Çin ve ABD: Zorunlu birliktelik mi yoksa daha fazlası mı?

Viyana toplantısının iki ülke ilişkilerinde yeni bir aşama başlatmaktaki başarısı, hiç şüphesiz ABD'nin Çin ve uluslararası sahnede yükselişi konusundaki pozisyonunda bir kaymayı temsil edecek

Fotoğraf: Twitter - @NSC_Spox

Geçen hafta Viyana'da ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ile Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi arasında gerçekleştirilen diplomatik tango dansı, son yıllarda ABD-Çin anlaşmazlıklarını karakterize eden düşmanca söylemden uzaklaşmanın ilk adımıydı.

Küresel istikrar için en önemli siyasi ilişkiyi yönetmek amacıyla istikrarlı bir mekanizma yaratma vaadini taşıyan doğrudan temasın başlangıcıydı.

On iki saatlik görüşmelerde iki adam eldivenlerini çıkarıp, Tayvan'dan Ukrayna'ya kadar iki süper güç arasındaki tüm çetrefilli sorunları gündeme getirmeyi, her birinin diğerine ilişkin algılarını, olası beklentilerini ve bunun için benimsediği stratejileri incelemeyi hedeflediler.

Bu 12 saat Çin-Amerikan ilişkileri tanımlanırken yaygınlaşan yeni Soğuk Savaş söyleminin gerilemesi için yeterliydi.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Viyana toplantısının iki ülke ilişkilerinde yeni bir aşama başlatmaktaki başarısı, hiç şüphesiz ABD'nin Çin ve uluslararası sahnede yükselişi konusundaki pozisyonunda bir kaymayı temsil edecek.

Özellikle de Biden yönetiminin Pekin'e karşı uluslararası seferberlik girişimlerini abartmasının, onunla rekabeti "demokratik ve totaliter rejimler arasındaki mücadele" başlıklı bir ideolojik çerçeveye oturtmayı başaramamasının ardından.

Ortadoğu'dan Asya, Afrika ve Avrupa'nın kalbine kadar dünya ülkelerinin geçmişteki rekabet tuzaklarından, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki çatışmadan kaynaklanan kozmik dramdan keskin bir farkındalıkla kaçınmaları, Washington'u şaşırttı.

Uluslararası ilişkilerin mevcut biçiminin belirleyici özellikleri şunlar; Çin ve ABD ile ilişkileri birlikte geliştirmeye yönelik pragmatik ve etkin yatırım.

Soğuk Savaş sırasında uluslararası ilişkilerde hüküm süren ABD ile Sovyetler arasında ideolojik bir seçim yapma tuzağına düşmekten kaçınmak.

Bu ülkelerin çoğunun, ekonomik çıkarlarının yönetimini, potansiyel ekonomik, çevresel ve teknolojik risklere karşı korunma politikalarını ustaca ele aldıkları, karmaşık dinamiklerle, keskin siyasi kutuplaşma için Washington'a pek fazla marj bırakmadıkları açık ve net.

Uluslararası siyasetin şekillenmekte olan bu özelliğini Washington'un müttefikleri arasında belki de en net şekilde ifade eden Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron.

Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen eşliğinde Çin'e yaptığı son ziyaretin ardından Macron, Avrupa'ya "stratejik bağımsızlık" çağrısı yaptı ve "Avrupa, Tayvan konusunda ABD veya Çin'in peşinden gitmemeli, bu konuda bağımsız bir strateji izlemek için çalışmalı. Tayvan Boğazı'nda tansiyonun yükselmesi Avrupa'nın çıkarına değil" dedi.

Avrupa'nın "dünyadaki kargaşa ve bizim olmayan krizlere" katılmasının bir tuzak olacağını da sözlerine ekledi!

Ayrıca, Avrupa'nın ABD silahlarına, enerjisine ve dolarına artan bağımlılığıyla ilgili endişelerini dile getirdi.

Avrupa savunma sanayisini güçlendirmeye ve bölge dışında ABD dolarına bağımlılığı azaltmaya yönelik acil ihtiyacı vurguladı.

Macron'un açıklamaları, Çin Dışişleri Bakanı'nın türünün ilki olan Avrupa ziyaretiyle ifade bulan Pekin'in ivedi çabaları ile aynı zamana denk geldi.

Çinli bakan bu ziyaretinde Washington'un yürüttüğü Çin'e karşı mücadele projesinde kıtayı ABD'ye katılmamaya ikna etmeye çalıştı.

Charles de Gaulle dış politikasının hüküm sürdüğü geçen yüzyılın ellili yıllarının sonundan altmışlı yıllarının sonlarına kadar uzanan dönemden bu yana görülmemiş Fransız pozisyonu, Avrupa Birliği'nin (AB) Çin'e yönelik mevcut politikasını nasıl geliştireceğine dair çok zorlu bir yeniden değerlendirmesiyle aynı zamana denk geldi.

AB'nin dış politika sorumlusu Josep Borrell bu politikayı üç boyutlu diye özetliyor ve Avrupa'nın Çin'i karmaşık bir şekilde bir düşman, ortak ve rakip olarak gördüğünü söylüyor.

Ukrayna-Rusya savaşı ve Çin'in bu savaşta Moskova'ya Kiev'den daha yakın durması bu politikayı daha da karmaşık hale getirdi.

Avrupa, Rus gazına bağımlılığının sonuçlarının tekrarlanmaması için Çin'e aşırı bağımlılığı azaltarak "riskleri küçültme" stratejisi geliştirmeye çalışırken, kıta ülkeleri ile Çin arasındaki ekonomik çıkarların boyutunun da farkında.

Halihazırda zaten savaşın maliyetlerinden ve korona salgınının devam eden etkilerinden muzdarip olan Avrupalı ​​şirketler ile endüstrileri tehdit eden ABD'nin artan korumacı önlemlerinden ve destek politikalarından korkuyor.

Tüm bu komplikasyonlar, Avrupa'nın Çin ile ABD arasında kolay bir seçim yapmasına izin vermiyor.

Bu da, Çin için bir fırsat oluşturuyor çünkü ABD'yi Batı'nın ekonomik çıkarlarının ve değerlerinin uyumlu ve net olduğu Soğuk Savaş sırasında olduğu gibi, otomatik ve kolay bir Avrupa taraflılığından mahrum bırakıyor.


Avrupa gibi, güney ülkelerinin konumları da genellikle Çin ile ABD arasında en yüksek düzeyde stratejik esnekliği korumanın gerekliliğine dair benzer bir farkındalıkla karakterize ediliyor.

Bu yaklaşımı belki de en çok ifade eden ve ABD'nin konumunu zayıflatan husus, dünyanın en büyük demokrasisi Hindistan'ın tutumudur.

Bilhassa Rusya-Ukrayna çatışmasını kınama konusundaki isteksizliği, Rusya'yı hem de indirimli fiyatlarla Hindistan'ın en büyük ham petrol tedarikçisi haline getirerek anlaşmazlığı kendi lehine ekonomik bir fırsata dönüştürmedeki başarısıdır.

Mart 2023'te Yeni Delhi'deki G-20 dışişleri bakanları toplantısında, büyük güçler arasındaki süregelen anlaşmazlıklar nedeniyle Ukrayna krizini kınamak için ülkeler arasında bir fikir birliği oluşturma çabaları başarısız olsa da, Hindistan, Ukrayna krizinde kendisini tarafsız bir arabulucu olarak sunmayı başardı.

Diplomatik performansı, karmaşık bir jeopolitik sahnede bir taraf tutmaktan ziyade, Hindistan'a uluslararası siyaset sahnesinde bir rol yaratmakla ilgileniyor gibi görünüyor.


Güneydoğu Asya ülkeleri de, ABD ile Çin arasında artan rekabet gerçeğiyle dengeli bir ilişki yönetme konusunda büyük bir özgüvene dayanan siyasi bir performans sergiliyorlar.

Bunun için de bir yandan tüm ülkeler, diğer yandan Çin ve ABD ile ikili ilişkileri, durgunluğun dünyayı tehdit ettiği bir dönemde cazip ekonomik ve finansal göstergelerden yararlanarak Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği gibi etkili çok taraflı kurumları geliştiriyorlar.

Afrika ülkelerinin çoğunluğunun bu konudaki reaksiyonu, Avrupa, Ortadoğu ve Hindistan'ın pozisyonunu belirleyen reaksiyondan farklı değildi.

Özellikle de Rusya ve Çin'in uluslararası sistemi daha adaletli hale getirme, daha adil ve kapsayıcı olması için kurumlarını yeniden yapılandırma  çağrılarına diğer ülkelerden daha yakın oldukları için.

Zira uluslararası adalet terazisindeki dengesizliğin ve ciddi, sürdürülebilir kalkınma politikalarından mahrum bırakılmanın sonuçlarına kimse Afrika ülkeleri kadar katlanmadı. Batı'nın sömürge mirasının bedelini kimse onlar kadar ödemedi.
 


Uluslararası siyasetteki bu eğilimi ve ilgili ülkelerin Washington ile Pekin arasında seçim yapmamasını kolaylaştıran husus, Batı'nın küresel düzen için koyduğu kuralların adilliği ile ilgili büyük bir güvenilirlik krizi yaşıyor olmasıdır.

Buna ek olarak mali, ekonomik ve çevresel krizler ile insanlığın karşı karşıya olduğu geri kalan risklerle başa çıkarken sorumluluk seviyesinin çok düşük olmasıdır.

Örneğin, bugün iklim meselelerini ideolojikleştirmek, Çin ile ekonomik rekabet oyununda siyasi olarak istismar etmek gerçekten utanç verici.

Aynı şekilde sanayileşmiş Batı'nın çevresel koşulların bugünkü durumu ile ilgili tarihsel sorumluluğunu asgari düzeyde de olsa kabul etmeden, bunları çözmenin maliyetlerinin adil bir kısmını üstlenmeden, ülkelerin özel çıkarları pahasına Çin'e karşı seferber edilmeleri de.

Liberal Batı'nın sömürge geçmişinin sonuçlarıyla başa çıkmanın önceliğine dair tarihsel bir farkındalık olmaksızın, "uluslararası hukuka bağlılığın gerekliliği" argümanını öne sürmek yeterli değil.

Küresel düzeyde daha adil, güçlü ittifaklar ve ortaklıklar kurmaya çalışılmalı. Gücün değişen dinamikleri tanınmalı ve bunlara saygı duyulmalı.

Çin-Amerika diyaloğunun başlaması, uluslararası politikada istikrarın kalkınma ve refahı yaymak için gerekli bir başlangıç ​​olduğuna bahse giren herkes için iyi bir haber.

ABD, Çin ve dünyanın geri kalanı arasındaki üçlü ilişkinin dinamiklerini Soğuk Savaş normlarının, kurallarının ve kutuplaşmalarının dışında anlamak, uluslararası ilişkilerde adalet, çeşitlilik ve karşılıklı bağımlılığa dayalı yeni bir yaklaşımın doğuşunun habercisi.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU