlışsa, bugün de Sayın İmamoğlu’nun 'sosyal medya hesaplarını bir ayda 3 kez kapatmak' aynı derecede yanlıştır. Bizler Ergenekon Balyoz döneminde de binlerce sayfalık iddianameleri takip etmiştik, AK Parti'ye karşı açılan kapatma davasınıda görmüştük. Kapatmalar, dayatmalar, engellemeler, bunu yapanlara hiçbir fayda sağlamamıştır. Ama ülkeye çok şey kaybettirmiştir. Biz bu durumu 28 Şubat sürecinde tecrübe ettik. Şimdi CHP’nin yaşadıkları da aynı süreci deneyimlemektedir. Bugün de kaybeden Türkiye’dir, 86 milyon insanımızdır. Türkiye’nin ciddi, çok ciddi başka meseleleri vardır.
"Aile Yılı’nı anlamlı kılacak tek şey, ailelerin yaşadığı derin sorunlarla yüzleşmekten geçer"
Ekonomiye birazdan geleceğim, gündemde olduğu için aileye değinmek istiyorum. Hatırlayacaksınız, iktidar 2025 yılını Aile Yılı ilan etmişti…Aile yılının, on birinci ayını da tüketiyoruz Bundan dolayı olacak ki bugün ve yarın başkentimizde Cumhurbaşkanlığı Aile ve Kültür-Sanat Sempozyumu düzenliyor. Aile yılı ilan edildiğinde, yine bu kürsüden 'Yapacağınız bütün yapısal çalışmaların yanında oluruz' demiş ve eklemiştik: 'Bu mesele; ışıltılı salonlarda yapılan Aile lansmanlarıyla çözülmez. Kamera önünde umut dağıtmakla çözülmez. Samimi icraatlarla, doğru politikalarla çözülür' demiştik. Hala aynı noktadayız. Türkiye borçlu, ahlakı çökerten yayınları aldırmaktan adaletsizliği çözmekten geçer. Aile Yılı’nı anlamlı kılacak tek şey, ailelerin yaşadığı derin sorunlarla yüzleşmek ve ekonomi-politiği buna göre belirlemektir.
"Türkiye borçlu"
İktidarda diyor ki 'atıl işgücü oranında, geçen çeyreğe göre yüzde 2,6 azalış var'. Dünyanın en büyük 17’nci, Avrupa’nın 7’nci ekonomisi haline geldik. Kişi başına düşen milli gelir 17 bin dolara ulaştı. Kimse kusura bakmasın! Türkiye’deki gerçek ekonomi rakamlarını görmek isteyenler, dönüp sahaya baksın. Bu hafta Kayseri’de, Antalya’da, Çorlu’da gördüğüm manzara, bu söylenenlerin tam aksini anlatıyor. Gelir adaletsizliğinin bu kadar yaygın olduğu bir dönemde, çalışabilen milyonlarca insanımızın hangi koşullarda çalıştığı da karşımıza acı bir gerçek olarak çıkıyor. Türkiye’de ve dünyada, yapılan bir işte verilmesi gereken taban fiyatı ifade eden asgarî ücret, bugün Türkiye’de temel ücret haline geldi. Öyle ki bugün işe yeni başlayan biri de asgarî ücret alıyor, on yıllık işçi de asgarî ücret alıyor. Bakınız; Türkiye’de 2024 yılında 11.2 milyon insanımız asgarî ücretle çalışmış. 21 Avrupa ülkesinin tamamında asgarî ücretle çalışan kişi sayısı ne kadar biliyor musunuz, 12.8 milyon. Yani Türkiye’de asgarî ücretle çalışan kişi sayısı neredeyse Avrupa’nın tamamına eşit durumda. Bu ülkede asgari ücret 22 bin 104, açlık sınırı 28.412 lira. Üzülerek söylüyorum, bu açlık sınırı değil, yoksulluk sınırı hiç değil bu iktidarın bu rakamları ölüm sınırı olmuş durumda. Tüm bu adaletsiz gelir dağılımı, temel ücret politikası, hayat pahalılığı karşında vatandaşımız, çareyi borçlanmakta buluyor. Bugün iş insanlarımız borçlu, esnaf borçlu, çiftçi borçlu, asgarî ücretli borçlu. Türkiye borçlu.
ANKA